Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Suriye Olayları ve Bahar Kalkanı

Süleyman ARSLANTAŞ'IN "KONUYA DAİR" ÖNEMLİ ANALİZİ...

Suriye Olayları ve Bahar Kalkanı

Osmanlı sonrası oluşturulan haritada yer alan bölge ülkeleri, Osmanlı yıkılışından bu yana hiç bir şekilde gerçek düşman ile çarpışmadılar. Zaten bölgemizdeki Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan gibi ülkeler kurulurken de emperyal güç odaklarının birer piyonu olarak kuruldular. Kurulduklarından bugüne kadar da kurucularının emellerine, stratejilerine hizmette kusur etmediler.

    15 Mayıs 1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşunun ilan edilmesinden beri ne Mısır ne Irak ne de Suriye, İsrail ile ciddi hiç bir savaş yapmadı.

     Bilakis İsrail'in kuruluşunu takiben ilk Arap-İsrail Savaşı yaşandı ki, bu savaş yapay bir paylaşım savaşı olarak tarihe geçti. Nitekim 1948 savaşı sonrasında Filistin toprakları Ürdün, Mısır ve İsrail arasında paylaşıldı. 1967 savaşına kadar da Batı Şeria ve Doğu Kudüs'ün Ürdün işgali altında olduğunu unutmayalım. Yani Arap yönetimleri 15 Mayıs 1948'den bu yana İsrail ile savaşıyormuş gibi savaştılar.

    Oysa Eylül 1980'de başlayan, Ağustos 1988'de sona eren İran-Irak savaşı gerçek ve yıkıcı bir savaştı. Her iki taraf da birbirlerini kıyasıya öldürmekten geri kalmadılar. İki tarafın da insan kaybı bir milyonun  çok üzerinde. Keza tarihte hiç bir zaman Ürdün'ün Filistinlilere verdirdiği insan kaybını İsrail verdirmemiştir. Yalnızca Arap tarihine "Kara Eylül" olarak geçen 1970'de Ürdün'de bulunan Filistinlilere yönelik katliam ve sürgün bile bu tezimizi doğrular niteliktedir.

    15 Mart 2020'de Arap Baharı'nın devamı olan Suriye olayları 9. yılını dolduracak. Aradan geçen bunca zamana rağmen bölge ülkeleri Esed Rejimi'nin ve onun iç ve dış destekçilerinin katliamlarına dur demeyi beceremediler. Bilakis ortaya çıkan fırsatlardan istifade etme yolunu tercih ettiler. En önemlisi de bölge ülkelerine tahmil edilen strateji ve oyunları da görmezden geldiler.

     Bu konuda bir hatırlatma yapmak isterim. 17 Ocak 1991'de ABD Başkanı Bush yeni dünya düzeni tasarısını açıklarken hedefine koyduğu en önemli maddelerden birisi de "İsrail'in Güvenliği" sorunu idi. Bu  sorunun halli için bölge ülkelerinin behemehal parçalanması, küçültülmesi ya da "ankavi" devlet modeline evirilmesi gerekiyordu. Arap Baharı, DAEŞ ve devamındaki olayların neredeyse tamamı bu amaca yönelikti. Şu anda devam eden Suriye trajedisi de bunun bir devamıdır.

    Türkiye, Suriye'de olaylar başladıktan sonra önemli ölçüde diplomatik ve komşuluk hukukuna ilişkin gayretler ortaya koydu. Eski Başbakan Davutoğlu'nun 15 Mart 2011'den Kasım 2011'e kadar, Dışişleri Bakanı sıfatı ile en az dokuz kez Suriye'ye, Beşar Esed'e gittiği bilinmektedir. Bu gidişlerinde Erdoğan'dan Esed'e makul teklifler götürdü. Dönemin Başbakanı Erdoğan'ın samimi dostluk mesajlarını iletti. Keza, Esed'in de bu mesajlardan ve davetlerden memnun olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki Suriye'deki rejimin bir Esed rejimi olmadığı adı geçen rejimin, Hıristiyan Mişel Eflak ve arkadaşlarının kurduğu bir rejim olduğu göz ardı edildi. Türkiye haklı olarak Suriye ile olan 911 km'lik sınırını ve toprak güvenliğini korumak ve yine 1984'den beri aktif faaliyet gösteren PKK ve benzeri terör örgütleriyle mücadele etmek için Suriye ile ilgilenmek mecburiyetindeydi. Bu mecburiyetin gerektirdiği nedenlerle de çeşitli kereler  Arap yönetimlerinin, İran'ın, İran'ın uzantısı ve uç gücü olan Hizbullah'ın, yine Rusya, ABD ve Fransa gibi ülkelerin diplomatik, ekonomik, stratejik, enformatik saldırılarına maruz kaldı. 15 Temmuz FETÖ kalkışmasını bile bu açıdan okuyabilirsiniz.

    Türkiye durup dururken Fırat Kalkanı, Afrin Operasyonu, Barış Pınarı Harekatı'nı ve son olarak da "Bahar Kalkanı" harekatını başlatmadı. Zira Türkiye şunu çok iyi biliyor; mesele Suriye meselesi değil, mesele başta Türkiye olmak üzere Mısır ve diğer bölge ülkelerinin parçalanması, küçültülmesi meselesi. İsrail'in güvenliği için arzulanan hedef bu. Elbette bu proje için ABD ve Rusya ittifak halindeler. Mısır bunun farkında ve Suudiler gibi ya da BAE gibi fevri Türkiye aleyhtarı bir tavır sergilemiyor. İran'a gelince, gerçekten İran'ın Suriye'de Rusya ile birlikte Türkiye aleyhtarı davranış ve savaşı asla kabul edilemez. Hele hele Rusya'nın Suriye'ye davet edilmesi hiç kabul edilemez. Söylemeye dilim varmıyor ama gerçek o ki İran Suriye'de ortaya koyduğu davranışla adeta ŞİA yayılmacılığı ve Pers hakimiyeti gayretleri sergiliyor. İran'ın gerek Afganistan Hazaralarına mensup Şiiler gerekse Pakistan'ın Pencap eyaletinden getirilen Şiilerden Suriye'de ne kadar kayıp verdiği ilgililerce bilinmektedir. Yine sözüm ona siyonizm karşıtı, Kudüs'ün işgalini sona erdirmek üzere kurulmuş olan Lübnan Hizbullah hareketi Suriye'de ne adına savaşıyor, kimlerle ittifak halinde? Yalnızca İran'ın Suriye'deki General düzeyindeki kayıpları 20 civarında, zayi olan askerleri ise binlerle ifade ediliyor. Keza New York merkezli Dış İlişkiler Konseyi'nin raporuna göre şu an bile İran'ın; kara, deniz ve hava kuvvetlerine mensup 150.000 askeri gücünün Suriye'de olduğu söylenmektedir. İran'a sormak lazım bu kadar askeri gücü Suriye'de siyonizm ile mücadele için mi Baas Rejimi'ni yok etmek için mi yoksa işgalci Rusya ve Deyrizor-Rakka petrol bölgelerini işgal eden ABD ile mücadele için mi bulunduruyorsunuz ? Ya da Şam'ın varoşlarında yaşayan Sünni kesimi olaylardan hemen sonra, önce Halep'e, ardından İdlib'e ve İdlib'den de Türkiye'ye göçe zorlayarak Suriye'yi, Hıristiyan Maruniler, Ermeniler, Nusayriler ve Şia için dikensiz gül bahçesi haline mi getirmeye çalışıyorsunuz ? Sünnileri Suriye'de bir diken olarak mı görüyorsunuz ?

    Şahsen, Kur-an ve Sünnet gerçekliğiyle örtüşen tüm mezheplere ve görüşlere saygım var. Hepsi de başımın üstüne. Ama tüm mezhepçiliğe karşı da nefretim var. Yani mezhebe evet mezhepçiliğe hayır diyorum. Bu nedenle de İslam coğrafyasının neresinde olursa olsun ister Sünnilik adına ister Şiilik adına  tüm mezhepçiliğe lanet okuyorum!

   Sona doğru. Bilindiği gibi 27 Şubat günü Suriye'de TSK'ya mensup askerlere Soçi Mutabakatı'na rağmen sözde Rejim güçleri adına saldırı gerçekleşti. Bir çok yavrumuz hakkın rahmetine kavuştu. Yavrularımıza Allah'tan rahmet ailelerine ve milletimize sabr-ı cemil niyaz ederim. 28 Şubat günün ilk saatlerinde, Türkiye'nin Suriye ve işbirlikçilerine karşı ciddi operasyonları oldu. Rejim de, İran da, Hizbullah da ve hatta Rusya da payına düşeni aldı. Keza İslam tarihinde beşinci Halife olarak bilinen Ömer bin Abdulaziz'İn kabrini yakan, yıkan Suriyeli General de cezasını buldu...

   Olaylar niçin bu noktaya geldi, bundan sonrası ne olur?

   Belki de Türkiye 17 Kasım 2019'daki Soçi Mutabakatı'nda vermiş olduğu taahhütü yerine getirmedi veya getiremedi, HTŞ gibi örgütleri etkisizleştiremedi. Bunun belirli bir mazereti olabilir de olmayabilir de. Ancak bu durum bile mutabakat gereği Türkiye'nin İdlib çevresinde bulunan 12 gözlem noktasını Rusya destekli  Rejim Güçlerine hedef haline getiremez, getirmemelidir. Şayet getirilirse Türkiye'de bunun gereğini yerine getirir ve getirdi de... Rusya, İran, Rejim ve Rejime destek veren güçler Türkiye'yi test ettiler. Onlar beklediler ki edilgen bir Türkiye karşılarına çıksın, tam aksine etken bir Türkiye ile karşılaştılar. Elbette devam eden savaşın nerelere varacağını kestirmek güç. Ancak bir insan olarak bir Müslüman olarak, bu coğrafyanın bir ferdi olarak beni üzen bir hususun da altını çizmek durumundayım.

   Sosyal Medya'da  sürdürülen asılsız birtakım dedikodu ve söylemleri " ben de Müslümanlardanım" diyen dost ve kardeşlerin Kur-an'ın ikazını dikkate almadan (Hucurat/6) ulu orta paylaşmalarıdır. Lütfen bir haberi paylaşmazdan önce tahkik ediniz. Zira bu aidiyetimizin bir gereğidir.

    Suriye konusunda Türkiye-İran-Suriye ortak zirve teklifindeki ifadelerinin yanı sıra,  Ruhani Erdoğan ile yaptığı son telefon görüşmesinde: "Suriye toprak bütünlüğünün korunması, teröristlerin kökünün kurutulması, masum insanların canının korunması ve İdlib meselesinin süratle çözülmesi ile ilgili ilkesel anlaşmalarımız doğrultusunda görüş ayrılıkları bertaraf edilebilir." ifadelerini kullandı. Buna ne diyelim "Bade harab ül Basra" (İş işten geçtikten sonra) desek uygun olur mu acaba?



Anahtar Kelimeler: Suriye Olayları Bahar Kalkanı

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz