Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

TOPLUM MÜHENDİSLİĞİNİN ZİRVE METİNLERİ: ANAYASALAR - 1

Mehmet Yaşar Soyalan’ın, üç ayda bir yayınlanan Yetkin Düşünce Dergisi’nin 17. Sayısında yazısı yayınlandı.

TOPLUM MÜHENDİSLİĞİNİN ZİRVE METİNLERİ: ANAYASALAR - 1

Anayasa ve Anayasacılık Üzerine Analitik Bir Çözümleme

Giriş: Aydınlanma Öncesi Toplumlarda Toplumsal Mutabakat

Modern dönemlere kadar toplumlar –imparatoryal dönemler dâhil- “asabiye” diyebileceğimiz bir aile veya aşiret/kabile merkezli bir yönetim tarzına sahiptiler. Bu merkeziliğe rağmen toplum/halk ile yönetim arasında adı konulmamış/yazıya geçirilmemiş, ancak sınırları ve muhtevası taraflarca bilinen bir mutabakat / sözleşme mevcuttu. “Örf” ve “gelenek” olarak da kabul edilen bu mutabakat, her toplumun ve coğrafyanın kültürü ve gerçekleri çerçevesinde şekillenirdi ve bu mutabakat içinde pek çok değişken barındırsa, tanımlanmış bir çerçevesi bulunmasa da etkili ve dinamik bir yapıya/ özelliğe sahipti.

Bu dinamizmin, en temel muharriki ve belirleyicisi güçtü ve bu güç genellikle “asabiye”ye karşılık gelirdi. Aynı şekilde “asabiye”nin bir gereği olarak devlet tebaa ilişkisi şu üç temel ayak üzerine bina edilirdi; bunlar: güvenlik, iktisat ve siyasetti. Bu üç konu, toplumun yönetimi (yönetici aileyi) meşru görmesinin ve onu kabullenmesinin asgari şartlarıydı. Bu talepler karşılanabildiği müddetçe yönetici erk ile toplum arasında önemli bir sorun yaşanmazdı. Böylece hem yönetimler/devletler hem de toplumlar varlıklarını devam ettirebilirlerdi. Bunun tek istisnası kendilerinden daha güçlü ve daha organize bir ailenin, aşiretin/ kabilenin veya bir dış gücün/devletin saldırısı /işgali ile karşı karşıya kalmaktı; böyle bir durumda yönetim el değiştirirdi. Yönetici ailenin veya aşiretin el değiştirmesi toplumu çok fazla etkilemezdi, mutabakat için gerekli asgari gerekler yerine getirildiği sürece kurulu düzen bir şekilde devam ederdi. Ancak bir dış gücün işgali, -işgalcinin kimliği önemli olsa da- bu mutabakatı ortadan kaldırırdı. Çünkü bir yabancının boyunduruğu altına girmek, başta “örf” ve “gelenek” uyuşmazlığı olmak üzere pek çok neden dolayısıyla ortak bir noktada buluşmayı neredeyse imkânsız kılardı ve kolay kolay yeni bir mutabakat oluşmaz, dolayısıyla toplum ile yeni yönetim arasında krizler eksik olmazdı. Yeni bir “mutabakat” sancılı süreçlerden sonra genellikle de zoraki bir şekilde ve tek taraflı olarak gerçekleşirdi.

15.yy öncesi toplumları bir yabancı güç/devlet tarafından işgal edilmemişse toplum ve yönetici erk arasında daima örfe dayalı adı konulmamış bir mutabakat bulunurdu. Dediğimiz gibi bu mutabakat güvenlik, iktisat ve siyaset üzerine oturmaktaydı. Çünkü bu konular toplum ve devlet binasının köşe taşlarını oluşturuyor ve hayat bunların üzerinde dönüyordu. Bu köşe taşlarından birinin yokluğu diğerini de işlevsiz hale getirirdi, birinin varlığı diğerinin varlığına bağlıydı; iç içe girmiş ve birbirini besleyen bir konuma sahiptiler. Zaten bunların gerçekleşmediği durumlarda kalıcı bir yönetimin/ devletin oluşması da mümkün olmazdı. Çünkü Toplum ancak bunlar üzerinde ayakta durabilir, varlığını bunlarla devam ettirebilirdi; can ve mal güvenliğinin sağlanması, maddi ve manevi temel ihtiyaçların karşılanması, bu ihtiyaçların karşılanmasını sağlayacak bir ortamın olması, göreceli de olsa adaletin tecelli etmesi bir toplum olmanın en temel asgari müştereğini oluştururdu. Yönetim bunları karşıladığında/ sağladığında devlet ayakta durur, toplum da devletine karşı sorumluluklarını (vergi vermek, asker olmak gibi) bihakkın yerine getirirdi.

Tüm bunlar yazıya geçirilmemiş mutabakatın bir gereğiydi ve bunlar yerine getirildiği müddetçe yönetici ailenin/ aşiretin üstünlüğü/ ayrıcalığı kabul edilir, bu durum yönetilenler için bir sorun teşkil etmezdi.

Geçmiş on bin yıllara dayalı bu yönetim biçimi, Aydınlanmacı düşüncenin ve onun oluşturduğu hayat tarzının bir yansıması olarak değişmeye başladı ve yeni güç odaklarının oluşmasıyla birlikte, klasik asabiye devre dışı kalarak, merkezinde yazılı sözleşmelerin olduğu yeni bir asabiye şekli ve yönetim biçimi ortaya çıktı.

Avrupa’da Anayasacılık Düşüncesinin Ortaya Çıkışı ve Burjuvazik Devrimler

Öyle ki 15.yy’dan itibaren Aydınlanma düşüncesinin varlık, evren, bilgi ve insan tasavvurunun bir tezahürü olarak, Avrupa merkezli devletlerin deniz aşırı ticaretleri, sıradan bir ticaret olmanın ötesine geçerek askeri bir harekete, yani, kolonyalist ve sömürgeci bir yapıya, Aydınlanmacı bir haçlı seferine dönüştü. Bu seferler sayesinde Asya, Afrika ve Amerika kıtasındaki pek çok bölge bu devletler tarafından işgal edilip sömürgeleştirildi. Sömürgeleştirilmelerdeki aslan payı da, bu seferlerin organizatörleri ve finansörleri olan tüccarlara düştü. Tüccar sınıfının, zenginleşmesi ile orantılı olarak, devlet ve toplum içindeki etkileri de arttı ve seçkinler ve halk/self arasında yeni bir sınıf olarak siyasetin merkezinde yer almaya başladılar. “Burjuva” olarak adlandırılan bu tüccar sınıfı, kendi çıkarlarını korumak, iktidar içindeki paylarını arttırmak için siyasi ve sosyal yapılanmalar içine girdiler; ideallerine katkı sunacak her türlü fikir ve harekete destek oldular. “Anayasacılık” düşüncesinin ortaya çıkmasında da bu tüccar sınıfının önemli etkisi oldu ve bu etkinin bir yansıması olarak çok kısa denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde baskın bir anlayışa dönüştü. İlk meyvelerini de 17.yy da vermeye başladı; ABD ve Fransa da ortaya çıkan toplumsal hareketlerle ve kurulan yeni yönetimlerle “Anayasacılık” fiilen ete kemiğe büründü. Bu nedenle olsa gerek hem Fransız İhtilali hem de ABD’de kurulan yeni yönetim “Burjuvazik Devrimler” olarak isimlendirildi.

 

 

Elbette bu durum her şeyden önce Aydınlanma düşüncesinin bir tezahürü hatta onun gerçek bir zaferiydi, çünkü bu yeni düşünce ve arayışların arkasındaki temel motivasyon “yeni düzen, yeni insan” mottosuydu. İşte bu anlayışın bir sonucu olarak yeni egemen bir sınıf olarak “Burjuvazı” ortaya çıkmış, insan da “homo economicus”a dönüşmüştü. Bu anlamda tüccarlar/ Burjuvazi Aydınlanma düşüncesinin bir koçbaşı olarak yeni Avrupa’nın oluşmasında temel rol üstlenmişti. İnsanlık tarihine, “tarih yapıcı” bir güç olarak damgasını vuran Burjuva sınıfı, sadece Batının karanlık ortaçağını sona erdirmedi, kadim dünyanın devlet tasavvurunu, birey- toplum, toplum- devlet ilişkilerini de önemli ölçüde sakatladı ve Doğuyu hiç bilmediği ve tecrübe etmediği bir sınıf/iktidar çatışmasının içine sürükledi.

Öyle ki Bilimsel bilginin kendisini “en yüce dogma” olarak kabul ettirmesi ve Burjuva sınıfının yeni bir otorite/güç olarak ortaya çıkması ile birlikte, özellikle de ekonomik ve siyasi işleyiş açısından tarihin seyri değişmiş, dünya, yeni bir dünya olarak yeniden kurulmuştu. Sonrasında sosyal, siyasal, dini ve kültürel hayat buna göre yeniden dizayn edilmişti. Çünkü Batıdaki tüm siyasi ve ekonomik gelişmelerin, yeni fikirlerin, yeni oluşumların arkasında hep burjuvazi ve onun denizaşırı sömürüden elde ettiği zenginlik vardı. Aydınlanma düşüncesinin inşa ettiği “yeni insan”ın, yani Aydınlanma insanın kontrolündeki bu zenginlik farklı olan her şeyi ortadan kaldırdı; böylece devlet kadim bileşenlerini ve kültürünü kaybederek sömürgeci bir yapıya evirildi. Sömürgecilik; işgal ettiği coğrafyalarda taş üstünde taş bırakmadan ve o bölgelere bir çivi dahi çakmadan, yeraltı, yerüstü ve insan kaynaklarını Avrupa’ya aktarmanın adıydı.

Böylece Avrupa alabildiğine zenginleşmiş ve bu zenginliğin dağıtımı ve dağılımı sonucu iktidarın yeni bileşenleri olarak yeni güç odakları ortaya çıkmıştı. Bu odakların çıkarlarını koruyabilmek için “yeni devlet”in nasıl olacağı ve nasıl işleyeceği konusunda yeni bir anlayışa, yeni bir sözleşmeye ihtiyaç vardı. Çünkü devlet alabildiğine güçlenmiş ve zenginleşmişti, üstelik klasik dönem toplumsal sözleşmeleri de devre dışı bırakılmıştı. İktidarı denetleyecek herhangi bir güç odağı, bir toplumsal kesim, bir meslek grubu, yapı ve mekanizma da kalmamıştı, ancak devlet aynı devlet, iktidar aynı iktidardı. Dolayısıyla oluşan bu güç ve zenginlik sadece kralın ve yönetici elitin kullanımına ve kararlarına bırakılamayacağı gibi, bu zenginliğin aracıları ve taşıyıcıları, hatta gerçek sahipleri olan burjuva sınıfının kaderi de klasik yönetici erkinin insafına terkedilemezdi. Bu nedenle yeni güç odaklarını, yeni sınıfları iktidarın şerrinden koruyacak, hatta onları iktidara taşıyacak yeni bir “toplumsal sözleşmeye” ihtiyaç vardı; çözüm olarak da “Anayacalık” fikri ortaya atıldı.

Ortaya çıkan toplumsal çalkantılar, nümayişler, hatta isyan hareketleri sonrasında krallar iktidarlarını/ yetkilerini bu güç odaklarıyla/ burjuvaziyle paylaşmayı kabul etmek durumunda kaldılar. Anayasalar bu paylaşımın nasıl olacağını ve nasıl işleyeceğini belirleyen metinlerdi. Bu metinler sokağın ve kaosun itici gücüyle toplumun şahitliğine sunularak “anayasa” halini aldılar. Aslında tüm bu işler olurken Kara Avrupası’nın halkı “aç öküz fırın yıkar” sözündeki gibi bir rol üstlendi. Anayasa veya seçimlerle bir işi yoktu, ekmek derdindeydi ama fırını yıktığıyla kalmış pastadaki payı pek değişmemişti. Halk fırını yıkmış meydan Burjuvaya kalmış, yönetici sınıf da Burjuva ile anlaşarak paylaşım/ anayasa metni ve yeni devlet alenileşmişti/ resmileşmişti.

Sonrasında bu durum tüm dünya için rol model oldu. Yüz yıl içerisinde anayasasız bir devlet kalmadı; ancak anayasalar, anayasalardaki süslü ve derin anlamlı cümleler, maddeler ne Avrupa’da ne de dünya genelinde halkların refah seviyelerinin yükselmesini, yaşam koşullarının iyileşmesini, adalet taleplerinin karşılanmasını sağlamadı. Aksine onlar, çiftliklerin, maden ocaklarının ve fabrikaların ağır koşullarında kıt-kanaat yaşamaya devam ettiler. Yaşanan iki büyük savaşa rağmen Avrupa’da bile pastadan bunların payına fazla bir şey düşmedi; Burjuva ve yönetici elit ülke nüfuslarının en fazla yüzde yirmisini oluşturmalarına rağmen ülkelerin milli hasılalarının yüzde seksenini almaya devam ettiler, ki hala da öyledir. Nüfusun yüzde seksenini oluşturan halk kesimi ise kendisine layık görülenle idare etmek durumunda kaldılar. Asya ve Afrika’daki muadillerine bakarak hallerine şükrettiler ve devleti yeni sahipleri ile baş başa bıraktılar ve bu yeni asabiyede, eski asabiyedeki asgari şartlara ulaştıkları zannıyla mutlu oldular. Ya Avrupa dışındaki halklar; onlar, Avrupalı muadillerinin Avrupa’daki fırınları yıkmaması için kanlarını ve canlarını Avrupa’ya göndermeye devam ediyorlar.

Magna Carta Efsanesi ve İlk Toplumsal Mutabakat Örnekleri

Anayasacılık ve Anayasa tartışmaları modern Avrupa siyasi tarihinin önemli bir parçası olmasına rağmen Britanya /Birleşik Krallık hem bu tarihi arka planda pek görünür olmadı, dolayısıyla anayasa tartışmaları içerisinde fazla yer almadı hem de Krallık için bir anayasa yapma gereği duymadılar. Britanya’nın hala bir yazılı anayasası bulunmuyor; ancak 1215 tarihli Magna Carta, yani Kral John’un fermanının, Britanyalı olmayan bazı anayasacılar tarafından, Birleşik Krallığın anayasası olarak takdim edilmesi, hatta bu fermanın, anayasa çalışmalarının başlangıcı olduğu iddiası, eğer bir efsane, bir tarih icadı için dile getirilmiyor ise bu çabaları Britanya’yı bir şekilde bu tartışmaların içine çekme gayreti olarak görmek gerekir. Zaten bakıldığında, Anayasacılığın vatanının Fransa, teorisyenlerinin Fransız entelektüeller, ilk uygulandığı yerin ise Fransa olduğu görülecektir.[1]

 

 

Ancak, bu anayasacılık tartışmalarının işaret ettiği başka bir şey daha var; Batı’nın, dünyayı Batı’dan ibaret olarak gördüğüdür. Çünkü çok daha eski dönemlerde Asya’da, Mısır’da Mezopotamya’da pek çok kralın Magna Carta benzeri fermanlarının olduğunun bilinmesine yani kadim dünyada toplum sözleşmesi olarak kabul edilebilecek pek çok hukuki metinin bulunmasına rağmen bunlar bilinçli olarak görmezden gelinmiştir. Sonunda bu örtme ve kibir hali Batılıların, Batı tecrübesini, insanlığın yegâne tecrübesi olarak görmelerine neden oluyor ve Yeni Dünyayı da bu algı üzerine inşa ediyorlar. Hâlbuki başta İslam ve Yahudilik olmak üzere pek çok, toplum, kültür ve siyasi tecrübede bu fermana benzer, hatta daha detaylı ve kapsayıcı metinlerin varlığı Batılı entelektüel ve siyasetçilerin de bildiği bir gerçekliktir. Ancak onların nezdinde dünya Batıdan ibaret olduğu için bu tecrübe ve metinlerin bir kıymeti ve karşılığı bulunmamaktadır. Özellikle Kur’an’daki hukuki düzenlemeler, Medine Vesikaları, Veda Hutbesi çok daha kapsayıcı hukuki metinler hatta toplumsal sözleşmelerdir. Çünkü muhatapları (Müslüman halk ve yöneticiler) bu metinleri/ ifadeleri, hem devleti/ yönetimi hem de bireyi bağlayan hukuki metinler olarak kabul ediyorlardı. Ancak hiçbir Müslüman veya hiçbir Müslüman hukukçu bu metinleri, özellikle de Kur’an’ı, anayasacılığın bir “zorunluluk” olarak kabul gördüğü modern dönemlere kadar bir anayasa metni olarak görmemiş ve konuyu böyle ifade etme gereği de duymamıştır.

Ancak Anayasacılığın moda ve siyasi bir “zorunluluk” haline gelmesinden sonra Müslüman coğrafyada da biraz tepkiselliğin, biraz aşağılık kompleksinin yansıması olarak; “Bizim anayasamız Kur’an’dır”, “ilk Anayasa Medine Vesikasıdır”, “ilk toplumsal sözleşme Veda Hutbesidir” gibi ifadelerle karşılaşıyor olmamız, entelektüel ve siyasi bir söylem/argüman olmasının ötesinde savunmacı bir yaklaşım ve psikolojik bir durumdur.

Bu anayasacılık tutkusu elbette Müslüman coğrafya ile sınırlı değildir, tespit edebildiğimiz kadarıyla Birleşik Krallık[2] dışında neredeyse yazılı anayasası (anayasa olarak kabul edilen yazılı bir metni) olmayan hiçbir devlet yok gibidir. Peki, devletler açısından anayasaların bu kadar önemli addedilmesini, hatta sembolik düzeydeki devletlerin bile bir anayasaya sahip olmasını nasıl açıklayacağız? Örneğin “Kara Avrupa’sındaki ülkelerde olduğu gibi tüm ülkelerde de burjuva sınıfı bulunmaktadır, dolayısıyla onların hak ve hukukunu korumak için iktidarın/yönetim erkinin yetkilerini sınırlandırmak gerekiyor”, veya “modern dünyadaki tüm halkların/ toplumların böyle bir talebi var” onların talebini gerçekleştirmek ve onları iktidara karşı korumak için bu tür metinlere ihtiyaç var”, veyahut “modern dünyada devlet olmanın kuralı budur; anayasa bir zorunluluktur” gibi savlarla mı açıklayacağız. Yoksa sebep daha başka mıdır?

Devam edecek...

 


[1] İlk yazılı anayasa ABD’de hayata geçirilse de (1787), “Anayasacılık” denilen düşünce ve tartışmalar Fransa merkezlidir. Bu yıllarda ABD’de Siyaset Felsefisi düzleminde entelektüel ve felsefi tartışmalar yok denecek kadar azdır. Konu ile ilgili metinlerin kahır ekseriyeti Fransa kaynaklıdır. Zaten ABD’den birkaç yıl sonra (1791) Fransa’da da anayasalı süreç başlamıştır. 1789’da başlayan kanlı Fransız ihtilali sürecinde anayasasına kavuşan Fransa, anayasaların hangi süreçlerde gerçekleşeceği konusunda da dünyaya rol model olmuştur. O rol modelliği hala devam eemektedir. Çünkü neredeyse dünyadaki bütün anayasalar, ya bir darbe, ya da bir savaş ve toplumsal kaos sonrasında ortaya çıkmışlardır.

[2] Birleşik Krallık / “Büyük Britanya” Avrupa Ortaçağın ilk dönemlerinden beri pek çok konuda Kara Avrupa’sından ayrı bir profil çizmektedir. Anayasa konusunda da onlardan farklı bir yol takip edegelmiştir. Bu durumun en temel nedeninin İngilizlerin Anglosakson kültürü ile ve bu kültüre olan bağlıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu farkı ilk defa yıllar önce, Fransız Edmond Demolins’in 1870’li yıllarda kaleme aldığı “Anglosaksonların Üstünlüklerinin Sebepleri Nelerdir?”(Nobel Yayınları, Ankara) isimli kitabı okuduğumda fark etmiştim. Bu ada devletinde hem toplum hem de yönetici erk için Anglosakson kültürü ve kimliğinin temel belirleyici olduğu, halk/ toplum ile yönetici erk arasındaki ilişkilerin bu örf ve kültür çerçevesinde oluşup geliştiğini okuduğumda şaşırmıştım. Modern zamanlarda da bu örf ve kültürün etkisinin hala devam ettiğine hatta sözlü bir Anayasa olarak işlev gördüğüne, dolayısıyla pek çok toplumsal sorunlarını da doğru veya yanlış bu örf çerçevesinde çözmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Yakın zamanda AB’den de ayrılarak örflerine bağlılıklarını, farklılıklarını bir kez daha ortaya koydukları da herkesin malumudur.

 

Kaynak: Yetkin Düşünce Dergisi 17.Sayı



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz