Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Var Oluş…

Abdülaziz Tantik yazdı.

Var Oluş…

Var oluş, varlığın oluşum katmanlarını ifade ettiği gibi var oluşun algılanmasında etken rol alan dilin ve o dilin kavram alanını da belirleyen temel bir etmendir. Var olanın var olma şartlarını oluşturan var oluş, var olanın üzerine bina edilen temel yapıyı da işaret eder. Var olana yönelik her gözlem ve tecrübe, sadece var olanla sınırlı bir yaklaşımı içereceği için sınırlı ve zaaf taşıyan bir bakışı işaret eder. Çünkü sınırlı demek, zemin ve zaman aralığında olan şey demektir ki bu da geniş bir alana tekabül etmeyen bir bakışı içerdiği anlamına gelmektedir.

‘En yükseğe çıkan en uzağı görür’ ilkesi, doğru bir yaklaşımdır. En yükseğe çıkan tepelerin ardındakini görme imtiyazı kazanır. Bulunduğun noktada ancak herhangi bir engel olmadığı sürece önünü görme imkânın olur. Bu da bize somutun algılanmasının sadece o somut durumu meydana getiren şey ile yetinmeyi sağladığını işaret eder. Bu ise o somutu oluşturan ilkeyi ve o ilkenin varlığının anlamını göz ardı etmeyi beraberinde taşır. Bu somut durumun kendisinin anlamsız veya önemsiz olduğunu söylemek anlamında değil, varlığa dair derin bir bakış için yetersizliğini ifade babındadır.

Güncelin oluşturduğu baskıdan kurtulmanın yolu, o baskının oluşturduğu dil evreninden ve o dilin oluşturduğu kültür evreninden ve o kültür evreninin oluşturduğu kavramların baskısından kurtulmaktır. Bu aynı zamanda hem aklın serbest kalması, hem de düşünmenin önünün açılması ve engellerin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir.

Varlığa dair hakikat bağlamında monist veya dualist bir bakış ile hareket edilmesi meselesi önemlilik arz eder. Yani varlığı teke irca ederek sadece maddeci/ materyalist bir yaklaşım ile mi ele alınması gerektiği veya sadece ruhi/soyut/manevi bir olgu olarak mı ele alınması ki bu her iki durum da varlığı monist bir yaklaşımla ele almak anlamına gelecektir. Veya varlığı hem varlığından dolayı somut, hem yaratılmış olmaklığı bakımından soyut olarak iki ayrı gerçekliği; yani, Yaratıcı ile yaratılan olarak varlığı ikili yapı içinde tanımlamak ve anlamaya çalışmaktır ki bu da dualiteyi işaret eder.

Sorun, hakikat ile hakikatin tezahürü arasındaki mahiyet farkını kavramak ve bunu zihne yaklaştırarak anlamlandırmayı başarabilmektir. Yaratıcı, Hakikati temsil eder. Yaratılanlar ise tezahürü temsil eder. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki bağın açıklanabilmesi ise kendi içinde monist bakışa imkân tanıyan yaklaşımları içermekte olduğu göz ardı edilmemelidir. Yaratıcıyı etkisiz veya yok saydığınızda varlığı her şeyin yerine konumlandırarak ‘olan’ üzerinden bir anlam arayışını temellendirerek monist bakışı açıklayabilirsiniz. Ya da tam tersi olarak ‘olan’ı gerçeklik zemininden uzak tutarak, olanı yetersiz ve anlamsız kabul ettiğinizde asli olana yöneliş temel ilkeye dönüşür. Yaratıcı, hakikat olarak her şeyin başı ve sonu haline dönüşür ve olanın gerçekliği yok sayıldığında bir başka monist yaklaşım öne çıkar. Tersinden her iki monist yaklaşım benzer görüşleri ifade ederler, aynı anlam dünyasını kurarlar. Farkları, neyi öne çıkardıklarıdır.

Meselenin en önemli boyutu, hem Yaratıcıyı hem yaratılanı iki ayrı gerçeklik zemini olarak kabul etmektir. Yaratıcı doğal olarak hem kendi hakikatinin sahibi ama hem de yarattığı varlığın sahibidir. Bunda bir kuşku olmaz. Yaratıcı olmanın bizzat kendi doğası bunu zorunlu kılar. Ama bir farkla, Yaratıcı, aynı zamanda yarattığı varlığı bir gerçeklik zemini içinde inşa ettiği için o yaratılanların varlığını bir gerçeklik olarak kabul ederek onun varlığının anlamını da çözümleme arayışı bizi ikili düşünmeye yöneltir. Yani ‘olan’ ile ‘olması gereken’ arasındaki gerilim, bize varlığın neyin üzerine kurulu olması gerektiği ve anlamını bulmamız için gereken imkânı sunar.

Bir noktanın altı daha çizilmelidir: Yaratıcıdan yaratılana doğru meydana gelen ilişkinin mahiyetidir. Bu nasıl gerçekleştirilmektedir. Tevhidi dinler, yoktan yaratılmayı bir ilke olarak kabul ediyorlar. Bu konuda bir sorun yok ve Yaratıcının isim ve sıfatlarını dikkate aldığımızda bu doğru olana tekabül eder. Bir başıboşluğun/absürdün olmadığı da gözlemlenebilir bir olgudur. O zaman hakikat tezahür ederken nasıl bir olgu meydana geliyor? Bu soruya farklı cevaplar üretilebilir. Bu cevaplar kültür ve düşünce dünyamızda mevcuttur. Her teorinin belirli bir açıklama gücü bulunduğu da izahtan vareste değildir. ‘İki ayrı ‘gerçekliğin’ birbiri ile ilişkisinin mahiyeti nedir’ sorusu izah beklemektedir. Meseleyi iki farklı gerçeklik olarak ortaya koyduğumuzda bunun bir açıklamasını yapmakta bir sorumluluk oluyor.

 İnsan ve diğer var olanlarla arasındaki ilişkinin mahiyetini bir tarafa bırakarak, Yaratıcı ile yaratılmış insan arasındaki mahiyet farkına dair bir bakışı önceleyerek cevap aranabilir. Çünkü insan, var olanlar içinde hem sorumluluk üstlenmesi bağlamında, hem akli ve iradi bir zemine sahip olmaklığı bakımından farklı bir yerde durmaktadır. Tabii ki bütün varlığın canlı ve akıllı oluşu ile çelişmeyen bir duruma gönderme yapıyorum. İnsan ve var olanlar arasında mahiyet farkı olduğu aşikâr…

Yaratıcıya değişimi izafe edemeyeceğimizi biliyoruz. Ama değişimin ilahi irade olmadan gerçekleşmeyeceğini de tevhidi dinler bize aktarmaktadır. Bu noktanın izaha kavuşturulması önemini korumaktadır. Hem Yaratıcıdan yaratılana yönelik hakikatin tezahürünü anlamak hem de bir insan/var olan olarak Yaratıcıya yöneldiğimizde O’na ulaşma zeminimizi netleştirmekte yarar var.

Bu temel meseleyi iki temel kavramı izah ederek açıklamaya çalışalım; ontoloji/ varlığın bilgisi, varlığın kendisi ve dolayısıyla kesinliği meselesini açıklamada oluşturduğu netliğe göndermedir. Bir şeyin ontolojisi bu dediğimizde, başka bir şekilde olmayacağı anlamına gelir. Epistemoloji/bilginin bilimi, bilginin elde edilmesi ve bilginin neliği meselesini izah eder. Bir şey epistemiktir dediğimizde ise; onun şartlar muvacehesinde oluştuğu ve kesinliği şartlarla mukayyet oluşuna göndermedir. Episteme bu anlamıyla bir çoğulluğu içinde taşır. Ontoloji ise tekilliği işaret eder. Bir varlık, bir tanedir. O yüzden varlığın biricikliği açık bir şekilde bilinir.

Meselenin açıklığa kavuşturulması için önerim şu: Yaratıcıdan yaratılana dönük her edim ontolojiden epistemeye dönük bir yönelişi içermektedir. Hakikat, hakikat olarak aşağı inemez. Hakikatin hakikat olarak burada açığa çıkması yanılgısı, dünya tarihinde bir sürü kültürde şirki/maddi, manevi ilahlar meydana getirdi. Hakikat tezahür eder dediğimizde bu çoğul tanrıcılığın önünü tıkamış oluruz. Çünkü tezahür ile hakikat aynı gerçeklik zeminine sahip değildir. Ama aralarında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Bu bağ korunarak ikili yapı konumlandırılmalıdır. Dolayısıyla tezahür sürekli epistemik bir alanın varlığını açığa çıkartarak, varlığın alanını genişletmektedir. Özellikle insanın özgürlük meselesi ve kötülük sorunu da bu çerçeve içinde anlamlı bir zemin kazanabilir. Çünkü insan epistemik bir zeminde kendini gerçekleştirme imkânı kazandığı gibi, yaşamı kendi iradesi çerçevesinde bir düzenlemeye tabi kılabilir. Bu durum insanın özgürlüğünün inşa edildiği zemini gösterir. Bu insanın sorumluluk alanını belirleyen temel bir kıstası da içermektedir. Gücü ve iradesi ile gerçekleştirebileceği veya reddedebileceği her şeyden sorumludur. Bu sorumluluk onun özgürlük alanını imler.

Ama mesele bununla sınırlı olsa bu tek taraflı bir olguyu göstermiş olur. Meselenin ikinci yüzü ise; insanın edimlerinin yükselerek epistemik zeminden ontolojik zemine kavuşmasıdır. Bu da bize bir döngüselliği işaret eder. Yani ontolojide epistemeye yönelik yolculuk bir karşılık olarak epistemeden ontolojiye dönüşür. Böylece insanın edimlerinin epistemik karakteri ona ontolojik karakterden bir ‘karşılığı/mükafat ve ceza sağlamaya anlam kazandırır.

İnsan, anlam olarak kendi yaşamını anlamının tezahürü olarak sürdürdüğünde var olan ile ilişkisini olması gereken üzerinden gerçekleştirerek epistemenin alanından ontolojinin alanına yükselir. Bu yüzden Müslümanların salât/namazı miraçtır. Miraç, yükseliş anlamına gelir ki kul, ibadet ederek ilahi olana yönelerek yükselişe geçer. Bu insanın, düşünce ve eylem bütünlüğünün anlama büründüğü zaman ontolojik bir zemin kazandığını bize gösterir. Yani davranışı anlam üzerinden gerçekleştirdiğiniz zaman epistemik alandan ontolojik alana taşınmış olursunuz. O zaman ‘ilke’, hayatınızı belirleyen temel bir etmene dönüşür. İlke ise tartışmasız, karakter olarak ontolojik bir karaktere bürünür. İlkelerin farklılığı buna engel değildir. İşlevlerini dikkate aldığımızda ilke, nerede bulunursa bulunsun, hakikat olarak tecelli eder ve tezahür ederek mevcudu oluşturur. Burada hakikat ilkedir derken, Tanrısallığın değişimin odağında sabit bir nokta olarak var oluşunu da belirginleştirmiş oluyoruz. Çünkü değişim, salt bir değişim değildir. Değişim, ilkelerin varlığı üzerinden bağımlı bir değişmeye tekabül eder. İnsan, bu ilkeler üzerinden değişimi yönetir. Ya da değişime uyum sağlayarak değişimi içerden değişime zorlar. Her halükarda değişim, birden fazla iradenin devrede olduğu bir zemini işaret eder. Yaşam bu zemin üzerinden kurulur. İnsan, yaşamı kendi isteğine göre yeniden biçimlendirme imkânı kazanırken ilkeye yaslanır. Yani Yaratıcıyı yanında görmek ister.

Bu konudaki son sözümüz, Yaratıcı ile yaratılmış insan arasındaki ilişki karşılıklı iniş ve çıkışlarla sağlanmaktadır. Ontolojiden epistemeye, epistemeden ontolojiye sürekli bir iniş ve çıkış sağlanıyor. Bu yüzden insan, kendini bura ile sınırlı bir varlık olarak görmemelidir. O her zaman aşkınlığı içinde taşır. İnsan, bu aşkınlığı ile varlığın aşkınlığı arasında bir bağ kurarak varlığın salt varlık olmadığını idrak ederek aşkınlığını epistemeden ontolojiye yönelterek kendini saf hali ile gerçekleştirme şerefine nail olacaktır.

Kullandığımız dil ve bu dilin en önemli göstergesi olan kavramı da bu çerçeve içinde yeniden akletmeliyiz…



Anahtar Kelimeler:

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz