Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Yazmak gelmiyor içimden…

Mustafa Öztürk'ün yazısı;

Yazmak gelmiyor içimden…

 

 

Şehir Üniversitesi’nden sosyal medya meselesine değin aslında çok konu var yazılacak; ama artık yazma isteğim yok…

Hem memleketteki genel hava ve manzaranın bunaltıcılığından dolayı yok, hem de havadan sudan yazsam bile dinbazlardan bir türlü kurtulamamanın yarattığı bıkkınlık ve usanmışlıktan dolayı yok… Geçen hafta bu köşede “Seksenler” başlıklı bir nostalji yazısı yayımlamış ve hele bir bakalım, bizim gedikli dinbazlar bu yazıda da eleştirecek bir şey bulabilecekler mi diye bir nevi olta atmıştım. Eksik olmasınlar, bizim gedikliler 1980’li yılların Giresun’uyla ilgili yazıyı bile din-diyanet alanına çekip bize laf sokmayı başardılar. Ne var ki bu durum bıktırma ve usandırmanın da ötesinde büsbütün ikrah ettirici, tiksinti verici bir durum…  

Bu mesele bir kenara, ülke gündeminde adamakıllı biçimde tartışmayı hak eden birçok sıcak konu olmasına rağmen bunları suhuletle ele alıp tartışmanın az çok fayda sağlayacağına ilişkin hiçbir ümit taşımadığımdan, kerhen de olsa kendi gündemime dair bir şeyler yazıp çizmek durumundayım. Gündemim, Mustafa Çağrıcı Hoca’nın birkaç gün önce bu gazetedeki köşesinde yayımladığı “Kur’an ve Pozitif Bilim” başlıklı yazı… KURAMER’in 27 Nisan 2019’da düzenlediği “Kur’an ve Pozitif Bilim” konulu sempozyumun ismini taşıyan yazısında Çağrıcı Hoca şöyle diyor: “Sempozyumda Kur’an’ı pozitif bilimlerden yararlanarak tefsir etmenin mümkün olduğu tezinin karşısında konum alan tarihselciler ise -farklı derecelerde de olsa- diğerlerine göre daha iddialı, daha kendilerinden emin konuşuyorlar. Bazıları bir pozitivist, bir Marksist kadar ideolojik, dogmatik ve tepeden bakmacı bir tavır sergiliyorlar… Tarihselcilerin tezlerinin doğruluğu yanlışlığı üzerine bir şey söylemiyorum. Ancak böylesine radikal, muhatabı ve görüşünü önemsizleştirici bir tutum, bilim ahlakına da İslâmî tartışma âdâbına da uymaz. Bunun despotik bir tutum olduğu ve hele bir din âlimine hiç yakışmayacağı kanaatindeyim.” 

Hani bir amiyane söz vardır, “Bayram değil seyran değil…” diye… Aynı bu söz misali, Çağrıcı Hoca’nın henüz yayımlanmamış bir sempozyum kitabındaki metinler üzerinden belli bir görüş ve anlayışı, “bilim ahlakına da İslâmî tartışma âdâbına da uymaz” diyecek kadar sert bir üslupla eleştirmeye neden bu kadar aciliyet atfettiğine pek anlam veremedim. Keza bilimselci Kur’an yorumlarına eleştirel gözle bakanları “bir pozitivist, bir Marksist kadar ideolojik” diye nitelendirmesine de hiç anlam veremedim. Kur’an’ı pozitif bilimler ışığında yorumlamanın tefsir değeri taşımadığını söyleyen herkesi bir çırpıda “tarihselci” diye yaftalamasını ise -bizzat kendi ifadesiyle- bir din âlimine yakıştırabilmiş değilim.  

Aslında Çağrıcı Hoca çok sıkı ve ağır bir eleştiriyi hak ediyor; ama ben bu siyakta şu kadarını söylemenin kâfi olduğunu düşünüyorum: Tarihselcilik, İlahiyat alanındaki en rantabl ve en popüler tartışma konularının başında geliyor. Yani ister lehinde ister aleyhinde konuşun, tarihselcilik her halükarda bir piyasa oluşturuyor. Bu yüzden, kimileri ya sürekli olarak tarihselcilik aleyhine yazıp çiziyor; kimileri ise makbul-merdut tarihselcilik gibi kategorik ayrımlar geliştirerek özellikle Türkiye’deki muteber-mutedil tarihselcilere dair isim listesi yayımlıyor. Bugün hiç üşenmeden muteber-mutedil tarihselciler diye liste hazırlama gayretkeşliğine soyunan arkadaşlara ithafen yaklaşık bir yıl kadar önce bu köşede “Tarihselcilik Hisselerimi Devrediyorum” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Ama gelin görün ki epey zamandan beri tarihselcilikle ilgili hiçbir hisse senedine sahip olmamama rağmen Çağrıcı Hoca’nın nazarında hâlâ bir pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik ve iflah olmaz bir tarihselciyim. Hoca’nın bizimle ilgili böyle bir yargıda bulunması, tarihselcilere vurarak kendini muhafazakâr-gelenekçi muhitte az çok akredite etmeye yönelik bir niyet ve gayretten mütevellit olsa gerek… Şayet böyleyse, pek ahlâkî olmasa da anlaşılabilir durum. Zira her geçen gün daha da ağır bir tazyik yaratan gelenekçi din anlayışının karşısında konumlanıp o konumda sabitkadem kalabilmek her babayiğidin harcı değil… Bu yüzden, arada bir tarihselcilik ve tarihselcilere vurarak kendinizi az çok ibra etmeniz gerek…

Her neyse, bütün bunlar bir tarafa, Çağrıcı Hoca’nın bize yakıştırdığı “bir Pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik” yaftasının ne kadar insafsız ve acımasız olduğunu belgeleyerek bu tatsız yazıya nokta koymak gerek. Hoca, “Kur’an ve Pozitif Bilim” sempozyumuna sunduğumuz bildiri metnini baştan sona okumasına rağmen ne yazık ki bizi “bir Pozitivist ve bir Marksist kadar ideolojik” olmakla itham edebildi. Gelinen bu noktada, söz konusu sempozyumla ilgili kitapta yayımlanacak olan bildiri metnimizden kısa bir bölümü aynıyla aktarırken Hoca’nın bize yönelik ithamının ne kadar ilmî ve ahlâkî olduğunu okuyucularımızın takdirlerine havale ediyorum: 

“Kur’an’dan bilim üretme veya hemen her bilimsel gelişmeyi bir şekilde Kur’an’la ilişkilendirme çabasında, bugün artık ciddi biçimde sorgulanan pozitivist (olgucu) düşüncenin izlerini sürmek mümkündür. Müslümanlar pozitivist düşünceye felsefî söylem düzeyinde metafizik lehine karşı çıkmakla birlikte bu düşüncenin en temel bileşenlerinden biri olan deney ve olguya dayalı bilim ve bilimsel bilgiye büyük teveccüh göstermektedirler. Bu ironik durum, bir kişinin kendisini esir ya da rehin alan kimseye zaman içerisinde hayranlık duymasına benzetilebilir. Çünkü müslümanlar özellikle son iki yüzyıldan bu yana hemen her fırsatta kınadıkları Batı kültür ve medeniyetinde üretilen bilimsel bilgiye kimi zaman abartılı bir müspet değer yüklemekte, bunu bir tebcil aracı olarak Kur’an ve tefsir sahasında istihdam etmektedirler. Böylece Kur’an’ın her çağla çağdaş olduğunu bilimle de ispatlamış olduklarını düşünmektedirler. Hâlbuki burada asıl paye bilime verilmekte, dolayısıyla Kur’an bilim karşısında bir bakıma mahcup edilmektedir.”

 

Seksenler… (27.06.2020)

Yorumcu okurlarımız bugün bize pek çatamayacak ve muhtemelen birbirleriyle de pek kapışamayacak.

Çünkü bu pastoral nostaljik yazı agresif yorumlara konu olmayacak, dolayısıyla okuyucular arasında, “12:25, sen herhalde yazıyı tersinden okumuşsun…” gibi laf sokmalara da pek mahal kalmayacak. Kısacası, bugün bu yazımız stres attırma gibi bir hizmet sunamayacak… Yazımızın konusu memleket, yani Giresun… 1965 yılında Giresun’un bir köyünde dünyaya geldim ve üniversite sınavına girdiğim zamana denk gelen 1983 senesine kadar Giresun’dan başka bir yer görmedim. Daha sonraki yıllarda ise hangi şehre veya hangi ülkeye gidersem gideyim, bir an önce kendi memleketime geri dönmeyi istedim… Ömürden elli yılı devirmeme rağmen memlekete duyduğum bağlılık ve özlemden pek bir şey eksilmedi… Çünkü Giresun benim için hep en güzel yerdi…

Giresun’un güzelliği ne esnaf kefaletinde, ne ticaretinde ve ne de siyasetindedir. Bütün güzellik Allah’ın Giresun’a bahşettiği doğal güzellikler ile belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki dostların sohbet ve muhabbetindedir. Bunun yanında tabii ki “Gülburnu senin, Kulakkaya Gırık Bahçe benim” gezmek, Çırak Deresi’nden Meydan istikametine doğru sahil boyunca yürümek, Çınarlar mevkiindeki çay ocağında koltuk ekmeği ve tulum peyniriyle çay içmek, Pazar günü fırında sıra bekleyip kıymalı pide veya yağlı çıksın diye beklemek, fındık vakti köye gidip derenin kenarında türkü söylemek,  seksenli yıllara döndüğümüzde ise Çerkez mevkiinden denize dalıp Küçük Ada’ya kadar yüzmek de sırf Giresun’da yaşanan başka güzelliklerdir…

Son bir yıldır Giresun’u hiç görmedim; ama en son gittiğimde -nedendir bilinmez- biraz kekremsi duygular hissettim. Çünkü en son geçen yaz aylarında yürüdüğüm Gazi Caddesi geçmiş yıllardaki gibi sevimli ve neşeli değildi. Bilakis haldır haldur akan bir insan kalabalığından ibaretti. Balkaya pastanesinin önünde kadrolu eleman gibi sürekli boy gösteren tanıdık tipler de kaybolup gitmişlerdi. Ayrıca Kahveci Topuz’dan caddeye yayılan mis gibi kahve kokusu da eski aromasını kaybetmişti sanki… Eski Şebnem pastanesinin yerinde yeller esmesi bir yana, yeni Şebnem’in dondurması da maalesef pek kıvamlı değildi. Bu yüzden, gözlerim Debboy mevkiindeki eski Roma dondurmacısını aradı ama maalesef bulamadı. Bir de burnum postanenin hemen alt tarafındaki fırından caddeye yayılan taze francala/franzile ve koltuk ekmeğinin mis kokusunu aradı ama maalesef o fırın da yerinde yoktu. Mis gibi kokan somunlar artık tarihe karıştı; şimdi kala kala bir tek Dereli sapağında Adanalının fırınında kiloyla satılan ve naylon poşete konulması yasak olan ekmeği kaldı. Oysa geçmiş yıllarda ekmek de dondurma da acayip güzeldi. Gerçi bizim damaklar eskidi; fakat eski zamanlardaki yiyecek ve içecekler -ki buna margarin sürülmüş ekmek de dâhil- bugünküne nispetle çok daha sade ve lezzetli idi. 

1980’li yıllarda, Giresun Gazi Caddesi’nde başta Balkaya pastanesi olmak üzere bazı pasajların ön cephesinde janti kılıklı figürler Anıtkabir’de nöbet tutan askerler gibi bekler, sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçen cins-i latifleri keserlerdi. Ayakkabılarında toz zerresine bile rastlanmayan ve tembelliklerinden dolayı adeta defnedilemeyen ölü gibi duran bu tiplerin birçoğu aslında “kaldırım mühendisi” pozisyonunda olmasına rağmen o yıllarda tembellik ve haytalığı hayattaki en güzel iş gibi gördüğümüzden, “Sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçenleri seyretmek… Oh ne âlâ…” diye düşünüp kendilerine hep imrenmişimdir. Sözünü ettiğim tiplerin hemen hepsi Gazi Caddesi’nden artık el ayak çekmiş… Şimdi nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorum, ama sanırım artık La Fontaine’in “Ağustos Böceği ile Karınca’’ hikâyesindeki Ağustos böceği misali tembellikle iştigal gibi bir lüksleri ve jantilikleri pek kalmamış olsa gerektir.

1980’li yılların Giresun’unda özellikle genç ve orta yaş kuşaktaki pek çok insanın yaz-kış hafta sonları şöyle bir deşarj olup rahatlamak için uğradığı yerlerin başında, ek saha gelirdi. Bu mekâna uğramayan kesimler ya hacılık-hocalıklarıyla tanınmış muhafazakâr dindarlardan veya ek sahada maç seyretmeyi banallik olarak gören taşralı seçkinler sınıfından oluşurdu. Bu iki zümrenin dışında Giresun merkezde yaşayan insanların pek çoğu, bir şekilde ek sahanın yolunu tutardı. Ek sahadaki en heyecanlı maçlar birinci amatör küme kulüpleri arasında, yani benim de birkaç yıl formasını giydiğim Seka-Aksu spor ile Şafak spor, Görele spor, Bulancak spor gibi takımlar arasında oynanır ve bu maçlardaki heyecan bazen Giresun spor maçlarıyla eşdeğer olurdu. Hele de ek sahanın girişindeki seyyar köfteciden yarım ekmek arası ve bol soğanlı bir tükürüklü köfte varsa elinizde, izlenen maçın keyfi bambaşka bir hâl alırdı…

Üstelik o zamanlar tefsir, evrensellik ve tarihsellik gibi mevzular da yoktu, bugünkü kadar hasmımız da yoktu. Yani kafamız pek rahattı, cahillik ise büyük mutluluktu…

 



Anahtar Kelimeler: Yazmak gelmiyor içimden…

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz