Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Türkiye ve Ortadoğu

Ali Akgün Yazdı;

Türkiye ve Ortadoğu

Türkiye’nin son iki yüzyıldır geçirdiği değişimi nasıl anlamalıyız? Osmanlı, 18. Yüzyıldan itibaren Avrupa’nın yörüngesine girdi. Bir Osmanlı münevveri ve devlet adamı (1913-1917 Hariciye Nazırı ve Sadrazamı) olan Sait Halim Paşa, Osmanlı ve Batı ilişkilerini Müslümanca bir bakış açısıyla şöyle değerlendirir: ‘Osmanlı cemiyeti asırlarca önce teşekkül ederek, büyük ve herkesçe malum bir medeniyet meydana getirmiş, dünya tarihinde mühim bir vazife ifa etmiştir…Bugünkü geriliğimiz varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu bilmeyişimizin neticesidir. Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etme lüzumunu duyduk. Bu düşünce nasıl olduysa ‘Bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir’ gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur…Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti onların tam olarak İslamlaşmalarına bağlıdır…İslamiyet’in kendine has inançları, bu inançlara dayalı ahlak nizamı ve ahlakından doğmuş bir sosyal hayat anlayışı vardır. Bu bütünlüğün tabii bir neticesi olmak üzere, yine tamamen kendine has olan birtakım siyaset kaidelerine sahiptir. İslamiyet kusursuz bir bütün teşkil eden bütün bu esasları dolayısıyla, en mükemmel ve en olgun insanlık dinidir.’[1]

1923’te Cumhuriyet ilan edilir. Cumhuriyetin ilk yirmi yılında ‘ulus devlet’ anlayışı çerçevesinde bir dizi reform gerçekleştirilir: Alfabeden giyime, medeni hukuktan eğitime kadar birçok alanda köklü değişiklikler yapıldı. Bu şekilde ulaşılmak istenen hedefin batılı düşünce ve yaşam tarzını benimsemiş bir toplum meydana getirmek olduğu ifade edilebilir.

1945’ten sonra ise siyasette yeni bir ‘dalga’ gözlenmektedir: ABD’nin kontrolünde, Türkiye’de görünüşte ‘anti-komünizm üzerinden şekillenen’, gerçekte ise bizim düşündüğümüz Ortadoğu’da filizlenen İslami hareketi manipüle etme amaçlı bir ‘reislamizasyon’ dalgası. Merkezi tutan, ülkenin geleceğini ve kendi varlıklarını ABD’ye bağlamış olan, laik seküler güçler eliyle yapılan bu yeniden ‘İslamlaştırma’ hadisesinde, Türkiye’de sanki ‘siyasal İslam’ kuvvet kazanıyormuş gibi bir görüntü veriliyor: İmam hatip okulları açılıyor, ezan Arapça okunuyor, Müslüman kardeşlerin ileri gelenleri davet ediliyor vb. (Halbuki Türkiye’de bugüne kadar hiçbir şekilde ‘Müslüman Kardeşler’ çizgisinde bağımsız bir yapılanmaya izin verilmemiştir) Hakim güçler birdenbire hidayete mi eriyorlar? Ya da dış destekli bir program mı söz konusudur? Örneğin 1982’de ve 2011’de Suriye’de ve 2012’de Mısır’da olduğu gibi, ‘Müslüman Kardeşler’ kitlesini ABD’nin istediği biçimde manipüle edecek kadroları yetiştirecek bir vasat mı hazırlanmaktadır?

 

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E

Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası içinde batılı olmayan diğer bütün ülkeler arasında, Batı ile teması en uzun ve ona en yakın ülkedir. Batı ile ilişkileri belli dönemlerde farklı şekillerde seyretmiştir. Şu bir gerçektir ki; Osmanlı Türkleri kimliklerini büyük ölçüde İslam’la özdeşleştirmişlerdi. ‘Hatta bir bakıma Türk ismi ve onun atıfta bulunduğu varlık bile İslami niteliktedir. Tarihsel Türk milleti ve kültürü, hatta bir ölçüde Türk dili son bin yıl içinde var olduğu şekliyle tamamen İslamiyet’in içinde doğmuştur’.[2] Osmanlı devleti, kuruluşundan yıkıldığı zamana kadar kendini İslam inancının ve kudretinin yayılışına ve savunusuna adamış bir devlet olmuştur.

Batı’nın Osmanlı üzerindeki etkisi başlangıçta ‘top, havan, ateşli silahlar’ gibi harp sanatlarıyla ilgili buluşların alınıp uyarlanmasıyla sınırlı kalmıştır. İlk Türk matbaası 1727’de kuruldu. III. Selim silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesi meselesine yönelik olarak ‘yeni kara ve deniz harp okulları açtı. Fransız kaynaklardan yabancı eğitmen ve teknik elemanlar temin etti.’[3]

1.Mahmut döneminde 1826’da yeniçerilik kaldırıldı. III. Selim gibi Sultan Mahmut da eğitim faaliyetlerine önem verdi. Avrupa’daki askeri okullara Türk öğrenciler gönderildi. II. Mahmut siviller için de devlet memuru ve tercüman yetiştirmek amacıyla, ‘rüştiye’ ismini verdiği okullar tasarladı.’[4]

Sultan Mahmut, tahtın hükümranlık alanının genişlemesini temin eden adımlar attı. Yeniçeri ocağının ilgası ve ulema sınıfını zayıflatan (vakıfların hükümet denetimine tabi kılınması gibi) birtakım düzenlemeler, padişahın gücünü sınırlayan bu unsurların ortadan kaldırılması amacıyla yapıldı. Avrupa’nın güç ve ihtişamının II. Mahmut üzerinde oluşturduğu tesir de belirgindir. Önce ordu mensuplarını daha sonra da sivilleri kapsayan kıyafet reformu ilan edildi. Avrupa’nın toplumsal davranış biçimleri taklit ediliyordu. Bu reformların, Cumhuriyet döneminde yapılan değişikliklerden ayırt edici bir yanı şudur: Osmanlıda yapılan bu değişiklikler sınırlıdır ve neticede Türk halkı İslam dairesi içinde ve İslam ahkamına göre yaşamaya devam etmektedir. 1922’de ise rejim değişmiştir; İslami kavrayış terkedilmiştir.

Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin ortaya çıkması toplumsal yapıyı değiştirmiştir. Burjuvazi ve aristokrasi arasındaki eşitsizlik ve çatışma Fransız ihtilaline zemin hazırlamıştır. Dünya sistemi, sanayi devrimiyle birlikte gelişen burjuvazinin aristokrasiyle olan mücadelesinin sert güç unsurlarının yönünü Fransızlara çevirmiştir. 1789’da ihtilal Fransa’da gerçekleşir; Fransız ihtilali krallık ve Katolik kilisesi karşıtı bir anlayışa sahiptir. Eşitlik, hürriyet, milliyetçilik ve laiklik düşünceleri benimsenir.  Devlet sisteminde ne krallığın ne de Hıristiyanlığın yeri yoktur artık. Toplumsal eşitliği merkeze alan laik bir yaklaşım hakimdir.

Avrupa’ya giden Türk öğrenciler kendi ülkelerinin yoksulluğu ile Avrupa’nın zenginliğini kıyasladılar. Bu durumun nedenleri üzerine kafa yordular. Batı’nın başarısının sırrını aradılar. Bu sırrın teknik araçlar, fabrikalar, okullar olduğunu düşündüler. Bunların alınmasıyla Batı’nın gücüne ve zenginliğine ulaşılabileceği hayal edildi. Genç Türkler (Jön Türkler) Batılı öğretmenlerden ders alan, Batı dillerini bilen insanlardı. Avrupa’ya gittiklerinde Avrupai yaşam ve idare tarzı çekici geliyordu. Türkiye’ye döndüklerinde insan haklarından ve hürriyetin getirdiği haklardan söz açtıklarında, Fransa’dan alınmış yeni fikirleri ifade ediyorlardı. Yazılarında Avrupa tarzı idareden, kanun karşısında eşitlik ve hürriyetten bahsediyorlardı.

1.Mahmut 1839’da ölür, tahta on altı yaşındaki Abdülmecit geçer. Aynı gün Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat) ilan edilir.[5] Askeri, mülki ve hukuki alanda hayata geçirilen değişiklikler ve sonrasındaki gelişmeler devlet ve toplum yapısını çok yönlü bir biçimde etkiler. Özellikle gayri Müslimlere verilen imtiyazlar geleneksel yapıyı sarsmıştır.

Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi aydınlar 1867’de hükümete karşı bir muhalefet hareketi olan yeni Osmanlılar hareketini başlatırlar.

Ziya Paşa yazılarında; bir millet meclisi kurulmasını tavsiye eder. Başlangıçta sınırlı yetkileri olan böylesi bir meclisin ülkeyi medeni ülkeler seviyesine taşıyacağını ifade eder. Bu meclis, içindeki farklı görüşlerin çarpışmasıyla hakikatin meydana çıkmasına zemin hazırlayacaktır; sorumluluk sahibi devlet adamları eylemlerini eleştiriye ve muhalefete açmak zorunda kalacaklardır.

1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi, bir İslam ülkesinde batılı tarzda hazırlanmış ilk anayasadır. Amaç Avrupa’nın ve reform yanlılarının desteğini alabilmektir. Osmanlı tarihinde ilk kez gerçekleşen genel seçimler neticesinde seçilen vekillerle ilk Osmanlı meclisinin 19 Mart 1877’de açılmasıyla I. Meşrutiyet dönemi başladı. II. Abdülhamit, meclisle yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle, 14 Şubat 1878’de meclisi feshetti.

Abdülhamit otuz yıl imparatorluğu, otoritesini herhangi bir şekilde paylaşmadan yönetti. Sultan reformların devam etmesinden yanaydı. Önceki padişahlar zamanında başlayan, ilk adımı atılmış veya tasarı olarak kalmış olan şeylerin birçoğu onun döneminde gerçekleştirildi. Padişahın reformlarında önemli bir rol oynayan Mehmet Sait Paşa, 1880’de Sultan’a arz ettiği, imparatorluğun ihtiyaç duyduğu reformlar üzerine yazdığı risalesinde şöyle söylemektedir:

‘Bu durumu düzeltmek için ilk olarak ve öncelikle halk eğitimini geliştirecek ciddi ve güçlü bir çaba harcanmalıdır. Halk eğitimi yaygınlaşmadığı sürece imparatorluğun dahili ve harici işlerini makul biçimde idare etmeye muktedir hiçbir yönetici çıkmaz. Ayrıca kamu yasalarını adaletli biçimde idare edecek hiçbir hakim, orduyu yetkin biçimde yönetecek hiçbir kumandan ve ekonomik ilkelere uygun olarak gelir kaynaklarını yönetip arttıracak hiçbir mali uzman da olmaz. Halkın zenginliğine ve refahına hizmet eden bu kurumların ve faaliyetlerin hiçbiri eğitim yaygınlaştırılmadığı sürece hayata geçirilemez…’[6]

Bu dönemde en etkileyici başarı yüksek öğretim alanında gerçekleşmiştir. Önceki yıllarda açılan mülkiye, harbiye, bahriye ve mühendishane gibi okullar genişletilerek devam ettirildi. ‘Abdülhamit ilave olarak en az on sekiz yeni yüksek ve mesleki okul daha açtı. Bunların arasında maliye, hukuk, güzel sanatlar, ticaret, sivil mühendislik, veteriner, polis, gümrük ve yeni bir tıp okulu sayılabilir. 1900 yılında, daha sonra İstanbul Üniversitesi olan, Darülfünun açıldı. Modern ilköğretim rüştiyelerde veriliyordu. Abdülhamit döneminde rüştiyeler imparatorluğun 29 vilayetinin tümünün merkezinde, 6 bağımsız mutasarrıflıkta ve birçok kaza merkezinde açıldı. Orta öğretim kurumu olan idadiler kuruldu. Aynı zamanda askeri okul ağı genişletildi.’[7]

Hukuki reformlar gerçekleştirildi. Müslüman ile gayrimüslim davacılar arasında muhakeme yapabilmek amacıyla kurulmuş karma mahkemeler olan Nizamiye mahkemelerinin işleyişi düzenlendi. Ahmet Cevdet Paşa önderliğinde bir heyet tarafından, sivil kanunları ve sivil işleyişi kapsayan Mecelle hazırlandı.

Ciddi bir gelişme de demiryollarında oldu. Türkiye’deki demiryolu ağı birkaç yüz milden birkaç bin mile çıktı. Şam’ı Medine’ye bağlayan ‘Hicaz Demiryolu’ ve İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan ‘Orient ekspres’ önem kazandı. Yeni iletişim aracı telgraf yaygınlaştırıldı.

Abdülhamit dönemi aslında bir restorasyon dönemidir. Sultan elindeki imkanlarla devleti korumaya çalışmıştır. Ama öte yandan batılılaşma hızlanır. Yabancı sermaye ülkeyi işgal eder; Hıristiyan ve yabancı burjuvazi her geçen gün biraz daha zenginleşir. Yerli basına sansür uygulanmaktadır ama yabancı neşriyat serbestçe girmektedir. Avrupa destekli propaganda Abdülhamit’i devlet ve millet düşmanı ilan eder. ‘Jön Türk’ ismini alan Abdülhamit karşıtı ihtilalciler Batı’dan himaye görmektedirler. Makedonya’da ihtilalci bir cemiyet kurulmuştur: İttihat ve Terakki (1889). Türk subay ve memurlarından teşekkül eden bu cemiyetin gayrimüslim üyeleri de vardı; cemiyet fran-mason, bilhassa Yahudi fran-masonlar tarafından destekleniyordu.[8]

1908 Temmuz’unda ihtilal gerçekleşti. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de meşrutiyetin tekrar yürürlüğe girdiğini ilan etti. 1875 Kanun-u Esasi’sine uygun olarak bir millet meclisi kuruldu. Yeni hükümet oluştu. 13 Nisan 1909’da (Rumi takvime göre 31 Mart 1325’te vuku bulduğu için ‘31 Mart Vakası’ şeklinde ifade edilir) İstanbul’da hükümete karşı meydana gelen isyanları bahane eden ittihatçılar Selanik’te toplandılar. Askeri kuvvetleri payitahta yolladılar. İstanbul kuşatıldı ve aşağı yukarı tek kurşun atılmadan şehir ele geçirildi. Çünkü Abdülhamit herhangi bir direnişte bulunmayı reddetmişti. İttihat ve Terakki iktidara kuruldu. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderildi. İhtilalin akabinde Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Girit Yunanistan’la birleştiğini duyurdu. Abdülhamit’in denge diplomasisinin terkedilmesi ve balkan devletlerinin kendi aralarında Osmanlı devletine karşı birleşmeleri Avrupa Türkiye’sinin kaybedilmesine sebep olacaktır.

İkinci meşrutiyet yönetimi ilkinden daha uzun sürdü; ancak o da düş kırıklığı ve başarısızlık ile nihayete erdi. Anayasanın yürürlükte kalmış olmasına ve seçimlerin yapılmasına karşın yönetim yozlaşarak Jön Türk liderlerinin bir tür askeri oligarşisine dönüştü. İttihatçıların iktidarı Osmanlı imparatorluğunun 1918 yılındaki yenilgisiyle sona ermiştir.

Haçlı-Siyonist güçlerin emelleri Osmanlı imparatorluğunu ve Hilafeti ortadan kaldırmaktı. Ortadoğu’da petrolün konumunun bilinmesinden sonra, emperyalistler bölgedeki çıkarlarını azami ölçüde korumak için İslam ülkeleri üzerindeki hedeflerine ulaşmak istiyorlardı. İttihat ve Terakki eylemleri emperyalistlerce destekleniyordu. İttihatçılara göre ise Sultan’ın idari, iktisadi ve diplomatik hataları yüzünden devlet zayıf duruma düşmüştü. Yeni yönetim bu hatalara düşmeyecek, Osmanlı imparatorluğu eski gücüne tekrar kavuşacaktı. Ama netice tam aksi oldu.  Enver, Talat ve Cemal Paşa önderliğindeki ittihatçıların izlediği politikalar Osmanlı imparatorluğunu hem içerde ve hem de dışarda yıkıma götürdü.

1918 Temmuz’unda Vahdettin tahta geçti. İttihatçılar yurt dışına kaçtı. 29 Ekim’de Mondros mütarekesi imzalandı. Ülke itilaf kuvvetlerince işgal edildi. Anadolu’da Milli Mücadele başladı. 1919 yılında, 23 Temmuz’da Erzurum ve 4 Eylül’de de Sivas kongreleri yapıldı. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da Osmanlı Meclisi son kez toplandı. İki hafta sonra Mecliste, Erzurum ve Sivas bildirgelerine dayanılarak ve toprak bütünlüğü ve milli bağımsızlık gibi temel talepler dile getirilerek Misak-ı Milli kabul edildi. 23 Nisan 1920’de temsilciler, Büyük Millet Meclisi adıyla Ankara’da toplandılar. Ağustos 1922’de Dumlupınar zaferi ve 9 Eylül’de İzmir’in tekrar alınmasıyla işgalcilerin ülkeden kovulması ve Anadolu’nun yeniden fethi tamamlandı. Barış konferansı 20 Kasım 1922’de Lozan’da başladı. Antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu durum Türk Milli Misakı tarafından öngörülen taleplerin önemli bir bölümünün uluslararası ölçekte tanınması anlamına geliyordu.

Ankara’da Büyük Millet Meclisinde daha 20 Ocak 1921’de ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilmişti. Bu kanun ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır,’ ilkesini beyan ederek başlıyordu. Ardından gelen maddelerde ‘icra kudretine ve kanun yapma yetkisine sahip olan ve milletin tek ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’ denilerek Ankara’daki Meclis’in konumu belirlenmekteydi.[9]

1 Kasım 1922’de Meclise bir yasa teklifi geldi. Buna göre saltanat ve hilafet birbirinden ayrılacak ve saltanat kaldırılacaktı. Bundan böyle artık padişah olmayacak, bir şehzade hilafet makamına geçecek, ancak yetkileri siyasi değil dini olacaktı.  

Teklif mecliste kabul edildi. Saltanat kaldırıldı. Hilafet hukuk ve nüfuzundan tecrit edilip hükümsüz hale getirildi. Osmanlı nihayete erdi. Yeni bir rejim tesis edildi.

Cumhuriyetin kuruluşuyla hukuk, eğitim, yazı, dil alanında ve genel olarak yaşam biçiminde köklü değişiklikler gerçekleştirilmiştir.[10] ‘Şeriat mahkemelerinin kaldırılmasının ardından 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni kanunu, laiklik ilkesinin tümüyle uygulamaya konulduğunun açık bir göstergesidir. Medeni kanunun, kanunları son dinsel temellerinden de koparıp laikleştirdiği söylenebilir.[11] 1928’de Anayasa’da yer alan ‘Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır’ ifadesi kaldırılır.

 

İHVAN VE ORTADOĞU

Emperyalist güçler Ortadoğu’da bir Yahudi devleti kurmaya karar vermişlerdir. Osmanlı hilafeti bu konuda bir problem olarak görülüyordu. Problem ortadan kaldırıldı. 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Türkiye 1952’de NATO’ya katıldı. Türkiye laik rejimiyle, ikinci dünya savaşıyla birlikte merkezi İngiltere’den ABD’ye taşınmış olan, yeni dünya sisteminin bir parçası oldu.

Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi, özgünlüğü, uygulanabilirliği ve fikirlerindeki kuşatıcılık sebebiyle çok farklı bir harekettir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle: ‘İhvan Hasan el-Benna’nın dehasının örnek eseridir. İhvanın düşmanları zaman zaman bu muhteşem ağacın köklü sandıkları bir dalına sarılıp onu kendilerine çekmekle ağacı da toptan kendilerine çekebilecekleri veya ağacı kökten söküp atabilecekleri hayaline kapılmışlardır. Ama kaslar gerilip de iş o noktaya geldi mi sarıldıkları aynı dal ellerinde yapraksız, meyvesiz kupkuru odun parçasına dönüşüvermektedir; el-Benna gittikten sonra bile büyümesini, gelişmesini sürdüren inşa dehasının eseridir bu.[12]

ABD Başkanının Ortadoğu özel temsilcisi Johnson tarafından Filistin Meselesi ve Ürdün nehrinin suyunun Araplar ve Yahudiler arasında taksimi gibi ihtilaflı konuların çözüme kavuşturulması için hazırlanmış ve ABD başkanı tarafından da onaylanmış raporun son cümlesi şöyle idi:

‘Müslüman Kardeşler hareketi, Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde üye sayısı milyonu aşan tutucu ve silahlı en güçlü teşkilattır. Söz konusu topluluk mevcut gücünü koruduğu sürece, bu çözüm önerilerini uygulamak mümkün olmayacak ve Ortadoğu’da işler kesinlikle istikrara kavuşmayacaktır.’[13]

Halihazırdaki rejimlerle İslam ahkamının tatbik edildiği bir toplum ve devlet kurmayı hedefleyen İslami hareket arasında bir uzlaşma imkansızdır. Sömürgeciler ve Emperyalistler, vahyin ışığını taşıyan İslami hareketi sindirememişlerdir.

İhvan hareketinin Mısır ve Suriye gibi ülkelerde geniş kitleler tarafından benimsenmesi ve 1947-48 Arap-İsrail savaşında İhvan üyelerinin oluşturdukları birliklerin elde ettiği başarı Yahudiler ve dostlarında bir endişe meydana getirdi. İhvan hareketi ve temsil ettiği dünya görüşü, İsrail’in varlığı ve Batının çıkarları açısından bir tehdit olarak görüldü. 6 Aralık 1948’de İngiltere ve Fransa büyükelçileri ile ABD Maslahatgüzarı bir toplantı düzenlediler. Toplantıda Müslüman Kardeşler cemaatini feshetme kararı aldılar ve uygulamaya koyması için kararlarını Mısır Başbakanına bildirdiler. Mısır yönetimi 8 Aralık 1948’de Müslüman Kardeşler cemaatini feshetme, bütün mal varlığına el koyma ve önde gelenlerini hapsetme kararı aldı. 12 Şubat 1949’da Hasan el-Benna şehit edildi. Mısır Kralı Faruk, Filistin’deki İhvanın askeri birliklerine katılan gençleri tutuklattı. Krallık sonrası dönemde de Cemal Abdünnasır tarafından üzerine gidilen ve yok edilmeye çalışılan İhvan üyelerinden tutuklu olarak mahkemeye çıkarılanlara sorulan soru şuydu: ‘Filistin savaşına katıldın mı?’ Cevap evet olursa hüküm hazırdı: İdam veya ömür boyu ağır işlerde çalıştırılmak üzere zindan.[14]

 

İSLAM’A KARŞI İSLAM’

ABD, 2. Dünya savaşının ardından yeni bir sistem inşa etti. Stalin yönetimindeki SSCB’nin Polonya, Bulgaristan, Romanya ve diğer savaş yorgunu Doğu Avrupa ülkelerini işgal etmesini ve acımasızca sömürmesini kabul etti. 1943’te Tahran’da yapılan ve Roosevelt, Stalin ve Churchill’in katıldığı toplantıda bu şekilde bir karar alındı. Doğu Avrupa ülkeleri bizzat ABD tarafından Sovyetler Birliği’ne altın tepside ikram edildi. SSCB dünya sisteminin önemli bir parçası oldu.

Yeni dünya sistemi Sovyet Rusya’nın özellikle Mısır ve Suriye gibi (İhvanın etkili olduğu) Arap ülkelerinde etkin olmasını sağladı. Laik Arap milliyetçiliğiyle birlikte sosyalist ideoloji, Sünni Arap kitlelerini İslam’dan uzaklaştırma aracı olarak, Nasır ve Esat gibi ‘atanmışlar’ eliyle tatbik edildi.

ABD bölgedeki çıkarlarını korumak adına çeşitli stratejiler geliştirir. Örneğin ‘İslam’a karşı İslam’ projesi: Bu şekilde İslam topraklarında İslam’ı İslam ile etkisiz kılmayı amaçlamaktadır. Bu bir Sünni-Şii kamplaşması biçiminde de olabilir; yapılandırılmış örgütler vasıtasıyla çatışmalar şeklinde de ortaya çıkabilir; Müslüman Kardeşler hareketini ve emperyalistlere direnen Sünni kitleleri, sistemle birlikte çalışan ‘Müslüman’ liderler ve ülkeler eliyle zayıflatmak ve geriletmek için planlar yapılmakta ve uygulanmaktadır. İslami hareketin ve Mısır ve Suriye gibi ülkelerin manipülasyonu konusunda Türkiye’nin özel bir konumu vardır.

Behlül Özkan bir yazısında[15], Almanya’nın Ankara büyükelçisi Rudolf Thierfelder’in 3 Ağustos 1969 tarihli bir raporundan söz eder: Raporun başlığı çarpıcıdır: ‘Türkiye’de Reislamizasyon’, yani ‘Yeniden İslamlaştırma’. Alman büyükelçi İslamcıların başrolde olduğu, sol ve laiklik karşıtı gösterileri şöyle sıralar: Temmuz 1968 Konya olayları, Şubat 1969 İstanbul’daki ‘Kanlı Pazar’ eylemleri, Mayıs 1969 Yargıtay başkanı İmran Öktem’in cenazesinin basılması, Temmuz 1969 Kayseri olayları. Thierfelder bu eylemlerin Türkiye’de bir ‘Reislamizasyon’ sürecinin sonucu olduğuna dikkat çekerek, bunun öznesinin kim olduğuna dair bir sorgulama yapar. Büyükelçiye göre Türkiye’de, sol kesimlerin iddialarının aksine, Demokrat parti ve Adalet partisi reislamizasyon sürecinin baş aktörü değildir. Hem Menderes hem Demirel, İslamcılığı desteklememişler ama engellememişler de. Thierfelder 1945-50 arasında CHP politikalarından örnekler vererek, reislamizasyonun önünün bu dönemde açıldığını vurgular.’[16] Özkan, 1945-1950 arasında bundan böyle Köy Enstitüleri’nin yerine din derslerinin ve İmam Hatip kurslarının desteklenmesini; CHP iktidarında başlatılan yeniden ‘İslamlaştırmaya’ örnek olarak verir.[17]

Özkan, süreçle ilgili belgeler aktarır: ‘Ant dergisi 19 Mart 1968’de ‘Milli İstihbarat’ raporlarına dayanarak Türkiye’de reislamizasyonun detaylı haritasını çizer. Basın, siyaset, sivil toplum örgütleri, ekonomi ve devlet kurumlarında kilit yerlerde bulunan isimlerin ‘tavandan tabana iktidara hakim olma yolunda oldukları’ iddia edilir. İhvanın kurucusu Hasan el-Benna’nın damadı Sait Ramazan 1950’de Türkiye’ye gelerek Diyanet İşleri Başkanı Hamdi Aksekili ile görüşmüş ve 10 Kasım 1950 Cuma günü Fatih camiinde Cuma namazında cemaate bir konuşma yapmıştır. Arapça verdiği hutbe Türkçeye tercüme edilir. Sait Ramazan gazetecilerle yaptığı sohbette ‘Türkiye’ye gelmeden evvel, memleketinizde İslamlığın zerresi dahi kalmadığı hakkında birçok menfi propagandalara şahit olmuştum. Fakat şimdi bu propagandaların tamamen yalan ve iftiradan ibaret olduğunu bizzat görmüş bulunuyorum’ diyordu. Sait Ramazan’ı Türkiye hakkında bu kadar olumlu konuşmaya sevk eden gördüğü yakın alaka ve teveccühtü.’[18] Türkiye’de halkta karşılığı yüksek İslami bir harekete asla izin verilmezken, henüz 1950’de neden (Benna’nın damadı ve İhvanın diğer ülkelerle ilişkilerinde temsilcisi) ‘Sait Ramazan böyle karşılandı ve ağırlandı? Mısır’da 1948’de Müslüman Kardeşler teşkilatı kapatılmış, varlıklarına el konulmuş ve önderleri Benna 1949’da şehit edilmişti; bu geçiş döneminde fikirlerine bir sığınak ve dost yüzler arayan, ülkesinden çıkarılmış Sait Ramazan’a; ‘Müslüman’, sıcak bir fotoğraf gösteriliyordu. Aldatmaya yönelik bir fotoğraftı bu. ABD ve müttefiklerinin esas hedefi ise İhvan hareketini ve İsrail’e karşı mücadele eden Sünni Arap toplumunu son kertede yok etmekti.  Türkiye’deki ‘müesses nizam’ (askeri-istihbarat bürokrasisi) eliyle operasyonlar devam etti. Özkan şöyle ifade etmektedir; ‘Kendisini ‘Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım’ diye tanımlayan Fuat Doğu döneminde; bilahare Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına kadar yükselen Yaşar Tunagür,  Seyyid Kutub’un ilk Türkçe çevirisini ‘İslam’da Sosyal Adalet’ eseriyle 1962’de gerçekleştirdi.’[19] ‘1982 Hama katliamından önce (1980-83 arasındaki dönemde) Türkiye’deki ‘müesses nizamın’ İhvana göz yumduğu, Suriye’deki iç savaşın (Hama ayaklanmasının) önünü açtığı ifade edilmektedir. 1980’lerden itibaren Yalova, İskenderun, Mersin’de Müslüman Kardeşlerin güvenlik birimlerinin gözetiminde kaldıkları kamplar olduğu basına yansımıştır…Müslüman Kardeşler 3 koldan Suriye’ye sızmışlar: Kilis, Reyhanlı, Yayladağı. Yani 1982 Hama ayaklanması ve 2011 Suriye iç savaşında Türkiye sınırından aynı yollar kullanılmış… 2011 sonrası Suriye’ye yönelik olarak Müslüman Kardeşleri merkeze alan ve Suriye’de rejimi devirmek için muhalefeti silahlandıran dış politikanın bir benzeri 1980’lerde uygulanmış.’[20] 1982’de Suriye’de 60 bin civarında insanın katledildiğini ve İhvanın Hama kıyamında yalnız bırakıldığını; ‘Arap Baharı’ sürecinde ve günümüzde de Suriye’deki Sünnilere karşı girişilen katliam ve sürgünleri göz önünde tutarsak; ABD-İsrail ittifakının stratejisinin başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Planlanan oyun (birinci perdede İhvan hareketi gönüllüleri destek vaadiyle meydana çıkarıldılar ve ikinci perdede katliam başlayınca yardım sözü verenler vazgeçtiler; Müslüman Kardeşler cellatlara teslim edildiler) ‘asker’ veya ‘sivil siyasetçiler’ eliyle aynı şekilde tatbik edilmektedir. Hedef İsrail’in topraklarını daha da genişletmesi ve büyümesi için; bu konuda mani olarak görülen Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler hareketi ve Sünni Arap toplumunun ortadan kaldırılmasıdır.

 

SONUÇ YERİNE

ABD ve müttefikleri İslam ülkelerindeki yerel güçlerle iş birliği yaparak Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Filistin ve Mısır gibi ülkelerdeki hedeflerine ulaşmaktadırlar. Amerika’nın Afganistan ve Irak işgali bu nedenle çok önemlidir. ABD Afganistan’da ‘İslami görünümlü’ örgütler meydana getirerek ve onları hedeflerine uygun yapılandırarak ve Irak’ta Sünni-Şii ayrışmasını pekiştirerek; Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyacak bir ‘köle düzeni’ oluşturmaktadır. Irak, Lübnan ve Yemen Şiilere teslim edilmiştir. Libya’da bir kaos meydana getirilmiştir. 2013’te Mısır’da darbe yapılmış ve İhvan kitlesi katledilmiştir. Tunus’ta 2021’de Cumhurbaşkanı Said ordu desteğiyle İslami harekete karşı bir darbe gerçekleştirmiştir. Suriye’deki Sünni Araplar da katliam ve sürgünlerle tarihten silinmekte ve neticede ülke dini ve etnik azınlıkların eline bırakılmaktadır.

ABD ve İsrail’in İslam’a karşı İslam’ projesi devam etmektedir. Emperyalistler emellerine tek tek erişmektedirler. İslam dünyası (artık kaldıysa böyle bir dünya) ABD’nin işgali altındadır: Çözülüyoruz, dağılıyoruz, tükeniyoruz. Bölünme hem zihinlerde ve hem de gerçeklikte çok ileri boyutlardadır. Öte yandan Haçlı-Siyonist ittifakı İslam aleminin kalbine vuracağı son bir darbe ve Ortadoğu’daki Müslüman direnişçileri tamamen yok edecek bir çarpışma için hazırlanmaktadır.

 

KAYNAKÇA

  1. Cemil Meriç, Kırk Ambar cilt 2, İletişim yay., İstanbul 2017
  2. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş yay., Ankara 2020
  3. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yay., İstanbul 2018
  4. Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017
  5. M. M. Gadban, Müslüman Kardeşler, Seyyid Kutub ve Gelecek, der. Asım Öz, Pınar yay., İstanbul 2017
  6. Dr. Abdullah Azzam, Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS, çev. Ahmet Varol, Ravza yay., İstanbul 2009
  7. Behlül Özkan, Türkiye’de reislamizasyon, Müslüman Kardeşler ve CIA, Yetkin Report, 10 Haziran 2020
  8. Behlül Özkan, Film gibi bir Müslüman Kardeşler ve Suriye Hikayesi, Yetkin Report, 2 Mart 2020
  9. Behlül Özkan, Soğuk Savaşta Türkiye Müesses nizamı ile Siyasal İslam’ın Kutsal İttifakı, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni: Ordu, Sermaye, ABD, İslamizasyon, Der. B. Özkan-T. Gürakar, Tekin yay., İstanbul 2021

                             

[1] Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İz yay., İstanbul 2020, s. 97, 101, 185

[2] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş yay., Ankara 2020, s.13

[3] Bernard Lewis, a. g. e. s.56

[4] Bernard Lewis, a. g. e., s.118

[5] Cemil Meriç, a. g. e., s.137

[6] Bernard Lewis, a. g. e., s.344

[7] Bernard Lewis, a. g. e., s. 247

[8] Cemil Meriç, a. g. e., s.169

[9] Bernard Lewis. g. e., s. 346

[10] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yay., İstanbul 2018, s.521

[11] Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017, s.148

[12] M. M. Gadban, Müslüman Kardeşler, Seyyid Kutub ve Gelecek, der. Asım Öz, Pınar yay., İstanbul 2017, s.83

[13] M. M. Gadban, a. g. e., s. 101

[14] Dr. Abdullah Azzam, Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS, çev. Ahmet Varol, Ravza yay., İstanbul 2009, s. 81

[15] Behlül Özkan, Türkiye’de reislamizasyon, Müslüman Kardeşler ve CIA, Yetkin Report, 10 Haziran 2020

[16] Behlül Özkan, a. g. e.

[17] Behlül Özkan, Soğuk Savaşta Türkiye Müesses nizamı ile Siyasal İslam’ın Kutsal İttifakı, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni: Ordu, Sermaye, ABD, İslamizasyon, Der. B. Özkan-T. Gürakar, Tekin yay., İstanbul 2021, s.129

[18] Behlül Özkan, a. g. e., s. 133

[19] Behlül Özkan, a. g. e., s. 142 

Bu hadisede iki husus göze çarpmaktadır; bir yandan o dönemde Kutub’un kitapları içinde ‘İslam’da Sosyal Adalet’ eserinin seçilmesi (bu baskıda Hz. Osman’la ilgili tartışılan ifadelerin yer alması) ve eserin tercüme ediliş şekli (çevirmenin kimliği, Fuat Doğu ile bağlantısı vs.) düşünüldüğünde; bir şekilde Kutub’un itibarsızlaştırılmak istendiği görülmekte; diğer yandan ise daha sonraki yıllarda meydana gelen olaylara (Nurcuların ve diğer İslami hareketlerin manipülasyonu vb.) bakıldığında  dünya sisteminin Türkiye’de başka bir planı  da uygulamaya koyduğu anlaşılmaktadır.

[20] Behlül Özkan, Film gibi bir Müslüman Kardeşler ve Suriye Hikayesi, Yetkin Report, 2 Mart 2020

 

Kaynak: farklı bakış



Anahtar Kelimeler: Türkiye Ortadoğu

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz