Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ruşen Çakır; İslamî hareketin yükselişi ve çöküşü: “Her şey koskoca bir yalanmış!”

İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Marmara Üniversitesi’ne devri, İslamî hareket içinde uzun zamandır yaşanan travma ve sorgulamalarda yeni bir dönemin kapısını açtı; Gülen-Erdoğan savaşında yaşanan travmaları bir başka boyuta taşıdı.

Ruşen Çakır; İslamî hareketin yükselişi ve çöküşü: “Her şey koskoca bir yalanmış!”

İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Marmara Üniversitesi’ne devri, İslamî hareket içinde uzun zamandır yaşanan travma ve sorgulamalarda yeni bir dönemin kapısını açtı; Gülen-Erdoğan savaşında yaşanan travmaları bir başka boyuta taşıdı.

Merhaba, iyi günler. İslamî hareketin yükselişi ve çöküşünü anlatmak istiyorum; bu konuda konuşmak istiyorum, tabii ki Türkiye’den bahsedeceğim. Daha önce de bu temada bayağı bir yayın yapmışlığım var. Bazı şeyler tekrar olacak; ancak dün yaşanan Şehir Üniversitesi’nin Marmara Üniversitesi’ne devri meselesi yepyeni bir olay, yepyeni bir dönemi bize gösteriyor. Konunun bu dediğim başlıkla ilgisini birazdan anlatmak istiyorum. Çünkü Şehir Üniversitesi Türkiye’de 80’li, 90’lı yıllarda yükselişe geçen İslamî hareketin kültür alanında, eğitim alanında en sembolik, en övündüğü kurumlardan birisiydi ve bu kurumun başına gelenler –ki şu anda dün itibarıyla yapılan devletin olaya el koyması– bize yine İslamî iddialı bir başka organın, devletin, Tayyip Erdoğan’ın, pekâlâ İslamcılığın gözbebeği olarak bilinen bir yere el koyabileceğini gösteriyor ve bunun yepyeni travmalara yol açacağını kestirmek hiç zor değil. Ama bunun ötesinde bir şeyden bahsetmek istiyorum; oraya gelene kadar zaten çok şey oldu ve Türkiye’de belli bir süreden sonra iktidarda olduğu varsayılan İslamî hareket çoktan tükendi. Bunu neye dayandırıyorum? Birkaç boyutu var, ama şöyle söylemek isterim: Türkiye’de İslamî hareketin yükselişe geçtiği 1980 sonrası –80 ortaları, özellikle 90 başları, 85’te başlamış birisi olarak benim gazeteciliğe girdiğim tarihler–, İslamî hareket üzerine çalıştım ve o yükselişi yakından gözleme imkânım oldu; aktörleriyle, kurumlarıyla, bütün o tartışmalarıyla izleme imkânım oldu. 1990’da çıkan ilk kitabım Âyet ve Slogan’da, bu yükselişin nedenlerini çok detaylıca ele almaya çalıştım. Orada iki husus bence önemliydi: Birincisi; insanların bireysel arayışları, kendilerine modern dünyada, gelişen dünyada bir güvenlik arayışı, ontolojik bir arayıştı; bu anlamda olayın bir iman, inanma boyutu vardı. O yıllar, aynı zamanda başta sol olmak üzere diğer ideolojilerin – özellikle Türkiye’de– çok ciddi bir şekilde kaybettiği dönemlerdi; onların da verdiği bir ideolojik boşluk vardı ve burayı doldurmada İslam ve İslamî hareket çok önemli bir rol oynadı. İkincisiyse; insanların dayanışma arayışı toplumsal bir arayış. İslamî hareket bu anlamda da insanlara bir cevap sunma iddiasındaydı. Her şeyden önce camiyle başlayan bir toplumsallaşma imkânı var, ama onun ötesinde cemaatler… Türkiye’de Sünni cemaatlerin gerçek anlamda yükselişe geçtiği yıllar 80’li yıllardır ve dolayısıyla 80’ler 90’lar, insanların hem güvenlik arayışlarını hem de toplumsal dayanışma arayışlarını giderebildikleri bir zemini sundu ve İslamî hareketin yükselişine tanık olduk. 

Bu hareketin siyasî ayağını esas olarak Milli Görüş partileri, yani önce Refah Partisi –80 sonrasını söylüyoruz–, ardından Fazilet Partisi, bölündükten sonra da Adalet ve Kalkınma Partisi üstlendi. Toplumsal ayağında da çok sayıda cemaat dönem dönem öne çıktı. Bir dönem, mesela 80’li yılların ortasında, Nakşibendiliğin İskenderpaşa kolu çok öndeydi, Süleymancılar hep etkilerini sürdürdüler, Nurculuğun farklı kolları, Nakşiliğin diğer kolları –Erenköy Cemaati gibi, İsmailağa Cemaati gibi ve Kadirîlik gibi– birtakım farklı farklı cemaatler varlıklarını sürdürdüler. Ama belli bir andan itibaren Fethullahçılık, Fethullah Gülen’in Nurculuktan hareketle 1970’li yılların başında kendi etrafında inşa ettiği hareket, toplumsal İslam’ın da, sosyal İslam’ın da bir nevi merkezi haline geldi. Tabii ki onun merkez olması diğerlerinin yok olduğu anlamına gelmedi; ama özellikle de devletin birtakım temsilcileriyle kurduğu ilişkiler ve bunun AKP iktidarının belli bir aşamasında stratejik ortaklığa dönüşmesiyle beraber, Fethullahçılar Türkiye’de sosyal İslam’ı büyük ölçüde kontrol edip diğerlerini iyice marjinalize ettiler. Sonra ne oldu? Sonra çok şey oldu: AKP iktidarının belli bir andan itibaren yükselişini tamamlayıp düşüşe geçmesi, bu arada Fethullahçılarla AKP’liler arasında çıkan savaş vs. derken, Türkiye’de işlerin rengi çok ciddi bir şekilde değişmeye başladı ve Türkiye bir süredir sosyal olarak da siyasî olarak da İslamî hareketin düşüşüne tanık oluyor. Bu olay genellikle daha toplumsal ve siyasî alanda ele alınıyor, ama olayın ciddi bir bireysel boyutu da var. Dönem dönem burada tartıştık –başka yerlerde de o tartışıldı, ama galiba o tartışmayı esas olarak biz burada yürüttük–, deizme ve ateizme yönelik ilginin, özellikle de dindar ailelerin çocuklarında böyle bir ilginin olduğu yolundaki gözlemler, iddialar bir şeyi gösterdi. Olay sadece toplumsal ya da siyasal değil; onun da etkisiyle bireysel anlamda da çok ciddi kopuşların yaşanmakta olduğu. 

Şimdi, dün sosyal medyada bir şekilde karşıma çıkan birtakım ifşalar, ya da itiraflar, ya da iç dökmeler gördüm. Bunlar büyük ölçüde Fethullahçıların yaptıkları şeyler. Birkaç alıntı yapmak istiyorum, öncelikle bu yayının başlığına verdiğim, Her şey koskocaman bir yalanmış! sözünün olduğu. Anladığım kadarıyla yurtdışında yaşayan bir şahıs bu. Diyor ki:

“Ben dört yıldır ailemden çocuklarımdan ayrıyım, kokularını bile unuttum. Ne için? ‘Dava’ dediler, şu an yüzümüze bakan yok. Her şey koskoca bir yalanmış. ‘İnşallah değildir’ diyorum hâlâ. Hiçbir şeye üzülmüyorum, 30 yıllık geçmişime yanıyorum. Egolu egolu caka satan abiler nerede? Bu mudur dava? Benim için her şey çok karanlık, öleceksem bugünlerde tam olarak imanımı yitirmeden öleyim. Hiçbir şekilde ümidim ve kimseye inancım kalmadı. Her şey koskoca bir yalanmış maalesef. Yazıklar olsun.”

Bunu kimin söylediği, hangi saikle söylediği vs. bunların hepsi tartışılabilir; ama çok sahici bir iç dökme olduğuna eminim. Bunun bir başka versiyonunu 1980 sonrası, biz solcularda yaşandı. Çok sayıda insan 12 Eylül Darbesi’nin ardından sol grupların dağılmasıyla beraber çok ciddi savrulmalar yaşadı, çok ciddi sorgulamalar yaşadı ve kopuşlar oldu. Tabii soldan kopmakla dinden kopmak ne kadar benzer? Benzerlikler tabii ki var, ama din konusu olunca açıkçası işin rengi biraz daha değişiyor. Çünkü solculukta en azından, her şey bir yana, öbür dünya gibi temel bir mesele yok. Ama dinde –özellikle İslamiyet’te– iddiaya göre bu dünya öbür dünyaya hazırlık için yapılır, bu dünyada öyle yaşanır. Şimdi bu alıntı yaptığım kişi kendi imanından şüpheye düşen bir kişi, ama bildiğim kadarıyla artık bunu bırakan da çok sayıda insan var. Deizm, ateizm tartışmalarını biz genellikle dindar ailelerin çocukları üzerinden yaptık; ama bir dönem bu İslamî hareketin değişik kurumlarında, cemaatlerinde, partilerinde vs. yer alıp da kendi imanlarını sorgulayan insanların sayısı da hiç azımsanmayacak kadar fazla. Özellikle yurtdışına gitmek durumunda kalmış olan Fethullahçılar’da bunun olduğunu biliyoruz; ama bu sadece bundan ibaret değil, birçok yerde sorgulanıyor. Neden sorgulanıyor? Mesela birisi diyor ki: 

“‘Müslümanım’ diyen insanların bu pislikleri yapması beni dinden soğuttu. Nerede ‘Allah’ diyen var, ya soru çalmış ya para çalmış. Her türlü hesap vermeden insanları umursamayan, yalan söyleyen tipler.”

Bu da anladığım kadarıyla bir Fethullahçı’nın meselesi; ama bunun da çok yaygın olduğunu, özellikle yolsuzluk iddiaları, israf, kayırmacılık iddiaları –ki bu iddialar çok güçlü, dönem dönem çıkıyor, herkesin gözü önünde yaşanıyor aslında– vs. bütün bunlar, insanların kafasındaki İslam, İslamcılık, İslamî hareket imajının aslında bir yanılsama olduğunu çok ciddi bir şekilde düşündürüyor. Mesela birisi Twitter’da diyor ki: 

“‘Allahu ekber’ sesini duyduğumuz hiçbir yerde güvende değiliz.” 

Doğru mu? Doğru. Şimdi bu çok ağır bir cümle aslında. Dinin içerisinden konuşan, dindar bir insanın bunu söyleyebilmesi, yaşanan olayın ne kadar vahim olduğunu, ne kadar çarpıcı olduğunu bize gösteriyor. İmandan uzaklaşma, imanı sorgulama ya da imanı belli bir alanda daraltmak. Bu yayından önce içeriden görüştüğüm içeriden kişiler oldu, örneğin; tamamen kendi kabuğuna çekilerek İslam’ı yaşama, ibadetlerini evinde kendi köşesinde yapma, onun dışında sosyal hayatta hiçbir şekilde dindar kimlikte görünmemek eğiliminin çok güçlü olduğunu söyleyenler var. Yani tamamen kendi başına bir dindarlık ve dinin de Kur’an-ı Kerim’in, hadislerin ve diğer dinî temalı yerlere de, sadece imanla ilgili kısımlarıyla yetinip, sosyal hayatla ilgili fetva’vâri şeylere itibar etmeme, o anlamda kendi hayatını kendi çizme eğiliminin de çok güçlü olduğunu söyleyenler var. Ama daha çarpıcı olanı tabii ki deizm meselesi, hatta ateizm meselesi. Yani değişik değişik kademeler söz konusu; eskiden tamamen, hem bireysel hem toplumsal anlamda göstere göstere kimliklerine sahip çıkan insanların yerine, kademe kademe bunlardan imtina eden kişiler ortaya çıkıyor — bu çok çarpıcı bir husus, onu özellikle vurgulamak lâzım. 

Burada bir hayalin, bir düşün sona ermesi, yani bunun dağılması, bir mozaiğin dağılması olayı var. AKP iktidarında yaşananlar aslında bir anlamda içeriden de dışarıdan da –“içeriden” derken: destek verenler, “dışarıdan” derken: karşı çıkanlar– aslında bir anlamda Türkiye’de İslam’ın ve İslamî hareketin sınanması olarak görüldü. Erdoğan’ın 17 yıldır iktidarda kalması her ne kadar bir başarı olarak kabul edilse de, her ne olursa olsun iktidarda kalma adına dönem dönem yapılanlar, sürekli strateji değiştirmeler, müttefik değiştirmeler ve bu arada “İslam” denince, “dindar” denince ilk akla geldiği varsayılan değerlerden alabildiğine uzaklaşmalar; bunları şu ya da bu şekilde meşrulaştırmalar, hatta meşrulaştırmaya bile gitmeden otoriter yöntemlerle bunların dile getirilmesini engellemeye çalışmalar… Bunlar çok ciddi kırılmaları beraberinde getirdi. Mesela birisi diyor ki:

“Kimi eşinden, kimi evladından, kimisi ana babasından cüda düştü. ‘Helali hoş olsun’ diyoruz, ama bu süreçte birçok kardeşimiz Rabbim’den cüda düşüyor -ayrı düşüyor-, deizm artıyor, kutsal kitaba saygı azalıyor.”

Bunlar artık kamusal alanda bir anlamda açık açık söylenen hususlar olmaya başladı; demek ki insanlar bayağı çok ciddi bir şekilde dolmuş. Tabii bu olayın çok önemli bir boyutu sınıfsal boyut. Sınıfsal boyut atlayarak yapılan tartışmaların pek bir anlamı yok. Burada baktığım zaman; yakınmalara, iç dökmelere vs. baktığım zaman hep suçlanan birileri var; onlar da ağabeyler, parti yöneticileri vs.. Yani bir tarafta mesela Fethullahçılar’da çile çeken, hapis yatan garibanlar; ama diğer tarafta köşklerde, çiftliklerde yaşayanlar ve hâlâ gaz vermeyi sürdürenler — bu çok sınıfsal bir şey. Bunun bir başka versiyonunu Türkiye’nin içinde de, AKP konusunda da yaşamaya başlıyoruz. Aslında hep var olan bir husus; ekonomik krizle beraber AKP iktidarı, Erdoğan iktidarı toplumun alt kesimlerine eskisi kadar tatmin edici hizmet götüremediği andan itibaren –ki bu başladı, büyükşehirleri kaybetmekle de ayrı bir boyut eklendi buna– bu tür sorgulamalar başlayacak. “Biz burada iş bulamazken onlar orada şu kadar araçlarla dolaşıyorlar, Mercedes’lerle dolaşıyorlar” vs. söylemleri, şikâyetleri yaygınlaşacak. 

Diyelim ki Fethullahçılara herşey müstahak –çünkü bunlar darbe yaptı vs. şu, bu–, tamam, bunu bir yere kadar açıklayabiliyor AKP; ama düne kadar “Hoca” diye el üstünde tutulan Ahmet Davutoğlu sonra tasfiye edildi, tamam. Önce bir şey olmadı, ama sonra kendisi ayrı bir hareket kurmaya kalktığı zaman ilk nasıl cevap verdi? Davutoğlu’nun çok ciddi katkısı olan bir üniversiteyi devlet önce zor durumda bıraktı, şimdi de ona el koydu. Bir iddiaya göre bu Şehir Üniversitesi’ni oluşturan Bilim ve Sanat Vakfı’na da devletin müdahale etmesinin söz konusu olduğu söyleniyor. Pekâlâ olabilir, çünkü bu ilk defa olan bir şey değil; Türkiye’de birçok kuruma, vakfa, derneğe, belediyelere şunlara bunlara kayyum atamış bir iktidardan bahsediyoruz. Ama sıranın Ahmet Davutoğlu ve arkadaşlarının yıllarca emek vererek oluşturdukları vakfa ya da üniversiteye gelmiş olması ayrı bir şeyi beraberinde getiriyor. Niye bu yapılıyor? Hadi diyelim ki Fethullahçılara darbeci oldukları için, şu olduğu için, bu olduğu için yaptılar. Davutoğlu ve arkadaşlarına niye bu yapılıyor? Dün Alparslan Kuytul’a yapıldı bu; çok fazla ses çıkarılmadı, çünkü Alparslan Kuytul çok fazla bilinen birisi değildi, merkezi Adana’ydı vs.. Ama şimdi Davutoğlu, düne kadar partinin genel başkanı ve başbakanı, Türk dış politikasının, AKP’nin dış politikasının bir nevi birinci derecede belirleyeni. Ne oldu? Ayrı düştüler. Tamam olabilir; ama ayrı düştüler diye ona ve onun arkadaşlarına, onun çevresine reva görülen muamele de aslında bütün bu olaylarda dinin, imanın vs. öyle çok da belirleyici olmadığı, İslam dininin temeli olduğu iddia edilen “adalet” kavramının şu anda en uzak kavram olduğu gibi düşünceleri çok ciddi bir şekilde insanların gözüne sokuyor. Şöyle söyleyelim; dindarın dindara yaptıklarını gördükten sonra –dindarın dindar olmayana, işte, Kürt partilerine, Güneydoğu’daki belediye başkanlarına vs. yaptıklarına insanlar maalesef büyük ölçüde sessiz kaldılar; bunları “devletin bekası” vs. gibi bahanelerle görmezden geldiler, bir devekuşu politikası uyguladılar–, ama şimdi doğrudan aynı mahalle, aynı yer, aynı iman, aynı din, aynı meşrep diye bilinen insanların birbirlerine karşı çok acımasız uygulamaları başlıyor ve bu da tabii ki işin aslında –o yaptığımız alıntı gibi– her şeyin koskocaman bir yalan olduğunu, aslında bunun dinle imanla vs. davayla çok da fazla alâkası olmadığını, bunun aslında sonuçta bir iktidar mücadelesi, güç mücadelesi olduğunu; Fethullah Gülen’in, Tayyip Erdoğan’ın, bir başkasının Allah rızası için cemaat faaliyeti ya da Allah rızası için siyasî faaliyet, Allah rızası için yapılan faaliyetlerin ötesinde çok daha farklı saiklerle hareket ettiklerini insanlara gösteriyor ve bunun yarattığı muazzam bir kırılma var. Bu kırılmayı adım adım gözlüyoruz ve bu kırılma, özellikle AKP’den türeyecek partilerle beraber –ki birisi türedi– iyice sert bir hal alacak ve işin acayip tarafı tabii, AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının yaptıklarını savunma işini üstlenenlerin önemli bir çoğunluğunun da dinle alâkaları –hepsi olmasa bile, önemli bir kısmının– çok tartışmalı kişiler; dolayısıyla garip bir olay yaşıyoruz. Dışarıdan bakıldığı zaman, “Türkiye’de otoriter ve İslamcı bir iktidar var”” diyorlar; ama Türkiye’de kendini İslam’la tarif eden insanlara bakıyorsunuz, bunlar adım adım bu iktidarın mağdurları kuyruğunda yerlerini alıyorlar. 

Tabii burada birçok kişi –daha önce de olduğu gibi– “bunlara müstahak” diyecektir. Hiç kimseye hiçbir şey müstahak değil. Türkiye’de özgür, demokratik, hukuk devletinin egemen olduğu bir ülke olması Türkiye’de herkesin hakkı. Pozisyonu ne olursa olsun, hangi dinden, hangi mezhepten, hangi meşrepten, hangi inançtan, hangi etnik kökenden olursa olsun herkesin bu ülkede özgür bir şekilde yaşama hakkı var. İşte bu hakkın çok ciddi bir şekilde gasp edildiği bir ortamda yıllardır yaşıyoruz ve bu yapılırken büyük ölçüde İslam, İslam dini ve diğer argümanlar –tabii son dönemde milliyetçilikle– bunun meşrulaştırıcısı, aracı olarak kullanıldı. Kendilerine dokunulmayan insanlar buna belli bir anlamda rıza gösterdiler, en azından sessiz kaldılar. Ama krizde olan bu tür rejimler sürekli karşılarına yeni düşmanlar, yeni mağdurlar yaratıyorlar ve o mağdurların içerisinde kendini Müslüman olarak tanımlayan, dindar olarak tanımlayan insanların sayısı giderek artıyor. Bu da tabii ki dinin çok yoğun bir sorgulanmasını, ya da zaten var olan sorgulamanın alabildiğine gelişmesini ve meşrulaşmasını sağlıyor. Evet, “Her şey koskocaman bir yalanmış!”. Evet, öyleymiş. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

.Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Medyascope



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER