Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

RÖPORTAJ | Oral Çalışlar: “Aydınlık’ta biz isimlerini yazdık, yanlıştı ama ölümlere yol açan bazı sol gruplar bunun eleştirisini ne zaman yapacak?”

Onur Erkan'nın SERBESTİYET'teki röportajı; Oral Çalışlar, 68 Kuşağı ve Aydınlık hareketini anlattığı 68 İsyan Günleri kitabı hakkında Serbestiyet’e konuştu:

RÖPORTAJ | Oral Çalışlar: “Aydınlık’ta biz isimlerini yazdık, yanlıştı ama ölümlere yol açan bazı sol gruplar bunun eleştirisini ne zaman yapacak?”

Oral Çalışlar, 68 Kuşağı ve Aydınlık hareketini anlattığı 68 İsyan Günleri kitabı hakkında Serbestiyet’e konuştu: “1967’de üniversite için yola çıktım, 1983’te mezun olduğumda 7 yıl hapis yatmış, iki tane darbenin sıkıntılarını yaşamıştım”, “1969’da Mihri Belli’nin evinde solda birlik için toplandığımız ‘tarihi gece’de Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Yusuf Küpeli de dahil neredeyse sol hareketin önde gelen militan lider kadrosu vardı ve o buluşmadan ‘herkes kendi yoluna’ kararı çıktı. Aydınlık hareketini o gece Güvenpark’ta bir bankta kurduk”, “Kimisi Küba, kimisi Çin, kimisi Sovyet Devrimi yapıyordu. Herkes bir şey buluyordu biz de Maoculuğu bulduk”, “’Aydınlıkçılar, ihbarcılık yapmıştır’ diyebileceğim olaylar var, diyemeyeceğim olaylar var. Hakkında yargı hükmü olmayan kişilerin adlarını yazmamak, resimlerini basmamak gerekiyordu. Öte yandan bütün bu cinayetleri işleyenlerle hesaplaşmak ne zaman olacak? Bunun eleştirisi ne zaman yapılacak?”, “Amerikancı darbecileri hedef alıyorduk öte yandan ‘Sovyet işbirlikçisi’ diyerek TKP’lileri, TİP’lileri baş düşman gösteriyorduk.”

Onur Erkan

Onur Erkan

Oral Çalışlar’ın öncülerinden olduğu 68 dönemini ve kurucularından olduğu “Aydınlıkçılar” fraksiyonundaki yıllarını anlattığını 68 İsyan Günleri kitabı H2O Kitap’tan çıktı.

Çalışlar, kitapta Tarsus’ta liseyi bitirip ODTÜ’yü kazanmasıyla başlayan ve kendisini 68’in eylem dalgasının içinde bulmasıyla süren hikayesini anlatıyor.

60’lardan, 70’lerden, 80’lerdeki toplumsal olaylarla ilgili birçok enteresan anı ve anekdotların yer aldığı kitapta Çalışlar, içinde bulunduğu süreçler hakkında soğukkanlı değerlendirmeler ve özeleştiriler de yapıyor.

Kitapta, 1978’de günlük olarak çıkmaya başlayan ve 12 Eylül öncesinde yayınlarıyla çok tartışılan, Çalışlar’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Aydınlık Gazetesi’yle ilgili de ilginç bilgiler var.

Çalışlar, “68 İsyan Günleri” kitabıyla ilgili Serbestiyet’e konuştu.

Röportajın, Oral Çalışlar’ın döneme ilişkin detaylı değerlendirmeleri ve kitaptaki çok ilginç bazı anekdotları anlattığı tamamını linkten izleyebilirsiniz:

 

Röportajın bir bölümü şöyle.

“Futbolu bırakıp Tarsus’tan ODTÜ’ye giderken kafamda üniversiteden sonra memlekete dönüp CHP’de siyaset yapmak vardı”

“68 İsyan Günleri” kitabını yazmaya nasıl karar verdiniz?

Bu kitabı yazmaya karar vermemde çevremden bana Aydınlık’ı anlatmam yönünde telkin ve teşvikler etkili oldu. Gazetecilik mesleğinin eskisi kadar koşarak yapılan bir iş olmaktan çıkması, internet üzerinden mesainin öne çıkmasıyla vakit bollaştı. Vakit bollaşınca ben de oturup yazmaya karar verdim.

O döneme ilişkin birçok şey yazmıştım ama Aydınlık’a özel şeyleri ilk kez yazdım. Aydınlık’ın nasıl bir siyasi hareket olduğu, Aydınlık’ta nasıl süreçler yaşandığı, Aydınlık’taki kadınlar, Aydınlık Gazetesi nasıl çıktığı, Aydınlık Gazetesi’nde ne gibi gerilimler ve karışıklar yaşandığı gibi konuları, mümkün olduğunca kimseyi tahrik etmeden ve kızdırmadan yazdım.

Kitaptan öğrendiğimize göre liseyi bitirip Tarsus’tan ayrıldığınız dönemde kafanızda çok da politik bir niyet yok. Nasıl 68’li Oral Çalışlar oldunuz?

Tam olarak yok değil. Kafamda üniversiteden sonra memlekete dönüp Cumhuriyet Halk Partisi’nde politika yapmak var. Annem kadın kolu yöneticisi, babam ilçe yöneticisi, CHP’li ve geniş bir ailem var. Herhangi bir adaylığım olsa çok destekçi bulabileceğim bir yer Tarsus.

Babam avukat olmamı istiyordu. Çünkü dava takipçiliği yapıyordu ve onun işlerini devralmamı istiyordu. Ben ise o zaman çok parlak bir meslek olan inşaat mühendisliğini kazanmıştım. ODTÜ’de çok yüksek puanlı kazanılan bir yerdi orası.

“Oğlum keşke futbolcu olsaydın”

Bir de öncesinde futbolculuk var.

Bir karar aşamasına geldim. Ya üniversiteye gideceğim yahut da profesyonel futbolcu olacağım. Hatta Cengiz Çandar bana daha sonra seni Lefter, o dönem hocası olduğu Mersin İdman Yurdu’na almayı düşünüyordu dedi. Ben Tarsus İdman Yurdu’nda oynuyordum.

Tabii futbol yerine siyaseti tercihimle ilgili annemle bir anımız var. 

Annem futbolu bırakmamı isterdi. “Bir gün ayağın burkuluyor, kafan kırılıyor. Her gün sakat geliyorsun” diye. Ben de ona inat devam ediyorum.

Tabii daha sonra devrimci olup hapislere düştüm. Mamak Cezaevi’ndeyken, görüş yerine gelmek zor. Görüşe gelenler çok uzaktan geliyor, delikten bakıyorlar, sesleniyorlar. Annem geldi benim suratımı gördü. “Oğlum keşke futbolcu olsaydın” dedi.

“1967’de üniversite için yola çıktım, 1983’te mezun olduğumda 7 yıl hapis yatmış, iki tane darbenin sıkıntılarını yaşamıştım”

Tekrar ODTÜ’ye gelişime dönüyorum. Tabii o zaman ODTÜ, gençlik hareketinin en güçlü olduğu yerlerden biri. Orada kaptırdık. O sene ben hep eylemlere gittim, derslere adaptasyon sıkıntısı da yaşadım ve yeterli puanı alamadığım için kovuldum. Kovulunca akademi sınavına girip Sultanahmet Meydanı’ndaki İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nin sınavına girdim. Kazandım. 68 işgallerinde de Deniz Gezmiş’ten destek alarak oranın işgal faaliyetinin başına geçtim.

Daha sonra yeniden üniversite sınavlarına girdim ve Ankara Siyasal’a başladım. Eninde sonunda Siyasal’ı bitirdim ama 1983 yılı gelmişti bitirdiğimde. 1967’de futbolu bıraktım, Tarsus’tan mühendis olmak üzere yola çıktım. Ondan sonra neler neler oldu, 1983’e geldiğimde üniversite yeni bitmiş. Yedi sene hapis yatmışım. O arada Türkiye’nin yaşadığı alt üst oluşları yaşadım, iki tane darbe oldu ve darbelerin sıkıntılarını yaşadım. Babamı kaybettim, ailem çok yoksullaştı. Ailemi aldım Ankara’ya getirdim. Ankara’ya getirdim ama ben kaçak duruma düştüm, onlar ortada kaldı. Oldukça dramatik.

“Mihri Belli’nin evindeki tarihi gece: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Yusuf Küpeli…”

Dönemin muhasebesine döneceğiz ama önce Mihri Belli’nin evinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek gibi 68’in önder isimlerinin biraraya geldiği, kitapta “tarihi gece” diye bahsettiğiniz bir toplantı var. O geceyi anlatır mısınız?

1969’daki 19 Mayıs gösterileri oldu. Deniz Gezmiş ve Doğu Perinçek gözaltına alındı sonra bırakıldılar.

Mihri Belli, sol içinde birlik meselesini nasıl çözeceğiz diye Ankara’da annesinin evinde toplantıya çağırdı bizi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, eşi Gülten Çayan, Doğu Perinçek, Yusuf Küpeli, Gün Zileli, Cengiz Çandar, Ömer Özerturgut, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, başka bazı arkadaşlar da vardı. Neredeyse sol hareketin önde gelen militan lider kadrosu oradaydı. Mihri Belli, solda birlik yapabilir miyiz tekliflerine cevap vermek üzere çağırdı hepimizi. Milli Demokratik Devrim görüşünü savunanların toplantısı. Milli Demokratik Devrim ile Sosyalist Devrim’i savunan Türkiye İşçi Partililer ile mücadele içinde.

Orada Doğu, Yusuf Küpeli’yi eleştirdi, “Sen, TİP’le mücadelede hep ayak sürüdün, gerektiği gibi davranmadın” dedi. O da ona bağırdı. Küçük bir gerginlik oldu.

Deniz, öyle şeylerden sıkılırdı, fazla gelemezdi. “Ben çıkacağım, ben çıkacağım” demeye başladı. Bir şey de söylemiyor.

Sonunda anlaşıldı ki bir uzlaşma mümkün değil. Herkes yoluna kararı çıktı oradan. Tarihi gecenin o anlamı var. 20 Mayıs 1969 gecesi, Türkiye’deki devrimci hareketin önde gelen unsurları bölünmeye ve kendi kafalarına göre kendi grupçuklarını kurup yollarına devam etmeye karar verdi.

“Aydınlık hareketini 21 Mayıs gecesi Güvenpark’ta bir bankta kurduk”

O gece toplantının ardından Aydınlıkçılar diye anılan fraksiyonun kuruluş kararı alındı. Aydınlık grubunun beş kurucusu Doğu Perinçek, Oral Çalışlar, Gün Zileli, Cengiz Çandar ve Ömer Özerturgut; toplantıdan çıktınız ve sonra ne oldu?

Dışarı çıktık, orada bir bank vardı, Doğu “Gelin şurada bir oturalım” dedi. Oturduk, Doğu “Ben artık gizli bir parti kurmaktan yanayım. Partinin kurucuları olarak da sizleri öneriyorum” dedi. Doğu’nun inisiyatifi yani bizim aklımızda bir şey yoktu. Tek tek sordu hepimize, biz de tamam dedik ve böylece Aydınlık hareketinin kalıcı temeli o gece atılmış oldu. Güvenpark’ta bir bank üzerinde gecenin 01.00’i gibiydi yani ertesi güne geçilmişti 21 Mayıs olmuştu.

Benim hayatım açısından çok ilginç. Bu dediğim Mayıs 1969, ben Ankara’ya geleli 4 ay olmuş. Bu arada SBF Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı olmuşum, Dev Genç merkez yürütme kurulu üyesi olmuşum, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği Genel Sekreteriyim ve o gece parti kurucusu, TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) kurucusu olmuşum. 4 ayın içinde, 22 yaşında bir çocuk.

Bir de o kadar hızlı bir geçiş ki bunların farkında bile değilim ben. O zamanın hengamesi böyle bir şey getirmiş. 22 yaşındaki bir çocuk için bunlar çok fazla şeyler.

Ama bizim kuşak böyle hayata girdi. Kendimize hep yönetmek, hep bir şeylere koşturmak, birilerini peşimizde toplamak gibi misyonlar edindik.

O günün heyecanı güzel heyecanlardı. Çok değerli arkadaşlarımızı kaybettik. Ağır bedeller ödedik. Ama senin iradenle olan bir şey değil. İsyan oluyor, sen de o isyanın bir parçası oluyorsun. Ben de o isyanın bir parçası oldum. Bedeli neyse de ödedik.

“Bir yanıyla hayallerin ve umutların kuşağı, öte yandan imkansızlığın kuşağı”

Geriye dönüp bakınca o yılları nasıl görüyorsunuz?

Öncelikle o heyecanımızı ve umutlu halimizi büyük bir hayranlıkla hatırlıyorum. İsyan eden ve yeni bir Türkiye yaratacağına inanan fedakâran kitlesi, kahramanlar kitlesi. Hayallerimizin, ideallerimizin zengin olması tarafı güzel.

Diğer yandan bakıldığında, olmayacak bir duaya amin diyoruz. Küba’da olduğu gibi 15 kişiyle eline silah alıp, etrafında insanlar toplayıp, dağdan hep beraber Türkiye’yi ele geçirerek gideceksin; bu olabilecek bir şey değil. Türkiye’nin koşullarını görünce bunun gerçekçi olmadığını görüyorsun.

Zaten silahlı ayaklanmanın hayali var ama bir maddi temeli de yok. Hayali neden var? Dünyanın her yerinde benzer ayaklanmalar var. Dünyanın her yerinde bir umut var. Afrika’da isyanlar var, bağımsız devletler kurulmaya başlamış, sömürgecilik yıkılıyor. Bir gün Lumumba çıkıyor, bir gün başka bir lider çıkıyor bağımsızlık bildirisi okuyor. Öte yandan Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya’da hatta Hindistan’da ayaklanmalar oluyor. Dünyanın en güçlü devleti Amerika, oralarda yenilgiye uğruyor. Böyle bir umut verici ortam da var.

Biz tabii bu umut verici ortamdan etkileniyoruz ama bir yandan da herkes farklı ideolojik, siyasi tercihlerde bulunuyor. Bir kısmı bizim gibi Mao’nun Çin’ini örnek alıyor, bir kısmı Sovyetler Birliği’ni örnek alıyor, bir kısmı Küba’yı örnek alıyor. Yani hepimiz bu devrimleri yapacağımızı zannediyoruz. Hatta İbrahim Kaypakkaya bizden daha da hızlı bir şekilde, Mao’nun “Çin’in her tarafı kuru odunlarla” kaplı sözünden, “Türkiye de kuru odunlarla kaplı” fikrini savunuyor. Yani “Bir başlasak olacak, Halk arkamızdan gelecek” diyor.

Bu büyük bir cesaret ve kahramanlık gerektiriyor ama bir yandan da olmayacak bir şey. İkisini bir arada yaşadık. 68 kuşağı bir yanıyla hayallerin ve umutların kuşağı, olmazı olur yapabileceğini düşünenlerin kuşağı, “imkansızı iste” kuşağı ama öte yandan imkansız bir kuşak.

Düşünebiliyor musunuz Deniz gezmiş, Sinan Cemgil dağa çıkacaklar, 15 gerilla çatışmaya başlayacak ve Türkiye’de halk kitleleri ve askerler yavaş yavaş onların yanında toplanmaya başlayacak ve devrim olacak. Bugün baktığımızda bu hayal bile edilmeyecek bir şey. O zaman bu hayaller vardı, bu hayaller için ölmeye cesaret edenler vardı. Yani ölüme gidiyorsun, “Nasıl olsa devrim olacak. Ölüm nedir ki devrimin yanında. Devrim için ölebiliriz” diyorsun.

Herkes kendi devriminin yolunda ölmeye hazır ama herkesin devrimi de farklı. Kimisi Küba Devrimi yapıyor, kimisi Çin Devrimi yapıyor, kimisi Sovyet Devrimi yapıyor. Bunların hepsini tek tek yapmak da mümkün değildi. Bunu düşünmek o gün mümkündü ama bugün mümkün olmayan bir şey olarak görüyoruz.

“Umutsuzluk ve çaresizlik sert küçük grupçuklar ortaya çıkarttı ve ağır kayıplar verildi”

Ben 12 Mart 1971’deki ilk yenilginin ardından sosyalist harekete çok eleştirel baktım. Sonra daha sakin sakin düşünmeye başladım. Bu isyanın dünyada karşılığı var, Türkiye’de de karşılığı var ama gerçekçi olmayan bir yere gittiği için sonuç bu oldu diye düşündüm.

68’in iki aşaması var. Bir kitlesel mücadele dönemi var. İşçiler, köylüler, gençler, üniversiteler herkes ayaklanmış. Herkes yeni bir şey arıyor. Yeni bir Türkiye doğuyor. Birinci aşama bu.

İkinci aşama ise artık bu umut yavaş yavaş tükenmeye başlamış, umutsuzluk ve çaresizlik daha sert küçük grupçukların ortaya çıkmasına ve onların dasha da sertleşip daha ağır kayıplar vermesine yol açmış.

Bu konudaki örneklerden biri Hüseyin Cevahir. Hüseyin Cevahir’le biz Samsun yürüyüşü sırasında beraberdik. Samsun yürüyüşü Kasım 1968. O zaman Türkiye İşçi Partiliydi. Şiddete karşıydı, o tip eylemlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Şair ve öykücü, son derece naif bir arkadaşımızdı. Haziran 1971’de Mahir Çayan’ın yanında bir gerilla militan olarak öldürüldü. Böylesine hızlı geçişler var.

68 kuşağının birinci dönemi zenginleştiği ve Türkiye’nin değiştiği dönem. İkinci dönem; darbe dönemi. Darbeye karşı silahla ayaklanıyorlar. O ayaklanma, büyük bir acıyla sona eriyor. Çok ilginç, direniş tamamen yenilmiyor. Meclis, darbenin liderini alaşağı ediyor. Bu da onun bir parçası.

“Herkes bir şey buluyordu biz de Maoculuğu bulduk”

Aydınlık dönemiyle ilgili değerlendirmelerinize gelelim. Aydınlık daha entelektüel, eli kalem tutan kadroları diğer gruplara göre daha çok olan bir grup. Özellikle 12 Eylül öncesi dönemde solda diğer gruplara göre; daha tartışılan diğer gruplarla olan polemikleriyle, çatışmalarıyla bilinen bir yapı. O dönemin Aydınlık’ını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye İşçi Partisi 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkartınca, Türkiye’de sosyalizm umudu yeşermeye başladı. Fakat Türkiye İşçi Partisi’nin yasal siyasi mücadelesini benimsemeyen, Türkiye Komünist Partisi’nden kalma, yasaklı, cezaevinde yatmış, yaşlı ve orta yaşlı komünistler vardı.

Onların önemli bir kısmı TİP’e muhalefet ediyordu. “Bunlar reformcu bir şekilde siyaset yoluyla iktidara geleceklerini zannediyorlar. Böyle bir şey olamaz. Türkiye’nin devrime ihtiyacı var. Devrim gerekiyor, ihtilal gerekiyor” diye itiraza başladılar ve 1967’de Türk Solu dergisini çıkartmaya başladılar. İlk Aydınlık Dergisi de onun bir parçası olarak ortaya çıktı. Türk Solu, İstanbul’da çıkıyordu; Aydınlık, Ankara’da çıkıyordu.

Halim Spatar, Reşat Fuat Baraner, Şevki Akşit, Mihri Belli gibi Türkiye Komünist Partisi kökenli eski tüfekler dediğimiz isimler vardı. Bu isimler Milli Demokratik Devrimciydi.

Deniz Gezmiş’ler, Doğu Perinçek’ler de Milli Demokratik Devrim akımının bir parçası olarak çıktılar. Kasım 1968’de de Ankara’da ilk Aydınlık Dergisi çıkmaya başladı. İlk başta herkes Aydınlık Dergisi’nin etrafındaydı.

Bu henüz sizin Aydınlık değil. En azından daha fraksiyon olarak Aydınlık kurulmamış.

Bizim Aydınlık değil. Ama o Aydınlık’ı da esas çıkaran ve yöneten grup daha sonra “Aydınlıkçılar” olacak olan grup. Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Erdoğan Güçbilmez çıkarıyordu.

Münir Aktolga, Vahap Erdoğdu, Seyhan Erdoğdu vardı ama Aydınlık’la çok fazla ilişkileri yoktu. Dergiyi esas çıkaran ekip, Doğu Perinçek ve çevresiydi.

Daha sonra kopuşlar oldu. Mihri Belli’den kopuldu. Mahir Çayanlar başka bir şey kurdu. En sonunda Aydınlık hareketi kendi özgün çizgisinde ilerlemeye başladı ve Maoculukla tanıştı. Herkes bir şey buluyordu, biz de Maoculuğu bulduk kendimize uygun.

Maoculukla birlikte Aydınlıkçılar diye bir fraksiyon şekillenmeye başladı.

“Aydınlık, ortam sertleşince diğer gruplarla arasına mesafe koyan, içine kapanan bir yere geldi”

Bu fraksiyonun esas özelliği çok sayıda akademisyenin olmasıydı.

Mesela Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 

 33 asistanın 17’si Aydınlık grubundandı. Akademide çok yaygın bir ilişki ağı vardı. Bu kaçınılmaz olarak örgütün niteliğini de etkiledi.

Daha çok iyi eğitimli, aileleri devlet kademelerinde olan ailelerin çocukları Aydınlık etrafında toplanmaya başladı. Entelektüel ağırlıklı bir grup oluştu.

Tabii bu entelektüel grup, gençlik hareketinin ve eylemlerinin giderek sertleşmesiyle birlikte dışarıda kalmaya başladı. Çünkü o eylemlere yatkın bir yapısı veya insan potansiyeli yoktu. Ortam sertleşince, diğer gruplarla arasına mesafe koyan, daha içine kapanan bir yere geldi.

Hatta biz diğer gruplara, “Bunlar cahiller, bir şey okumuyorlar” falan diyerek küçümseyen bir şekilde bakmaya başladık. Entelektüel özellikleriyle öne çıkan fakat kibirleri ve dili nedeniyle de itici olan diğer bütün sol gruplardan ayrı bir yerde durmaya başladı.

Bunda ne rol oynuyor? Seçilen siyasi yol mu, ben bundan çok emin değilim. Çünkü siyasi yol sürekli değişiyor ama örgütün karakteri ve özellikleri değişmiyor. Örgütün karakterini veren liderin rolü çok önemli.

Geniş kitlelere ulaşamayacak, iç kapanmacı, sert bir grup var ve izole bir şekilde siyaset yapıp, radikal bir şekilde çevresiyle ilişkiyi koparmayı beceriyor bir şekilde.

Şimdi Aydınlık’ları karıştırırken fark ettim. O manşetleri daha sakin bir şekilde, o eleştirileri daha makul bir şekilde anlatmak mümkün. Birçoğu haklı ve yerinde olan itirazlar maalesef dil ve yaklaşım nedeniyle manasız hale gelmiş ya da ters etki yapmış.

Mesela “kimliği olan herkes okulla girsin” çağrısı vardı. Ülkücülerin hakim olduğu okula solcular giremiyor ya da Dev Sol’un hakim olduğu okula Dev Yolcular giremiyor. Biz “Kimliği olan herkes okulla girsin” dedik. Ama bu çağrı taraflara hakaret eden bir havada yapılınca, fikriniz haklı bile olsa anlatmakta zorluk çekiyorsunuz.

“’Aydınlıkçılar, ihbarcılık yapmıştır’ diyebileceğim olaylar var, diyemeyeceğim olaylar var”

Aydınlık’ın 12 Eylül öncesinde diğer sol gruplarla ilgili yayınları sol içinde ihbarcılık diye suçlanıyor. “Bilinmeyen Sol” yazı dizisi en bilindiklerinden, başka da var birçok tartışılan yayın var. Kitapta da bu konudan bahsediyorsunuz ve o dönem Aydınlık’ın genel yayın yönetmenisiniz. Bu meseleyi bugünden bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hangisi ihbarcılık hangisi değil biraz karışık bir durum. Örneğin TİKKO’cular Ümraniye’de beş işçiyi sağcı diye kaçırıp öldürüyor. Şimdi bunun haberini yapıp, “Bu solculuk değildir” demek doğru mudur değil midir?

Orada garip bir çelişkiyle yüz yüze geliyoruz. İsimlerini yazarsan ihbarcı oluyorsun, yazmazsan solcuların cinayet işlemesini meşru gören bir yerde duruyorsun. Böyle bir açmaz var. Ben böyle düşündüm.

Bu tip olayların bazılarında biz kişilerin isimlerini yayımladık. İsimlerini, resimlerini yayımlamak doğru değildi. Neden değildi? Bir kere kesinleşmiş bir yargı hükmü yok. İddia edildiğini geçersin, isimlerini kısaltmalarıyla geçersin. Böyle bir yol izlenmesi daha doğru olurmuş.

Şu noktada da düşünmek lazım. Bazı sol gruplar, başvurdukları şiddet yoluyla birçok insanın, gencin ölümüne yol açtılar. Bunun eleştirisini ne zaman yapılacak?

Biz isimlerini yazdık, bu yanlıştı. Yazmamak gerekiyordu, resimlerini de basmamak gerekiyordu. Ben böyle düşünüyorum. Ama öte yandan bütün bu cinayetleri işleyenlerle hesaplaşmak ne zaman olacak? Mesela bir sol gruptan bir arkadaşım “Siz ihbarcılık yaptınız” diyor, ben de ona “Kardeşim sen de 5 tane solcuyu öldürdün. Sen bunun özeleştirisini yaptın mı?” desem ikimiz de kurtaramayız.

Meseleye yalnızca “Aydınlıkçılar ihbarcıdır” diye bakmak yerine o günün Türkiye’sinde bu ne anlama geliyordu ve bunu nasıl ele almak gerekiyor diye tartışmak bana daha manalı geliyor.

“Aydınlıkçılar, ihbarcılık da yapmıştır” diyebileceğim olaylar var, diyemeyeceğim olaylar var. Mesela “Bilinmeyen Sol” dizisinde öyle bir şey yok. Kimsenin adresinin falan verildiği bir durum yok.

“Biz hata yaptık ama sol grupların içinde bulunduğumuz topyekun bir yanlış vardı”

Hangi semtte hangi grubun güçlü olduğuyla ilgili bilgiler yer alıyordu.

Şimdi bugün yine haber yapılabilecek bir konu bu.

Hanefi Avcı, Emniyet’te sol gruplarla ilgili bilgi ve fikir sahibi olmak açısından Aydınlık’taki “Bilinmeyen Sol” dizisinden epey faydalandık diye yazmıştı.

Bugün bir gazete çıkartsak ve Türkiye’deki sol gruplar üzerine bir şey yazsak. Şu grup şurada, bu parti burada gibi şeyler yazılmaz mı, böyle bir haber olmaz mı? Haksız ve yanlış bir şekilde değil doğru dürüst yaparsan bunda bir şey yok.

Evet bizim hata yaptığımız doğru. Kendi adıma hatalı görüyorum. Ama benim hata yapmamla sınırlı değil içinde bulunduğumuz topyekun bir yanlış vardı. Dev Solcu gelip benim arkadaşımı öldürüyor. Kaç kişiyi öldürdüler. Katilin resmini basmak yanlış olsa bile bir manası var. Bunları da düşünerek bakmak lazım.

O günün ortamı yanlıştı. Sol gruplar arası ilişki de yanlıştı. Bizimki de yanlıştı, onların kendi iç ilişkileri de yanlıştı. Sonunda birbirlerini öldürdüler. Bir sürü insan hayatını kaybetti. Bunları da düşünerek o güne bakmalıyız diye düşünüyorum.

“Amerikancı darbecileri hedef alıyorduk öte yandan ‘Sovyet işbirlikçisi’ diyerek TKP’lileri, TİP’lileri baş düşman gösteriyorduk”

Aynı dönem bir de Aydınlık’ın kontrgerilla yayınları var. Amerikancı diye tanımlanan kontrgerilla yapılanmasının üzerine giden yayınlar yaparken Aydınlık grubunun o dönemli ideolojik politik olarak ise Sovyetler Birliği’ni daha büyük bir düşman olarak gören bir çizgide. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kontrgerilla yayınları esas olarak doğru yayınlardı. Yanlış olan bizim siyasi tercihlerimizdi. Biz o zaman “Türkiye’de Rus yanlısı darbe olacak. Rusya Türkiye’yi işgal edecek. Onun için aAmerika dahil bütün Batı’yla ittifak yapılması gerekir” diyorduk.

Ama gündelik pratik içinde Amerikancı darbeye kalkışan ordu içindeki Özel Harp Dairesi’ni en fazla hırpalayan yayınları biz yaptık.

Kenan Evren’in açıkça sözleri var. “Vecihi Paşa’ya ‘alma bunların gazetesini diyorum. Yalan yazıyorlar. Bizi mahvediyorlar’ diyorum” diyor. Vecihi Akın’la konuşmaları, kitapta da var.

Bizim yaptığımız yayınlar esas itibarıyla devletin Kıbrıs’ta; askeri darbecilerin, özel harpçıların Türkiye’de darbeye hazırlandığı dönemde onları teşhir eden bir anlamda da hedef gösteren bir yayıncılıktı. Ben bunun esas itibariyle doğru olduğu kanaatindeyim.

Yanlış olan şey şuydu. TİP, TKP onların silahla, şiddetle de ilgisi yoktu ama “Sovyet işbirlikçileri” diye düşündüğümüz için en büyük düşman olarak onları gösteriyorduk. Yanlış tabii.

Amerikancı darbe geliyor, bir yandan gazetende her gün onları hedef alıyorsun. Öte yandan TKP, TİP gibi Sovyetlere yakın grupları da baş düşman ilan ediyorsun. Onlarla herhangi bir alıp veremediğin de yok, bir şey de olmuyor. Böyle çelişkili bir durum var.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER