Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Selvigül Kandoğmuş Şahin: “Yazmak, güzele, hakikatin sırlı ve aşikâr duraklarına doğru derin duyarlılıklar yüklü bir arınma yolculuğu.”

Şair ve yazar Mustafa Uçurum, edebiyatçı yazar Selvigül Şahin ile Mahalle Mektebi Dergisi'nin 48. Sayısı'nda yayımlanan bir söyleşi gerçekleştirdi.

Selvigül Kandoğmuş Şahin:  “Yazmak, güzele, hakikatin sırlı ve aşikâr duraklarına doğru derin duyarlılıklar yüklü bir arınma yolculuğu.”

Hikâyeler, denemeler, gazete yazıları, söyleşiler derken hayatı yazmak ve konuşmak üzerine kurarak yüreklere dokunmayı bir mesele olarak gördüğünüz aşikâr.  Son kitabınız, ‘Allah Her Yüreğe Dokunur’u da düşünerek yazmak ve sorumluluk kavramları sizin için ne anlama geliyor?

Üstad Sezai Karakoç, Çıkış Yolu adlı kitabında; “Diyelim ki, insanların üç ideali vardır. Birincisi, doğruluk ideali. Bilim, bununla meşgul olur; hakikati arar. İkincisi, iyilik ideali. Ahlâk bununla meşgul olur. Üçüncüsü güzellik ideali. Sanat bununla meşgul olur” diye anlamlı ifadelerle sanatı güzelliğe râm eder. Yazmak işte tam da bu anlamda güzele, hakikatin sırlı ve aşikâr duraklarına doğru derin duyarlılıklar yüklü bir arınma yolculuğu. Evet, bir arınma ve arınırken de yüklerinden, fazlalıklarından kurtulmaya çalışmak diyebilirim benim için… Aynı zamanda sorumlu ve duyarı bir kalbiniz ve dahi kaleminiz varsa ki artık yazmak, edebiyat, sanatla uğraşmak da sizin için amellerden, bir amel, salih bir amel olarak yansıyor diye düşünmekteyim. Ki inşallah öyle olur. Duamız, meramımız, amacımız budur. Nihayetinde istidatlar da Yüce Rabbimiz tarafından kula lütfedilmiş hasletlerdir. Bize armağan edilmiş ve hiçbir zaman hiçbir şekilde o eğer vermeseydi sahip olamayacağımız hasletler için övünme ve kibir duyamayız, duymamalıyız.Tam da burada son dönemde Ressam Cemal Toy hocamın bir makalesinde okuduğum bir anekdotla teslim olmuş mutmain olmuş, mümin sanatçının da sınırını, durduğu yeri görmekteyiz. Michelangelo, ‘Musa Heykelini’ (1513-1515) ortaya koyduğunda, olağanüstü muhteşem bir eser meydana getirdiğini düşünerek “Konuş, Ey Musa!” diye yaptığı heykele adeta haykırarak elindeki çekici fırlattığı söylenir. İroni yüklü bir hâl ile Batılı sanatçının sanatı karşısındaki durumunu bu olay net olarak ortaya koymaktadır. Tam da bu sesleniş işte mümin sanatçıya sorumluluklarını ve durması gerektiği yeri hatırlatır. Böyle bir sesleniş ancak haddi aşmak, sınırları zorlamak, adeta tırnak içinde ‘yaratma’ noktasında Yaratıcı ile kendini eşlemek anlamına geliyor. Tüm bunlardan beri olarak sorumluluk bilincini kuşanmış halde yaşarken oluyor her şey. Savaşların tam ortasındayız. Dünya dönüyor, hayat bir şekilde yaşanıyor. Ama işte bu yaşantı içinde sizin duruşunuz nedir, bu duruş nasıldır bu çok önemlidir.

Sanat, kendi içinde zorlu, meşakkatli, yeri geldiğinde adanmışlık isteyen, toplumsal yaşamdan soyutlanmayı gerektiren ve bazen de yaşanılan duygusal gerilimlerle eserlerin ortaya çıkma aşamasında sanatçıyı duygusal anlamda çıkmazlara sürükleyen bir saha. İşte tam da burada Albert Camus sözlerime tercüman oluyor: “Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar.” Tüm bu anlamlı sözlerin üzerine eklemleme yapmasam daha iyi olacak gibi.

Son olarak; "Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin." Yüce Kur’an’da böyle bir ayet varken, inanmış bir sanatçı olarak siz yazmayı nasıl sorumluluk olarak görmezsiniz. Sizin yazdığınız kaleme yemin edilmiş, şahitlendirilmiş, satır satır anılmış. Sizin yazdıklarınızın da satır satır hesaba çekileceğini bilerek bu yola revan olmanız gerekmez mi? İşte tüm hikâye budur bence. Bu ayeti Rabbim yaşamayı, gerçekten sorumluluk bilinci ile yazmayı nasip eylesin.

“Allah her yüreğe dokunur” sözü insana ferahlık veren bir içtenliğe sahip. Burkulan bir yüreğe umut aşısı olacak bir dua gibi. Kitaptaki hikâyelere baktığımızda bir mümin hassasiyeti hemen dikkat çekiyor. Sizi yazmaya bağlayan bağlardan bahseder misiniz?

“İnsan, sonsuzluk yolunun yolcusudur, Allah’ı ancak o bulacaktır. Onun bu yürüyüşünü engellemekten daha büyük günah olur mu?” diye soruyor, Üstad Nurettin Topçu, ‘Varolmak’ kitabında. Sonsuzluk yolunun yolcusuyuz hepimiz. İster yazalım, ister farklı işlerle meşgul olalım bu değişmez. Bu yolda yürürken elimizde kalem var, elimizde fırça var. İşte hakikati aramak için çıkılan tüm yollarda bunlar bize verilmiş araçlardır diye düşünmekteyim. Sait Faik gibi yazmasam delirir miydim bilmiyorum. Ama yazı benim için adeta ibadet şuuruyla yaptığım bir eylem. Bunu zaman geçtikçe daha iyi anlamaktayım. Adeta bir münâcaat. Belki şair olsaydım bu ifade tam da yerine otururdu. Ama benim soluğum ve yüreğim ancak buna yetebildi. Ne yazık büyük şairleri okuyunca şiirle başladığım yazı yolculuğuna, haddimi bilerek,  yazıya öykü ve deneme ile devam etmek nasip oldu. YineÜstad Nurettin Topçu, çok güzel ifade ediyor; “Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir.” Bu sözünü çok seviyorum ve belki tekrar ediyorum. Rabbin huzuruna aslında günahsız değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz. “Fazilet, dünyaya günahsız gelip, buradan günahsız gitmek değil, günahlarından temizlenmesini bilmektir” diyerek Rabbimizin bize Rahim ve Rahman olduğunu ne güzel hatırlatıyor. Evet, ben inanıyorum; “Allah her yüreğe dokunur.” Buna gönülden inanıyorum ve inanarak yazdım ve bunu derinden müşahede ettiğimi de söyleyebilirim. Belki de bizi yazmaya bağlayan en güçlü bağlardan birisi de buna iman etmek diyebilirim. Erdemli ve soylu bir hayatın kıyılarında, yolcu olduğunu duyumsayarak salih ameller gibi satırları dizmek bağlardan bir diğeri olabilir mi. Sonrasını söylemesek. Yine Camus’la bitirelim: “Ben neyi aradığımı biliyorum, onu ürke ürke adlandırıyorum, o değil diyorum, odur diyorum, illeri varıyorum, geriliyorum. Ama zorluyorlar beni, bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at, diyorlar bana. Şahlanıyorum o zaman. Bir şey, adı konulduğunda yitirilmiş değil midir? İşte, hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.” Yitirmemek için biz fazla bile konuşuyoruz oysa. En iyisi susmak ama en zoru da o sanırım. Ne yazık en güzel cevap olan susmaya çok uzağız…

Acılara ve direnişeyaslı bir anlatımınız var. Mavi Marmara’nın hüznü de var cümlelerinizde 15 Temmuz direnişinin heybeti de. Toplumu derinden yaralayan bu tür olayları hikâyeye taşırken hangi duygular sizi bu olayları anlatmaya yöneltiyor?

Önceki sorularda değindiğim gibi, yaşam akıp gidiyor. Bizler de yaşarken tüm yaşananlara şahitlik ediyoruz. Biz yaşarken oluyor herşey. Kendimizi yaşamdan nasıl soyutlayamıyorsak, yaşananlar noktasında kalemimizin de bir duruşu oluyor tabi. Bu duruş kimi zaman öykü, kimi zaman şiir ve deneme olarak sızıyor satırlara. “Ben aşksız insanlar görüyorum: Huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; Hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler.”  Fethi Gemuhluoğlu üstadımız ne güzel ifade ediyor. Belki de hâlâ bu duyarlılıkta olan kalem erbapları var. Ve yaşanılan acılara, dramlara, savaşlara yüreklice dokunuyorlar, cümle cümle, satır satırmünacaat duyarlılığı ile kaleme sarılıyorlar. Belki de böyle bir hâl ile biz de kaleme sarılmaktayız. Ne yazık elimizden ancak bu geliyor, dua niyetine diyelim…

“Sarı Yıldız Mavi Yıldız” hikâyesini okurken ister istemez bir türkü takılıyor dilimize. İlk hikâye “Yaralanmış Dualar ” da “Sana kim baktı yârim yüzünde göz izi var” türküsü eşlik ediyor bize. Türkülerle aranız nasıldır? Türküler ne ifade eder sizin için?

Üstad Mehmet Ragıp Karcı; “Türkü dediğimiz şey ilk elde insanımızın her hangi bir hâl karşısında ricat ettiği bir tahassüs alanıdır.Melâldir.”

Üstad konuşmalarında türkülerle ilgili anlamlı ifadelere yer veriyor. Türküleri melâl olarak tanımlıyor ve“Melâl bütün milletlere veriliyor, bunun sözlük karşılığı sıkıntıdır. Allah bütün insanlara vermiştir bu sıkıntıyı.  Türkü ne müzik ne şiir. Daha çok şiir. Şiir mutlaka hakikatin arkasından dolaşır türküler Bir de melâlin ucu var o da Nebiler’in eline veriliyor. Bizim melalimizin kaybolmamasının sebebi türkülerimiz. Muhammedi melaldirbu bitmez. Bu toprakları küfürle de sulasanız, riyaylada sulasanız bu melâl bitmez. Anadolu topraklarında Türküler yakılır” diyerek kendine has bir tanımlama getiriyor.

Bu alıntıları yapıyorum inşallah bu söyleşimiz gençlere ulaşır. Üstadın çok anlamlı ifadelerinde türküyü idrak etmek için nesebi sahih olmak, sahih gönle ihtiyaç vardır diye de bir ifade bulunmakta.

Anadolu topraklarında asırlardır, Tanpınar’ın dediği gibi türküler bu milletin romanı olmuş adeta. Anlatmaya çalıştığımda, hikâyenin tam orta yerine yanık bir türkü, ya da hüzün yüklü bir şarkı düşüyor bunu bile isteye yapmıyorum. Örneğin bir okurum, ‘Kırık Aynalar’ adlı öykümü okurken arkadan Sezen Aksu’ nun, ‘Firuze’ şarkısı akıp durdu sanki demişti. Öyküde yaşayan, hayatın içinden süzülüp gelmiş diri bir hikâye olsun istiyorum. Ve anlatının ritmi, ahengi benim için önemli, bazen bunun için şiirselliğe de yükleniyorum, bazen müziğin tınısına… Belki de bu türküler meramımı anlatma telaşında iken yardıma geliyorlar. Çok değerli benim için türkülerimiz. Samimi her daim yürekten geliyor. Acılar yaşanıyor, yokluklar, nice ayrılıklar ve arkasından türküler yakılıyor. Yakılmak diye bir ifade ile anlatılıyor. Yüreğin derinlerinden yanarak, yakarak çıkan melâl değil de nedir o zaman Üstad Karcı’nın da ifade ettiği gibi.

“Her Adım Ölüm” hikâyeniz 28 Şubat’ın soğuk havasına bir gönderme. “28 Şubat’ı yazmak” sizde hangi duyguları çağrıştırıyor?

Zor zamanlardan geçiyoruz. Başka dönemlerde yaşayanlar da kendi zaman dilimini zor olarak her daim tanımlar diye düşünmekteyim. Sosyal medyada bir gün bir haber gördüm. Bir hoca, yıllar sonra camime, görev yerime geri döndüm diye bir paylaşımda bulunmuştu. İbrahim Akar diye kıymetli bir hocamız. Bu beni derinden etkiledi. Kendisine yazmakta bir beis görmedim. Hikâyesini yazmaya talip olduğumu, çok etkilendiğimi söyledim, tabi bu kolay olmadı. Çünkü bazıları yaşıyor, bazıları yazıyor. Ben yazan taraftayım. Yaşamak hiçbir şeye benzemiyor. Biz işin edebiyatını yapıyoruz. İbrahim Hocam, bana öyle şeyler yazdı ki günlerce gözüme uyku girmedi. Onun yaşadıklarının yanında benim yazdıklarım acaba nasıl durur. Bizden sonraki nesillere duamız bir mektup gibi bu eserlerin, ulaşmasıdır, yaşanan bu acıları edebiyat şahitliğinde okumaları. Nihayetinde yazılan romanları, hikâyeleri okurken bu eserlerin kendi dönemlerine nasıl şahitlik yaptığını, yaşanılan toplumun tüm sosyal, ekonomik durumunu bize aktardığını bilmekteyiz. Sefiller’i okuduğumuzda o dönemin Paris’ini tanımış oluyoruz. O dönemde yaşanmış olan adaletsizliği yakinen hissediyoruz. Hiçbir tarih kitabı bize Ömer Seyfettin’in yazdığı Beyaz Lale’deki dramın yaralayan, delip geçen hikâyesini aktaramaz. 28 Şubat, 15 Temmuz zor zamanlar. Bu topraklarda ne yazık zulümlerde yaşanıyor. Edebiyat sanatın hassas misyonu ile sağlıklı bir ayna olur tüm yaşananlara dileğimiz budur.

Son yıllarda hikâyenin memnunluk veren bir yükselişi var. Özellikle kadın yazarların hikâyeye yöneldiğine de şahit oluyoruz. Bu ilgi ve yöneliş hakkında ne söylemek istersiniz?

Gerçekten son dönemde kadın yazarlarımızın öyküye yönelmeleri ve bu alanda bereketli bir yazın serüvenlerinin olması sevindirici. Genelde şiir erkek yazarların egemenliğinde ilerliyor. Öykü türünde de kadın yazarlar başı çekiyorlar. Genç yazarların eserleri bizleri sevindiriyor. Okumaya çalışıyorum tabi yayınlanan eserleri, gerçekten dil de, anlatımda, tahkiye ve genel olarak öykü alanında yenilikleri denemekten çekinmiyorlar ve başarılı da oluyorlar. Tüm yazarların yolu açık olsun, hepsini takdirle takip etmekteyim.

Öykü ve deneme sizde birlikte yürüyor. Kendinizi hangi yazı türüne daha yakın hissediyorsunuz? Açıklar mısınız?

Yazmaya öykü yazarak başladım. Ama yine aynı dönemde haftalık çıkan bir gazetede denemeler de yazmaya başladım. Paralel bir zaman diliminde başlamış da olsam tabi öykü ön plana geçti. İlk “Gülendamın Renkleri” hikâye kitabım yayınlandı. Daha bir özendim hikâyelerime. Ve kendimi hep hikâye, öykü yazarı olarak tanımlamayı uygun gördüm. Ama zamanla denemeler de yazmaya başladım. Hikâyeye yaslı, biçimsel anlamda deneme formunu zorlayan kendime özgü bir yazın türü olarak denemelerim de yayınlanmaya başladı. Çünkü artık öyküler meramımı anlatmaya yeterli gelmiyordu.

Gezi yazılarımı da önemsiyorum tabi inşallah bu konuda bir dosyamız mevcut, yine portre yazılarımız ve emektar edebiyatçılarımızla yaptığımız ve özenle hazırlandığım dolu dolu söyleşi dosyalarımız da yayın aşamasına geldi sayılır ama tabi kader takvimini bekliyorlar

Kitaptaki öykülerde genel olarak; kırsal ile kent çatışması, zamana ve değişime direnemeyen dönüşüm geçiren hayatlar ve yine inanmışlar safında kayıplar, aşınmalar ve anlam arayışları ile eşya ile bağını sağlıklı kuramamış, tüketim toplumuna endeksli hayatların dağınık muhayyilelerini görmekteyiz. Bu öyküler belli bir dağılmanın da ifadesi olan bir dönem öyküleri sayılabilir mi acaba?

Yazdığım öyküler de, kendi döneminin öyküleri olarak kendilerini yazdırmışlardır. Kayıplar, çatışmalar, nice maddi kazançla gelen manevi aşınmışlıklar. Tabi edebiyatın diline bu yoz hayatlar nasıl yansır naif anlatımlar bunu nasıl kaldırır bilemiyorum. Siyasal ve ekonomik anlamda kazanılanlar derin duyuşları ve manevi sezişleri ve yaşayışları dumura nasıl uğratıyor, ne durumdayız. Bu kitapta eleştirel bir bakışıcısıyla evet kendime, yaşadığım muhite, bize ait olana, dua niyetine öyküler yazdım. Sanatçı, İlhami hocamın dediği gibi tabiata bakar, hayata bakar ve esinlenir. Sonrasında eserini ortaya koymak için çabalar durur. Bu çabada aşk, heyecan, samimiyet ve yorumlama gücünün büyülü atmosferi yoksa eseriniz de kalıcı ve gerçek bir sanat eseri olmayacaktır. Yazdığımız nice hikâye hayatın damarlarından akıp gelir. Önemli olan bu değildir aslında önemli olan ortaya koyduğumuz eserin gerçek anlamda sanatsal yetkinliğinin olması, diliyle, üslubuyla asırlar sonrasına dahi bir mektup titizliğinde ulaşması. Tabi zarf önemlidir ama mazrufta önemlidir. Yazılanlar itibari bir dünyanın eteklerinde ortaya çıkar. Sanatçı bu itibari dünyayı kurgularken hem okumalar yapar hem de gözlem gücünü kullanır. İşte tam da burada sanatın gücü ortaya çıkar. Samimiyet, özveri, çalışma, emek, yürek teri ve alın teri.

Hayatı yazmayı ve resmetmeyi seviyorsunuz? Harfler ve renkler arasındaki dünyanızdan bahseder misiniz?

Ben mizaç olarak çok yönlü çalışmalar yapmayı seviyorum. Üretmeyi seviyorum. İnşirah Suresi’nde Rabbimiz bir işten yorulduğunuzda başka bir işe yönelin diye bir ifade kullanır. Bu ayeti kerime bize ilham oluyor diyebilirim. Dört çocuk annesi olarak, onlarayetmeye iyi bir anne ve eş olmaya çalışıyorum. Yeri geldiğinde onlar için kazaklar örüyorum, elbiseler dikiyorum. Bu beni derecesiz mutlu ediyor. Yeri geldiğinde mutfakta onlara lezzetli yemekler yapmak da benim için sanat gibi, beni tatmin ediyor.

Bu arada uzun zamandır resimle uğraşmak istiyordum. Zaten çalışmalarım vardı ama özel bir zaman ayıramıyordum. Cemal Toy hocam ve İlhami Atalay hocamla çalışmak, onların tedrisatından geçmek resimle daha profesyonel olarak ilgilenmeme vesile oldu. Son üç yıldır özlem duyduğum renklerin dünyasındayım. Sanırım yazıyla resim paralel devam edecek, inşallah yakın bir zamanda kişisel sergi düşüncem de var. Nasip tabi, kısmet diyelim.

Söyleşi ve böylesine anlamlı ve konusuna vakıf, derinlikli sorular için şükranlarımı sunuyorum…

_________________

Selvigül Şahin Kimdir?

 Tokat Reşadiye, Demircili Beldesi doğumlu yazar ilköğrenimini Babaeski’de, liseyi ve üniversiteyi İstanbul’da tamamladı. Kısa bir süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı.  

Yediiklim, Kafdağı, Hece, Hece Öykü,  Bir Nokta, Mahalle Mektebi, Temmuz, Aşkar, Tasfiye, Ay Vakti, Değirmen, Aydos gibi edebiyat ve düşünce dergilerinde yazıları ve öyküleri yayınlandı. Aynı zamanda pek çok düşünce dergisinde yazılar yazmaya devam ediyor.

Bir süre Bahçelievler ve Bağcılar Belediyelerinin Eğitim Kültür Müdürlüklerinde ve Basın Danışmanlığında görev aldı. İkbal Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfının Yönetim Kurulu başkanlığını yürüttü. Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğinde bulundu.  İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde de bulunan yazar, Milat Gazetesi’nde köşe yazarlığını ve Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü sürdürmekte. Yazar, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla, halen vakıf, dernek, belediye ve okullarda seminer çalışmalarında yer alırken bir taraftan da resim alanında çalışmalarını sürdürmekte.

Meryem Zehra’nın, Hacer’in, Mustafa Harun’un ve Hümeyra’nın annesi, İstanbul’da ikamet etmektedir.

Yayınlanmış Eserleri: Yayınlanmış Eserleri:

Gülendamın Renkleri (Öykü 2001, 3.baskı 2017 Okur Kitaplığı),  Hayırlı Haber (Öykü 2002, 3.baskı 2017 Okur Kitaplığı), Yusufhan (Roman 2006, 4.baskı 2016 Okur Kitaplığı), Eylül Sancısı (Toplu Öyküler 2011 ), Hızırla Yolculuk (Deneme 2011,3. Baskı 2018 Okur Kitaplığı),  Savrulan (Öykü 2014, 2.baskı 2015 Okur Kitaplığı),  Kalemin Yazgısı (Deneme 2014 Okur Kitaplığı), Kırık Zamanlar (Öykü 2015,  2.Baskı 2017 Okur Kitaplığı), Kalbin Duası (Deneme 2016 Okur Kitaplığı), Allah Her Yüreğe Dokunur (Öykü 2018 Okur Kitaplığı), Ahir Zaman Notları (Deneme, 2019 Okur Kitaplığı

Kaynak: Mahalle Mektebi Dergisi



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER