Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Şiddetin Bugünkü Anlamı Üzerine

Hasan Dündar,hikmetakademisi.com’da “Şiddetin Bugünkü Anlamı Üzerine” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Şiddetin Bugünkü Anlamı Üzerine
” Şiddet kavramıyla ilgili zorluklardan birisi kavramın tanımlanması ve sınıflandırılmasında ortaya çıkar… “

Şiddetin Bugünkü Anlamı Üzerine

Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi               
insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise
kendi iradelerini hâkim kılmakiçin Tanrı’yı
kullanırlar
.(Giordano Bruno)(1).

Şiddet kavramıyla ilgili zorluklardan birisi kavramın tanımlanması ve sınıflandırılmasında ortaya çıkar.(2)  Şiddet aslında insandaki temel eğilimlerden birisidir. Ve bu eğilim birbirinden farklı tezâhürlerle onun davranışlarında ortaya çıkar. Dayak, hakaret, küfür, bir babanın çocuğuna tehdit dolu bakışlarından terör, soykırım, bölgesel ya da küresel çaplı savaşlara varıncaya kadar verebileceğimiz sayısız örneklerin hepsi şiddetin kavram ağı içerisinde yer almaktadır. İnsana ait bir olgu olarak tarihi insan kadar eski olması, toplumdan topluma kültürden kültüre hatta insandan insana değişebilir olması, teknolojiyle beraber gelişip yenilenmesi, şiddetin hem niceliksel hem de niteliksel olarak çoğalmasına zemin hazırlamıştır. Bütün bu etkenler şiddeti tanımlamayı ve sınıflandırmayı zorlaştırmaktadır. (3) Dolayısıyla bir eyleme bir toplumun şiddet demesi bir başka toplumun onu şiddet olarak ele alması anlamına gelmemektedir…Öyleyse şiddeti değerlendirirken kriterimiz ne olmalıdır?  sorusu ile yola çıkmak ve bu konuda evrensel kimi kriterler ortaya koymak durumundayız… (4)

Güncelde büyük şeytanın felsefesi gereği vede  beyaz adamın ideolojisine göre oluşturulan islamafobik zeminlerde şiddet tahrife uğramış dinsel metinler üzerinden vur abalının sırtına misali ŞİDDET eşittir İSLAM gibi empoze edilmeye çalışılıyor…Bizim  değerli hocalarımız, “Arapça bir kelime olan şiddet” diye başlıyorlar ve Türkçe’deki anlamını izah etmeye çalışıyorlar…Elbetteki şiddetin her dildeki anlam kelimesi farklıdır… Arapça yada Türkçede kelimelerin eş anlamlı yada zıtlığı üzerinde bazı mülahazalarda bulunmak ta mümkündür. Bu şekilde çalışmalar batılı yazarlar tarafından da yapılmıştır. Örneğin Almanca’da Gewalt (Şiddet); iktidar, güç, nüfuz, erk, kuvvet, kudret, hakimiyet, zor, yaptırım gücü ve şiddet gibi çeşitli referansları barındıran, anlam ağı geniş bir kelimedir…İngilizce’de şiddet anlamına gelen violence kavramıyla, ihlal/tecavüz anlamına gelen violatin kavramları arasındaki ilişkiye dikkat çeken Parkin, bunların birbirinin semantik tamamlayıcısı olduğunu ifade eder. Buradan hareketle şiddetin, fiziksel zor yoluyla sınırlama, tahrip veya bu zorun hukuk ötesi kullanımı gibi birbirinden farklı anlamlara karşılık geldiğini belirtir.(5)

Gelgelelim bugüne; hem şiddet hem de şiddetin mantığı tamamen farklı bir surete büründü ve insanlar çok farklı kisvelere bürünen bu şiddete tanık olmaya zorlanıyor. Her köşe başında şiddetle karşılaştığımız yeni bir çağın içindeyiz,  bu küresel trajedilere maruz kalma ihtimalini artıran teknolojilerle de ilgili… Şiddet çağdaş toplumlar için gitgide tanımlayıcı bir organizasyonel ilke haline gelmeye başladı. Bizlerde şiddetin gerçek kurbanları haline geldikçe önemini yitirdi. Sanki şiddet olağanlaştı… İktidarın mantığını şekillendiren bazı şiddet biçimleri ile liberal toplumlarda dahi karşılaşma ihtimalimiz var. Siyasi tahayülümüz giderek potansiyel felaketlerin etkisi altına girmeye başladı. Mesela terörist bir tehdit ihbarından sonra ildeki bütün okulların kapatılmasında olduğu gibi bu duruma pekçok düzeyde rastlıyoruz. Örneğin yurt / harp meydanı, dost / düşman,  barış / savaş  gibi eski kavramlar arasındaki ayrımların bulanıklaşması gündelik davranışlarda yaygın bir askerileşmeye yol açtı… Bu durumun gözle görülür sonuçlarından biri; şiddetin insanileştirilmesidir !…  Geride bıraktığımız şiddet yüzyılı çoğunlukla kurbanların suç mahalinde görülmediği gayri insanileştirme biçimleri damgasını vurduysa da FARKETMEKSİZİN TERÖR ÖRGÖTÜ  gibi gruplar insanı gözden çıkarabilir bir kategori olarak ön plana çıkardılar… Fakat biz şiddet eylemlerini ele alırken insanlığa odaklanarak belki de insanın vazgeçilmez olduğunu iddia etmiş oluyoruz, oysaki tam tersine yani şiddetin insanileştirmesi ile insanın gözden çıkarılmışlığının el ele gittiği ileri sürülmektedir… Mesela karısını sokak ortasında döven bir erkeğin çevredekiler tarafından linç edilmeye çalışılması… Evet birbirlerinden ayrı gibi görünselerde ekseriyetle çok ince ve karmaşık şekillerde birbiriyle bağlantılı ve ilişkili olan iki şiddet biçimiden söz ediyoruz…Burada göz ardı etmememiz gereken önemli bir ayrıntı ise artık şiddet olayı sayılan herşeyi MEDYA aracılığı ile görüyor, işitiyor ve haberdar oluyoruz. İşte meselenin bir boyutu da bu: Öte yandan yatırım yapılan güç ilişkilerini de düşünmemiz gerek. Bugün şiddetin tezahürleri ile karşılaşma biçimimiz… Aksi şekilde bazı acılara öncelik tanıyan ve dikkatimizi diğerlerinden daha önemliymiş gibi görünen ölümleri çeken bir politikleşme biçimi ile ilişkili. Mesela nesnel olarak bakıldığında dünyada eskiye kıyasla daha az şiddet olduğunu iddia ediliyor, ne var ki sayıların çerçevesinden bakınca şiddetin tarihini kavrayıp kavrayamayacağımız pek açık değil. Bunu yapabilmek için şiddetin tarihin değişmez bir parçası olduğu şeklinde mevcut anlayışımızıda  sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum…  Mesela bazı insanlar operasyonlarda ki sivil zayiatın kaydını tutuyor ve bu ölümlerden iktidar sorumlu tutuyorlar, bilmemiz gereken önemli bir şey hiç kimse zayiat değildir…  Şiddeti sayı üzerinden düşünmeye yönelik bu türden girişimler şiddetin bazı biçimlerini meşrulaştıran faydacı hesaplamalara kapı aralar. Sonuç olarak şiddetin insani boyutları yani niteliksel yanları çoğu zaman kayıtlara geçmez… Bu türden yaklaşımlar şu etik sorulara yanıt veremez: Kaç kişinin ölmesi yeterlidir? 1000 kişinin ölmesinde sorun yok ama 1001.’nin ölmesi çok fazla demek nasıl meşrulaştırılabilir ? Şiddetin her şekli eleştirilmeli ve kendi çerçevesi içerisinde kınanmalıdır. Böylelikle  açıkça politikleştirilmiş ikiliklerin ötesine geçerek şiddet döngüsünü  kırabiliriz.(6)               

Kur’an-ı Kerim’in şiddet kavramıyla ilgili yaklaşımına gelince, Kur’an şiddeti literal anlamda şiddet kavramının kendisiyle değil, bu kavrama yakın ve onun zıddı diğer bir takım kavramlarla tanımlayarak anlamlandırır. Kur’an’ın birçok yerinde şiddet kavramının türevleri geçmesine rağmen, yukarıda ifade edilen tanımlamaları içerecek bir şiddet vezni kullanılmaz. Ayetlerin büyük bir kısmında bu kavram, inanmayan ve inkâr edenlerin ahirette karşılaşacakları azabın yoğunluğunu,(7) bir kısmında ise ayetlerde bahsedilen durumların kesafetini(8) ortaya koymak için kullanılmıştır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim dar kapsamda, sadece bedensel etkiler açısından şiddeti tanımlamaz. Oldukça kapsamlı bir şiddet çerçevesi çizer. Kuran şiddeti temelde iki karşıt kavram üzerinden anlamlandırır. Bunlardan ilki zulüm, diğeri de haktır. “Allah’ın sınırlarını aşmayın. Kim O’nun koyduğu sınırları aşarsa zalimlerin tâ kendileridir”(9) ayetinde çerçevesi çizilen zulüm, belirlenen sınırları aşmak olarak anlaşılır. Kendisi için belirlenen sınırları aşmasıyla insan kimi zaman kendini, çoğunlukla da hem cinslerini veya öteki canlıları şiddete maruz bırakmış olur. Yani Kur’anî terminolojiye göre şiddet, zulmün tâ kendisidir.Hakkın karşıtı bir kavram olarak şiddete gelince, başkasına ait olan bir hakkı veya hukuksal sınırlarını bozmak ya da adaletin yerini bulmamasıdır ki bunun adı yine zulümdür.(10) O halde Kur’an her haksızlığı bir zulüm, her zulmü de bir şiddet uygulaması olarak kabul etmektedir. (11 ) Kuran’da şiddetin klasik anlamı ile ilgili iki ayet dikkatimizi çekmektedir. Birincisi cephede düşmanla karşı karşıya bulunulduğu sırada. Çünkü başarılı askerlik savaşta düşmanla karşılaşma sırasında sert olmayı, savaş sonuna kadar yumuşak duyguları terk etmeyi gerektirir. Konu ile ilgili olarak Allah şöyle buyurmaktadır. “Ey iman edenler, kafirlerden size yakın olanlarla karşı savaşın ve onlar sizde bir SERTLİK bulsunlar…(9 Tevbe 123)  İkincisi şeri cezaları hak edenlere uygulanışı sırasında. Çünkü yeryüzünde Allah’ın öngördüğü cezalar uygularken acıma duygularına yer yoktur.Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır.” Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah‘ın dini konusundan sizi sakın acıma duygusu kaplamasın…( 23 Nur 2) ( 12)

Ülkemizin Ceza Kanunundaki(TCK-41) Kişilere karşı işlenen suçlar kategorisi şiddet açısından bir sınıflandırmaya tabi tutulacak olsa fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet biçimlere ait birçok örnek bulmak mümkündür. Ceza hukukunun suç kapsamında değerlendirdiği bütün bu hususlar dini perspektiften ele alınacak olursa hemen hepsinin, insanı maddi veya manevi olarak hedef alan bir zulüm biçimi olduğu görülür. Ya da bütün bu hareketler insanın sahip olduğu yaşama hakkı, özgürlük, mahremiyet gibi temel haklarını bertaraf etmeye yönelik birer hak ihlali biçimidir.(13)

Eski Yunanlar işkenceye âvâyxaı adını veriyordu, âvâyaıos “gerekli” ya da “kaçınılmaz” demektir. İşkence bir kader ya da bir doğa kanunu ( âvâyxn) gibi algılanır ve kabullenilir. Karşımızda fiziksel şiddeti amaca götüren bir araç olarak kutsayan bir toplum vardır. Bu bir kan toplumudur ve bir ruh toplumu olan modern toplumdan farklıdır. Çatışmalar burada dolaysızca şiddet kullanılarak, yani bir çırpıda halledilir. Dışsal şiddet böylelikle ruhun yükünü hafifletir, çünkü acının ağırlık noktasını dışarı kaydırır. Ruh eziyet verici bir içsel sohbetin içine gömülmez. Moderniitede şiddet ruhsallaştırılmış, psikolojikleştirilmiş, içselleştirilmiş biçimlerde ortaya çıkar. Psikolojiye içkin şekiller alır. Yıkıcı enerji dolaysızca, fevri boşalmaz, psişik emekle bir yüzleşme ve uğraş gerektirir…. Modernite öncesi zamanlarda şiddet her yerde hazır ve nazırdır, gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir. Toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır hatta. Onun için yalnız fiilen uygulanmakla kalmaz, seyirlik hale de getirilir. Hükümdar iktidarını öldürme fiili üzerinden, kan dökmek vasıtasıyla ilan eder. Kamusal alanlarda sahnelenen kanlı seyirlikler, iktidarını ve haşmetini kurgulamak içindir. Şiddet ve şiddetin teatral sahnelenişi burada iktidarın ve hegemonyanın önemli birer aracıdır.(14 )              

Yıllar önce “Şiddet okumaları”’na başladığımda konuştuğum herkes Hannah Arendt’i okumamı önerdi. Hakikaten çokça istifade ettiğim yahudi asıllı olan bu bayan, Hitlerin Almanya’da iktidara gelmesinden sonra ülkesinden ayrılmış. Siyaset kuramcısı olan Arendt’in konumuzla ilgili de önemli kitapları mevcut. Bu kitaplardan biriside bir Alman nazi subayı olup Holokostun kilit isimlerinden biri olan Adolf Otto Eichmann’ın 11 Mayıs 1960 ta Buenos Aires’ten İsrail gizli Servisi MOSSAD tarafından alınıp yargılanmak üzere İsrail’e getirilip ve İsrail’de görülen davasının notlarından oluşan kitabı “kötülüğün sıradanlığı(1963)” dır. Aralarında insanlığa karşı suçlar savaş suçları, Yahudi haklarına karşı suç işlemek ve yasadışı bir örgüte üye olmanın da bulunduğu 15 farklı suçlamayla yargılanan bu nazi subayının davasını “New Yorker” adına izleyen Arendt: Soykırım ve öteki büyük kötülüklerin fanatik zihinlerin, delilerin ya da güç düşkünü  sosyopatların işi olmadığını düşünüyordu. Asıl şaşırtıcı olan tüm bunların sıradan insanların eylemleri olmasıydı. Yöneticilerinin ya da sistemin çarpık fikirlerini kabul etmek mecburiyetinde kalan sıradan insanlar korkunç ve canavarca eylemlerde rol oynuyor üstüne üstlük her nasılsa bu yaptıklarının normal olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü Eichmann savunmasında Adolf Hitlerden ya da üstlerimden talimat almadan önemli ya da önemsiz hiçbir şey yapmadım diyordu…Eichmann’ın Yahudi düşmanı olduğunu Yahudilerden nefret ettiğine ya da çocukluğunda psikolojik açıdan yara aldığına dair pek bir işaret yoktu,  aslına bakılırsa sıradan ve normal biri gibi görünüyordu,  bütün derdi kariyerinde yükselmekti… Arendt bununla kötülüğün alalede bir şey haline geldiğini söylemiyordu. Sıradan hale gelen düşünmekten kaçınmaydı. Yani hukukun, siyasetin ve otoritenin bize dayattığı eylemlere karşı yeterince eleştiriler bir mesafe almayı başaramamaktı. Bu düşünmekten kaçınma hali başka insanlara yönelik aşağılayıcı davranışların normalleşmesinin kapısını aralar. Böylesi korkunç şeyleri örgütlü ve sistematik bir şekilde yapmak bunların rutin hale gelmesini ve kabul görmesini sağlar…Yani Arendt diyorduki: Eichmann davasında vardığım sonuç şu yaşananlar korkunç söze ve düşünceye karşı koyan bir kötülüğün sıradanlığının kuvveden fiile geçmesiydi… Bu olanlar aslında Stanley Milgram’ın DENEY kitabında bahsedilen Otoriteye itaat üzerine yaptığı deneyler arasında sıkı bir ilişki gibi gözüküyordu… (15) Hernekadar Arendt bu tür deneylerden hoşlanmazsada “Milgram’ın Çalışmaları herhangi birinin belli koşullar altında hatta bireye değer verilen sözümona demokratik toplumlarda bile bir anda bir Tirana dönüşebileceğini gösteriyordu. Bu bazı bakımlardan kötülüğün akıl hastası sosyopat insanların elinden çıktığını söylemekten çok rahatsız edici bir sonuçtur. Kötülüğün böyle insanların eseri olduğu şeklindeki rahatlatıcı fikir asıl meseleden uzaklaşmamızı böyle bir şey burada gerçekleşemezmiş, bizim başımıza gelmezmiş gibi düşünmemizi sağlar. Zihinlerimizi kötülüğün gündeliğinden uzak tutar. Ne var ki böylesi korkunç zalimliklerin sıradan insanlar tarafından gerçekleştirilebileceği fikri çok daha can sıkıcı ve üzücüdür. Medenilik ve maküllük perdemizi aslında ne kadar kolay indirebileceğimizi gösterir. Şimdi bu satırları okuyan pekçok kimse nazi döneminin  çok gerilerde kaldığı kanısında gibi görünüyor…Peki o yakın döneme bakmaya ne dersiniz!!!  Mesela yakın geçmişte 1992 ile 1995 arasında yaşanan Bosna Savaşı esnasında iktidarın korkunç şekilde suistimal edildiğini ve insanlara iğrenç şekilde muamele edildiğini gördük.  Bosna savaşında toplama kamplarının yeniden kurulmasına şahit olduk. Modern Avrupa’da kesinlikle böyle bir şey olmaz değil mi? Oldu; Omarska, Trnopolje, Manjaca ve Keraterm, gibi kamplarında artık böyle bir sorun yaşanmayacağını dair rahatımızı yerle bir eden şeyler yaşandı. Birleşmiş milletler genel Sekreteri gördüklerini 1995 Temmuz’un da şöyle anlatmıştı. İkinci Dünya Savaşından bu yana Avrupa topraklarıdan en büyük suç 8000’den fazla Müslümanı Srebrenica  düştükten  sonra Sırplar tarafından katledildi.(SRB- ) Yalnızca “emirleri uyguluyordum” şeklindeki o berbat savunma savaştan sonra kurulan mahkemelerde bir kez daha yankılandı. Sırbistan başbakanı Slobodan Mloseviç Bosna’daki sırp ordusunun komutanı olan Ratko Mladic  tarafından gerçekleştirilen katliamı doğrudan ya da dolaylı olarak onaylanmakla suçlandı. Bu mezalimleri Arendt’ın düşünceleri eşlğinden ele aldığımızda sırp askerlerinin kana susamış fanatikler olmadığını kabul etmekte kendilerini şimdi ve burada bizden çokta uzakta olman modern Avrupalılar olarak gördüklerini anlatmakta güçlük çekebiliriz. Daha yakınlarda Iraktaki ebu gureyb hapishanesindeki mahkumlara yönelik aşağılayıcı muameleyi düşünelim. Amerikan askerlerinin Irak’lı Afganistan’lı kısacası müslüman mahkumlar üzerinde gerçekleştirdikleri ve dışarıya sızdırılan görüntüler ile 11 eylül den sonra Guantanamu kampını ve orada yaşananları bir düşünün. BU ZULÜM VE İŞKENCELERİN HEPSİNİN TOPLAMI OLAN ŞİDDET OLAYLARI daha dün işlendi hemde medeni Avrupa ve medeni Amerikalılar tarafından… (16) Bosna Hersek’teki toplama kampı mağdurları derneklerince, ülkenin kuzeybatısındaki Prijedor şehrine bağlı Omarska’daki “ölüm kampı”nın bulunduğu bölgede düzenlenen törene çok sayıda kurban yakını katıldı…Prijedor şehri yakınlarındaki toplama kampları Omarska, Trnopolje, Manjaca ve Keraterm, Bosna savaşının başladığı 1992’de işkence, katliam ve tecavüzlerin merkezi olmuştu.Savaşın ilk yıllarında kurulan Omarska Toplama Kampı’nda 3 bin 500’den fazla sivil esir tutulmuş ve bunlardan 700’ü öldürülmüştü. Amerikalı ve İngiliz gazeteciler, 1992 yılının Ağustos ayında toplama kamplarını haberleştirerek dünya kamuoyuna duyurmuştu.(17 )

Hani denilir ya aklın yolu birdir: İşte deneyleri ile Stanley Milgram’ın gözler üzerine sermek istediği, Hannah Arendt’in anlatmak istediğini bakınız kuran-ı kerim nasıl izah etmiş: 43-Zuhuruf-54. Firavun bu konuşmalarla halkının aklını çeldi, hemen ona boyun eğdiler; onlar yoldan çıkmış bir topluluk idi.(FİRAVUN HALKINI SALAKLAŞTIRDI (*)) Totaliter yönetimlerde yöneticilerin istemediği şey, halkın bilgilenmesi, doğruyu öğrenmesi, örgütlenerek hakkını talep edecek kadar güçlenmesidir. Firavun da aynı yola başvurmuş, Hz. Mûsâ’nın gerçeğe ve tevhide yönelik davetini sabote etmiş, halkın sağlıklı düşünmesini engellemiş, geleneklerden ve gözler önündeki alâyişten  yararlanarak toplumu âdeta büyülemiş ve saltanatını devam ettirmenin yolunu bulmuştur. (18 ) Çünkü onları korkak ve şahsiyetsiz kimseler yerine koyarak adeta “Ben bu insanları istediğim gibi evirir-çevirir ve yönlendiririm” demiş olmaktadır. Ancak bir ülke bu şekilde teslim alınmış ve halk hükümdarın önünde köleleşmişse gerçekten de o halk  tıpkı o hükümdarın düşündüğü gibi şahsiyetsiz ve değersizdir. Çünkü halkın bu zillet içinde yürümesin asıl nedeni onların fasık kimseler olmalarıdır. Onlar hakve batılın ne olduğunu aldırmadıkları gibi, adalet ve zülüm arasında bir fark gözetmezler.Doğruluk ve şeref ile yalan ve zillet aynıdır onların nezdinde.Çünkü onlar bu gibi değerlerin keyfiyetiyle ilgilenmeyip kendi şahsi çıkarları için her zulme boyune eğerler,zorbalıktan  korkarak batılı kabul ederler. Ancak hak bir ses yükselirse aralarından, onu hemen susturmaya hazırdırlar…(19)

Zorbaların, tağutların halk kitlelerinin aklını çelmesinde, dolayısıyle aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak birşey yok. Öncelikle zorbalar halk kitlelerini bilgi edinme yollarından yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları yönlendirmek çok rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip dururlar. Kuskusuz halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah’ın ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bunu yapamazlar. Mü’minleri ise, kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi onlarla oynamak son derece güçtür. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim, halk kitlelerinin Firavun’u onaylamalarını bu açıdan yorumluyorlar ve şöyle diyor: “İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.” “İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi ” Ve sınama, uyarma, gerçekleri gösterme aşaması sona eriyor. Artık yüce Allah onların inanmayacaklarını biliyor. Mü’minlere yönelik baskılar artmış, halk kitleleri, büyüklenen, gurura kapılan Firavun’a boyun eğmiş, Allah’ın ayetlerinden, gerçeği gösteren belgelerden, nurdan kaçınmış, gözlerini koparmıştır. Böylece yüce Allah’ın sözü yerine gelmiş; tehdidin gerçekleşme zamanı gelmiştir:(20 )               

Bu bağlamda ben şiddet kavramından çok şiddet uygulama ifadesinin kullanmasının daha sağlıklı olacağını düşünmekteyim. Çünkü şiddet olarak olumsuzladığımız her tavır bir süreçsel tavırdır. Şiddet bir uygulama işidir; bir eylem değildir. Çünkü şiddeti ele alırken daima bir eylemden çok bir uygulamayı kastetmekteyiz. Varlığı korumaya dönük içgüdüsel ani tepkiler kimi kere zarar verici olabilir ama bir şiddet pratiği olarak değerlendirilemez. Çünkü temelinde koruma güdüsü bulunmaktadır. Bu gücü yaşamın korunması ilkesine uygun olduğu için şiddet uygulama olarak ele alınamaz. (21 )               

İyi bir teori kadar pratik bir şey yoktur ve teori oluştururken en iyi şey pratikle doğrudan karşılaşmaktır” diyen ünlü Otoriteryen Kişilik araştırması grup başkanı Prof. Dr. Nevitt Sanford, bu sözüyle, kitabında yer alan bütün ampirik yaklaşımların genel bir özetini yapmaktadır. Sanki, “en iyi pratik teoridir” diyen Lenin gibi. 1990’ların başlarında, Türkiye’nin entelektüel genç kesiminin volta attığı yer olan Beyoğlu’nun orta yerinde, Nazi subayı üniForması giymiş Ferhan Şensoy’un durup dururken onlarca kişiyi tek bir “yere yat” komutuyla dakikalarca yüzü koyun sokak ortasında yatırdığı, 2000’lerle birlikte, şiddetin gündelik hayata içselleştiği bir ülkede, herhalde Sanford’un, Milgram’m, Şerifin ve Asch’in deneysel otoriteryenlik ve uyma teorileri ve ‘Adorno’nun Sarkacı’ “pratik” bir önem taşıyor. ( 22 ) Onbaşı kültürünün ve anlayışının hakim olduğu toprakların durumu bundan öte bir şey değildir …             

Derin ve yoğun dikkat ustası Paul Cezanne bir keresinde şeylerin kokusunu da görebildiğini söylemişti. Kokuların görselleştirilmesi derin bir dikkat gerektirir. Yoğunlaşma halinde insan sanki kendinden dışan çıkıp şeylerin içine dalar. Merlau-Ponty, Cezanne’ın yoğun manzara tetkiklerini bir dışa vurma ya da içini boşaltma olarak açıklar:  (23) İşte şiddetin güncel tanımıda bu “kokuların görselleştirilmesine”  benziyor…HATIRLAYINIZ… HALEPÇEYİ VE ELMA KOKUSUNU…( 24 )   

Şimdiye kadar bildiğiniz tarifleri bugünün dili ile söylemek istedim. Şimdi ise sonucu bağlamak için sözü Koreli bir düşünüre Byung-Chul Han‘a bırakmak istiyorum: ‘Korona  Sıkıntısı’  [corona  blues]  Covid-19  salgını  sırasında  yayılan  depresyona  Korelilerin  verdiği isim.  Sosyal  etkileşimden  uzak  karantina  koşullarında  depresyon  derinleşiyor.  Asıl  salgın  depresyondur.  Yorgunluk  Toplumu  kitabım  şu  teşhisten yola  çıkmıştı:  “Her  çağın  kendine  özgü  hastalıkları vardır.  Nitekim  bir  zamanlar  bir  bakteri  çağı  vardı; antibiyotiklerin  bulunmasıyla  sona  erdi. Yaygın  bir grip  salgını  korkusuna  rağmen  viral  bir  çağda  yaşamıyoruz.  İmmünolojik  teknoloji  sayesinde  onu çoktan  geride  bıraktık.  Patolojik  bir  bakış  açısından  baktığımızda,  yeni  başlayan  21.  yüzyıl  bakteriler  veya  virüsler  tarafından  değil,  nöronlar  tarafından  şekillenecek.  Depresyon,  dikkat  eksikliği  ve hiperaktivite  bozukluğu  (DEHB),  borderline  kişilik bozukluğu  (BPD)  ve  tükenmişlik  sendromu  gibi nörolojik  hastalıklar,  yirmi  birinci  yüzyılın  başında patolojinin manzarasını  işaret  ediyor.”                  

Yakında  virüsü  yenmek  için  yeterli  aşımız olacak. (Aşımız oldu ve Covit büyük bir oranda önlendi ama mücadele hala devam ediyor )Ancak  depresyon  salgınına  karşı  aşı  bulunamayacak.  Aslına  bakılırsa  depresyon  da  tükenmişlik  toplumunun  bir  belirtisidir.  Başarı  öznesi, artık  “yapamayacak”  olduğu  anda  tükenmişliğe  sürüklenir.  Kendi  kendine  dayattığı  başarma  beklentisini  karşılayamaz  hâle  gelir.  Artık  “yapamamak”, yıkıcı  bir  özeleştiriye  ve  otomatik  saldırganlığa  yol açar.  Başarı  öznesi  kendisine  karşı  bir  savaş  açar  ve onun  içinde  yok  olur.  Kendine  karşı  kazanılan  bu savaştaki  zafere  tükenmişlik denir.. ( 25 )Bunun sebebide bugünkü firavni düzen ve sistemlerdir… Diktatörlük düzenleri devam ettiği sürece şiddetin bugünkü anlamıda bunlara karşı mücadele, mücahade, ve farkındalık oluşturacak şekilde bir bilinçlenmedir…Muhammedun rasûlu(A)llâh(i) velleżîne me’ahu eşiddâu ‘alâ-lkuffâri ruhamâu beynehum…Muhammed Allah’ın Elçisidir. Onun yanında yer alan Müslümanlar ise, inkârcılara karşı son derece kararlı ve çetin, birbirlerine karşı ise çok şefkatli ve merhametlidirler. Onlar imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, düşüncelerinin netliği sayesinde, kâfirlerin baskı ve dayatmaları karşısında çelik gibi sağlam dururlar…(26)

D İ P N O T L A R:

1-Bkz-https://tr.wikipedia.org/wiki/Giordano_Bruno

2-Bkz-Bülent Sönmez- Şiddet Ayrımcılık-L.T yay. İst. 2018-sh-5

3- Adem GÜNEŞ-ŞİDDET Din Eğitimi ve Değerler-sh-31-Arı sanat yay- 1. Bas-2016, İstanbul

4- Bülent SÖNMEZ- A.g.e-sh-9

5-PARKIN David, Şiddet ve İrade (Antropolojik Açıdan Şiddet), sh-250-(Çev: Dilek Hattatoğlu) Ayrıntı Yay, İst, 1989.

6- Brad Evans- S.Michael Wilson-Şiddetin eleştirel tarihi-dipnot yay.Ankara-2018/ sh-14/19 özetle

7- Ali İmran 4, Mâide 2, Mü’minûn 77, Sebe 46, Hadîd 20 vd.

8- Kasas 78, Haşr 13, Nâziat 27 vd.

9-Bakara 229.

10- Yunus 47, Mâide 8.

11-Adem GÜNEŞ-A.g.e.sh-22

12-Abdurrahman ATEŞ-Kuran’a göre Dinde zorlama ve Şiddet sorunu.sh-32-Beyan yay.ist.2002

13-TCK- 41 12.10.2004 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu.Adem GÜNEŞ-A.g.e.sh-29

14-Byung-Chul Han Şiddetin Topolojisi-Metis yay-2.bsk-ist-2017-sh-15/16

15 -Stanley Milgram- DENEY- Kafekültür yay.ist.2015-Deneyin ayrıntıları için bakınız: https://www.bilgiustam.com/stanley-milgram-deneyi-nedir/

16- Brad Evans- S.Michael Wilson-A.g.e.sh-26/35 özetle

17 -https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosnadaki-olum-kampi-kurbanlari-anildi/1551032

17-Bkz – https://tr.wikipedia.org/wiki/Srebrenitsa_Katliamı

(*)- TDK sözlükten  alıntı

18-TEFSİR-kuran yolu 4.cilt.indd sh- 779

19-Mevdudi-Tefhim-ul Kuran- C-5-sh-283-İnsan Yay.(zuhruf -54 tefsiri)

20-Seyyid KUTUB-Fizilal-il Kuran-(43-Zuhruf-54-Tefsiri) / sh-2115-Hikmet yay.ist

21- Bülent SÖNMEZ- A.g.e-sh-15

22-Otoriteryen Kişilik ve Uyma -Muzaffer Şerif, Nevitt Sanford, Solomon Asch, Stanley Milgram SALYANGOZ YAY-Derleyici:Prof. Dr. Veysel BatmazYayın Tarihi:17.05.2006

23-Byung Chul Han-yorgunluk toplumu-Açılım Ktp-Pınar yay-ist-2017-3.bsk-sh-26

24- Konu ile geniş bilgi için bakınız : https : // www. indyturk. com/node/330676/ haber/elma-kokusu-ile-işlenen-katliam-i̇nsanlığın-kalbindeki-yara-halepçe

25- BYUNG-CHUL HAN-YORGUNLUK VİRÜSÜ -Umran Dergisi 321

26- Kuran Meali M.Kısa (48 -Fetih-29)

AÇIKLAMA: Zuhruf 54 te geçen kavram içindir…

***APTAL KELİMESİ NE DEMEK? APTAL KELİMESİ TDK ANLAMI

Aptal kelimesi dilimizde sıklıkla karşımıza çıkan sözcükler arasındadır. Aptal kelimesi Arapça kökenlidir. TDK’ye göre aptal kelimesi ise şu anlama gelmektedir:

– Zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu, alık, ahmak, alık salık- Küçümseme ve azarlama bildiren bir seslenme sözü

***TDK’ya Göre Ahmakça ve Ahmaklaşma Kelimelerinin Anlamı Nedir? Türk Dil Kurumu sözlüklerinde ahmak kelimesinden türeyen ahmakça ve ahmaklaşma kelimelerinin hangi manaya geldikleri açıklanmaktadır.

Ahmakça: Cümle içerisinde sıfat olarak kullanılır ise biraz ahmak anlamına gelir. Zarf olarak kullanılır ise ahmağa yakışır bir biçimde, aptalca anlamına gelir.

Ahmaklaşma: İsim olarak kullanılır. Aptallaşma anlamına gelmektedir. Örneğin bir kişinin ahmaklaşması ile ilgili cümle kurulduğunda, aptallaşma kelimesi yerine aynı anlama gelen ahmaklaşma kelimesi de kullanılabilir.

***SALAK NE DEMEK, NEDİR? TDK’YE GÖRE ANLAMI

Salak kelimesi, dilimizde oldukça kullanılan kelimelerden birisidir. TDK’ye göre, salak kelimesi anlamı şu şekildedir:

– Giyinişinden, konuşma ve davranışlarından seviyesiz, dengesiz ve saf olduğu anlaşılan (kimse)

SALAK KELİMESİ CÜMLE İÇERİSİNDE DOĞRU KULLANIM ÖRNEKLERİ

– Hem evli barklı bir kadın olduğundan haberi yok mu bu salak şeyin?

 

Kaynak: Farklı Bakış



Anahtar Kelimeler: Şiddetin Bugünkü Anlamı Üzerine

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz