Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Türkiye’nin silah satışındaki artışla övünmeli miyiz?

İslam Özkan, politikyol.com’da “Türkiye’nin silah satışındaki artışla övünmeli miyiz?” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Türkiye’nin silah satışındaki artışla övünmeli miyiz?

Middle East Eye, Londra’da faaliyet gösteren ve Türkiye ile ilgili gelişmelere sayfalarında oldukça fazla yer veren bir internet sitesi. Site geçtiğimiz gün Türkiye’nin silah satışları ve bölge ülkelerinin savunma harcamalarında Ankara’nın giderek daha fazla yer almasıyla ilgili bir analiz yayınladı. Neden Afrika ülkeleri Türkiye’den silah almak için kuyrukta?” başlıklı analizde ilginç bilgiler yer alıyor.

Sitenin verdiği bilgilere göre Cezayir, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TAI) tarafından üretilen 10 adet Anka-S askeri uçağının satışında Türkiye’yle anlaşmak üzere. Cezayir’in komşusu ve rakibi olmanın yanı sıra Sahra bölgesinde ayrılıkçı güçlerle sorun yaşayan Fas ise, bir yıl önce Baykar’dan 13 adet Bayraktar TB2 silahlı insansız hava aracı sipariş etti.

2021’de Nijer, TAI’nin Hürkuş Turbo-prop eğitim/hafif taarruz uçağını sipariş eden ilk yabancı müşteri olurken Çad ve Libya da geçtiğimiz yıl uçak siparişi vermişti. TAI’nin genel müdür yardımcısının açıklamalarına göre şirket, Afrika’daki Hürkuşlar için çok daha fazla müşteri bekliyor.

Kasım 2021’de Nijerya, donanması için iki Türk yapımı Dearsan açık deniz devriye gemisi ve altı TAI T129 ATAK helikopteri sipariş ederken Etiyopya ayrıca 2021’de bir ara TB2 insansız hava araçları satın aldı ve bunları Tigray güçleriyle yaptığı savaş sırasında kullandı. En az on Afrika ülkesi de Türk yapımı zırhlı askeri araç siparişi vermiş durumda.

İşin garip tarafı, söz konusu makalede Türkiye’nin silahları satarken muhatap ülkeye insan haklarıyla ilgili herhangi bir koşul öne sürmemesi iyi bir şeymiş ve Türkiye’nin silah satışı için büyük bir avantajmış gibi sunuluyor. Hâlbuki Türkiye’nin bu silah satışıyla ilgili Arap isyanlarının artçı sarsıntıları nedeniyle zaten istikrar zaafı olan bölgede çatışmaları tetikleyecek olması, Türkiye’nin oynamaya çalıştığı alt emperyalist role itiraz edilmesi için yeterli bir neden. Yıllarca bölgesel gelişmelere müdahalesini mazlumları korumak olduğunu iddia eden bir ülkenin silah satışı konusunda insan haklarıyla ilgili zerre endişe duymaması ve bunu bir şart olarak ileri sürmemesi aslında AKP yönetiminin gerçek yüzünü ortaya koyan bir şey.

Hâlen Arap isyanlarının artçı sarsıntılarını yaşayan ve bu isyanların neden olduğu kaostan mustarip MENA (Ortadoğu), krizlerin ayaklanmalar şeklinde kendini dışa vurduğu 2011’den beri bir türlü kendine gelemedi. Suriye’de iç savaş sona ermiş gibi görünse de merkezi bir yapının kendi toprakları üzerinde egemen olamaması ve çatışmaların halen sürmesi, Libya’da ise siyasi uzlaşmanın bir türlü sağlanamaması istikrarsızlığın boyutlarını gösteren durumlar.

Mısır’da güvenlik sağlanmış gibi görünse de halk memnuniyetsizliğinin devamı ve yaygın insan hakları ihlalleri, cezaevlerindeki işkenceler güvenlik ve istikrarın sağlanamadığını gösteriyor. Irak’ta güvenlik sorunlarının hala devam etmesi ve IŞİD ve diğer selefi cihadi örgütlerin, eski yoğunluğunda olmasa da eylemlerine devam edebiliyor olmaları, Yemen’de ateşkese rağmen savaşın devam etmesi, bölgesel istikrarın yakın vadede sağlanabileceğine dair umutların kırılmasına yol açan örnekler.

Ayrıca Filistin sorununun çözümüne ilişkin beklentilerin belirsiz bir süreye kadar ertelenmesi, Lübnan’da gayrı insani durum ve pahalılık nedeniyle kitlesel göçlerin başlaması, durumların bütün bir bölgede katlanılmaz boyutlara geldiğini gösteriyor. Arap isyanlarının bitmiş olması, bölgenin durulduğu izlenimini verse de bu algının oldukça yanıltıcı ve bir yanılsamadan ibaret olduğu açık.

Meşru şiddet tekeli olma vasfı, her ne kadar ulus devletlere egemenlik alanı içinde düzenleyici ve istikrarı sağlayıcı bir işlev yüklese de egemenlik alanı dışında kalan yerlerde istikrar bozucu bir işleve dönüşmekte. Kaldı ki devletlerin egemenlik alanı içerisinde istikrar sağladığı, gücünü ne kadar meşru çerçevede kullandığı da netlikten uzak.

Peki böylesine istikrarsız bir bölgede bulunan Türkiye, barışın hamisi ve istikrarın güvencesi olduğunu iddia etse de gerçekte bugüne kadar istikrar ve güvene katkıda mı bulundu yoksa başka bazı ülkelerle birlikte destabilizasyonu mu besledi?

Elbette otoriter bölge ülkelerinde değişimi talep etmek istikrarsızlığı besliyor olmanın tek başına kanıtı sayılamaz. Ancak bu amaca yani bölge ülkelerinin otoriter/totaliter yönetimlerde değişim hedefinde izlenecek yöntem oldukça önemli. Bir ülke ya da bölgesel bir güç, değişimi silahlı şiddet üzerinden gerçekleştirmeye kalkıyor, silahlı ayaklanmaları destekliyor ya da doğrudan işgal sayılabilecek yöntemler kullanıyorsa destabilizasyonu besliyor demektir.

Türkiye, barışın hamisi ve istikrarın güvencesi olduğunu iddia etse de gerçekte bugüne kadar istikrar ve güvene katkıda mı bulundu yoksa başka bazı ülkelerle birlikte destabilizasyonu mu besledi?

Zira bölgeye yönelik dışardan gelen hiçbir askeri operasyon ya da işgal, bölgeye huzur getirmedi. Öte yandan Arap Baharı’nın ortaya çıkarmış olduğu istikrarsızlık ve çatışma dalgaları, devletlerin geleneksel refleksi olan silahlanmayı hızlandıran bir unsura dönüştü. Peki, silahlı çatışmalarla ilgili en stratejik rolü oynayan silah satışlarını, diplomasiyi bölgenin istikrarı için değil istikrarsızlığı derinleştirmek, kendi nüfuzunu yaymak ve bölgeye hâkim olmak için kullanmasına ne demeli? Bunlar da en az çatışmaları desteklemek ve savaşları körüklemek kadar olmasa da farklı bir boyutta destabilize edici ve kötücül faktörler değil mi?

Bölgede değişim istemeyen kimse yok gibi ama bunun daha makul ve uzun vadeli yöntemleri yerine doğrudan askeri müdahale gibi aceleci ve sağlıksız yöntemler tercih etmek başta ABD olmak üzere tüm küresel ve bölgesel güçlerin en büyük günahı. Hâlbuki bütün siyasi yapılar, halkı ve sivil yapıları güçlendirmek, ülke refahını artıracak alanlara yatırım yapmak, ülkeleri barışçıl yollarla insan haklarına saygı göstermeye teşvik etmek, kendi müttefiki de olsa yolsuzlukçu yönetimlerle çalışmayı bırakmak, diplomasiyi bölgenin refahı ve istikrarı için kullanmak gibi yöntemler varken neden askeri seçenek tercih ederler anlamak mümkün değil. Tabii ki anlıyoruz, işlerine böyle geldiği için. Ama uzun vadede kendileri de zarar görüyorlar farkında değiller. Örneğin Suriye’deki bir istikrarsızlığın bölgesel değil küresel ölçekteki etkilerini Avrupa’nın göbeğindeki DAİŞ saldırılarında gördük. ABD’nin bölgeyi dizayn çabaları ve Suriye’yi karıştıran politikaları, tahripkâr sonuçları sadece bölge ülkeleriyle sınırlı olmayan olaylara yol açtı. Dolayasıyla dar görüşlülük ve vizyonsuzluk sadece Ortadoğu ülkelerine has bir durum değil, buradan bu çıkıyor.

 

Kaynak: farklı bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz