Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Romen Diyojen’in Akıbeti

ABDULLAH KIRAN; Amasya ve Tokat civarındaki çatışmalarda Romen Diyojen’in kuvvetleri ilk başta üstün gelmiş ve Roma’dan Konstantin komutasında gönderilen ordu dağılmıştı.

Romen Diyojen’in Akıbeti

Alparslan, Romen Diyojen’i Nasıl Karşıladı?

“Beni ya öldürürsün, ya İslam ülkelerinde teşhir edersin, yahut da, uzak bir ihtimal olmakla beraber, affeder, fidye ve vergi alır, beni kendine naib edersin.”

Romen Diyojen’in esir düşmesi ve esareti sırasında nasıl bir muameleye maruz kaldığı, hem Bizans, hem de İslam kaynaklarında ele alınmıştır.  Hemen hepsinde Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna karşı oldukça saygılı ve merhametli davrandığı yazılır. (Herhalde bunu, zamanın ölçüleri içinde, diye düşünmek gerekir.) Kimi kaynaklarda, Romen Diyojen’in ilk yakalandığında bizzat Alparslan tarafından tokatlandığı ve/ya dövüldüğü yazılsa da, yine aynı kaynaklarda, sultanın daha sonra esirine çok iyi davrandığı ve oturduğu tahta kendisini de oturttuğu kaydedilmektedir.

(1) İbnü’l Esir, Roma imparatorunun savaş sırasında Cevherâyin adında birinin kölesi tarafından esir alındığını söyler. Bu köle bir noktada efendisi tarafından Nizamü’l Mülk’e takdim edilmiş; ancak vezir onu küçümseyerek kabul etmemiş. Üstelik Cevherâyin kölesini ısrarla övünce, bu kez Nizamü’l Mülk, “Belki de Bizans imparatorunu esir alıp bize getirir” diye alay bile etmiş.  Sonra bu köle savaş sırasında imparatoru tanımadığı için öldürmek istemiş; ancak yanında bulunan hadim, “Onu öldürme, o imparatordur” diyerek engel olmuş (İbnü’l Esir, cilt 10, s. 72).

Gene İbnü’l Esir’in yazdığına göre, imparatoru esir alan köle onu efendisi Cevherâyin’e götürmüş; Cevherâyin de sultana imparatorun esir alındığını haber vermiş. İmparatorun huzuruna getirilmesini emreden sultan, elindeki kamçıyla onu üç defa vurmuş ve “Sana barış için elçi gönderdiğim halde reddetmedin mi” demiş. İmparator ise “Azarlamayı bırak da, ne yapacaksan yap” diye karşılık vermiş. Bu kez sultan “Sen beni esir alsaydın ne yapardın?” diye sorunca, imparatorun cevabı “Kötülük yapardım” olmuş. Bu defa sultan, “Peki, benim sana ne yapacağımı zannediyorsun?” dediğinde imparator üç alternatif söylemiş: “Beni ya öldürürsün, ya İslam ülkelerinde teşhir edersin, yahut da, uzak bir ihtimal olmakla beraber, affeder, fidye ve vergi alır, beni kendine naib edersin.” Bunun üzerine sultan sonuncusunu kastederek,  “Ben de zaten bundan başka bir şey düşünmedim” demiş (İbnü’l Esir, cilt 10, s. 72-73).

(2) Reşîdüddin Fazlullah, Bizans imparatorunun bir memluk (gulam, asker-köle) tarafından yakalanmasından sonra temiz ruhlu, asil yaradılışlı sultanın kendisini tahtına oturtarak teskin edip güzel sözler söylediğini yazar ve şöyle devam eder: “Ondan sonra sofra kuruldu ve eğlence meclisi düzüldü. Altın külâhlı, gümüş bacaklı sakiler ruhları ferahlatan kadehleri dolaştırdılar, tasları küplere daldırdılar. Güzel ve hoş sesli çalgıcılar sazlarını çalmağa başladılar, bülbül gibi şakıdılar, Irak ve Isfahan makamlarını Neva perdesinde çaldılar, erguvan renkli şarap içerek erganunun sesini dinlediler. Neşeyi artırıp şarap dimağları ısıtınca aradaki soğukluk havası hicap perdesini konuşma çehresine attı.” Reşîdüddin Fazlullah devamla, bir gün imparatorun içkili bir halde iken sultana şöyle dediğini de yazar: “Eğer hükümdar isen bağışla, kasapsan öldür, tacirsen sat.” Bunun üzerine sultanın imparatorun kulaklarına halka takarak canını bağışladığını ve gönlünü hoş ederek ülkesine gönderdiğini kaydeder (Sümer-Sevim:63-64).

Reşîdüddin Fazlullah’ın sözünü ettiği altın külâhlı, gümüş bacaklı sakiler, ruhları ferahlatan kadehler, güzel ve hoş sesli çalgıcılar, erguvan renkli şaraplar, Irak ve Isfahan makamlarını Neva perdesinde çalıp bülbül gibi şakıyanlar… başka herhangi bir kaynakta gözüme çarpmadı. Ancak E. H. Carr’ın da işaret ettiği üzere, tarih bir olgular denizidir ve bu olgular kendi başlarına bir şey ifade etmez. Tarihçi bu olgu denizine girerek kendi seçimlerini yapar. Reşîdüddin Fazlullah’ın da oltasına çarpan kimi olguların değerlendirmesini okuyucuya bırakmakta fayda var.

(3) Kerîmmüddin Mahmut, imparatorun memluklerin en hakiri ve en çelimsizi tarafından tutsak alındığını belirtir. Devamla, söz konusu memlukün Bağdat’taki askerî teftiş sırasında son derece ufak tefek, çelimsiz ve gösterişsiz olduğu için ordu müfettişi tarafından asker yazılmak istenmediğini; ancak olaya tanık olan sultanın, Onu da yazın, ola ki Bizans imparatorunu tutsak alır dediğini kaydeder (*).  Kerîmmüddin Mahmut, imparator yakalandıktan sonra sultanın imamı Kirmanlı Ebû’l Fazl’ın ayağa kalkıp imparatorun boynuna bir tokat vurduğunu, ancak sultanın bunu hoş karşılamayıp, Bu adam bugün 50 bin seçme atlının başında olarak Bizans ülkesinin hükümdarı idi. Ona böyle çirkin bir hareket nasıl yapılabilir?” dediğini nakleder (Sümer-Sevim:66). (*)

(4) Hamdullah-i Müstevfi, ufak tefek memluk öyküsüne yer veren bir diğer kaynaktır; imparatoru esir alanın Rum asıllı bir memluk olduğunu, ordu müfettişinin çelimsizliğinden dolayı adını yazmak istemediğini, ancak sultanın Yaz, belki imparatoru o yakalar” dediğini belirtir (Sümer-Sevim:67).

(5) Mirhond, savaş esnasında imparatorun yakalanması için sultanın, devletin direği olan Gevherâyin’i takibe gönderdiğini; Gevherâyin’in memluklerinden birinin imparatora yetişerek tanımadan onu yaraladığını; bir kez daha vurmak istediğinde imparatorun, Sakın vurma, ben Bizans imparatoruyum” dediğini yazar (*). Sultanın ilk başta imparatoru tekdir ve tahkir ederek kötü sözler söylemesi üzerine imparatorun özür dileyip, Sultanın bana üç şeyden birini yapması beklenir dediğini yazar. İmparator bu üç ihtimali şöyle açıklar: Biri, beni bağışlayıp serbest bıraksın, yoksa öldürsün; eğer bağışlamaz ve öldürmezse hapsetsin. Sultan beni öldürürse, şüphesiz Bizanslılar başkasını imparator yaparlar. İslâm ülkelerine onların zararı dokunur. Eğer beni bağışlarsa ömür boyunca itaat eder, kul olurum.” Sultan bu sözler üzerine imparatoru bağışlar (Sümer-Sevim:71). (*)

Mirhond, sultanın imparatoru bağışladıktan sonra düşmanlığı dostluğa, sevgiyi de dünürlüğe dönüştürdüğünü yazar. İmparatorun kızı, sultanın oğlu Melik Arslan ile evlendirilir;  Mirhond’a göre, nikâh kıyılıp inci ve mücevherler saçılmıştır. Her biri diğerine hil’atlar verdikten sonra toy (düğün) sona erir, İmparator ve yanındakiler yurtlarına döner (Sümer-Sevim:70).

İslâm kaynaklarında sultanın ve imparatorun çocuklarını nikâhladığı yönünde bilgilerin yer almamasına karşılık,  benzer bir bilginin, aşağıda görüleceği üzere Mikhael Attaleiattes’in Tarih’inde de yer aldığını görmekteyiz.

(6) Urfalı Mateos’a göre, savaş sırasında sayısız Romalı asker kılıçtan geçirilerek büyük bir kısmı da esir alındıktan sonra İmparator Romen Diyojen de esir alınıp zincire vurulmuş olarak, birçok Romalı kumandan ile birlikte sultanın önüne getirilir. Sultan birkaç gün sonra imparator ile sulh yaparak ona kardeşi gözüyle bakar. Zira sultan İranlılar ile Romalılar arasında daimi bir dostluk ve ittifak kurmaya önceden yemin etmiş; bu ahd için Allah’ı şahit tutmuştur. Daha sonra sultan, Romen Diyojen’i tahtına avdet etmek üzere büyük bir törenle Konstantinopolis’e uğurlar (Mateos:143).

(7) Abu’l Farac, Romen Diyojen sultanın huzuruna getirildiğinde Alparslan’ın ona kendi eliyle dört tokat indirdikten sonra şöyle dediğini yazar: Biz sana sulh için rica ettiğimiz halde nasıl oldu da ricamıza değer vermedin?” (Abu’l Farac:321). 

(8) Mikhael Psellos da Romen Diyojen’in esir düşmesinin ardında sultanın kendisini teselli ettiğini; kendisiyle aynı sofrayı paylaşıp onur misafiri gibi davrandığını ve yanına bir koruma verdiğini yazar. Psellos, sultanın, Romen Diyojen’in adlarını verdiği esirlerin de zincirlerini çözerek serbest bıraktığını söyler.  Akabinde Psellos, sultanın Romen Diyojen ile bir dostluk antlaşması yaptıktan ve imparator da yeminle bu anlaşmaya bağlı kalacağını teyid ettikten sonra, esirini serbest bırakıp çok sayıda koruma ve refakatçi eşliğinde Roma topraklarına gönderdiğini belirtir (Psellos:105).

(9) Michael Attaleiattes’e göre, imparator basit askeri kıyafetleriyle sultanın önüne getirildiğinde, sultan kendisinin imparator olduğundan emin olamamış ve kimliğini doğrulayacak deliller aramıştır. Diğer esir askerlerden ve daha önce imparatora elçi olarak gönderilenlerden, karşısındakinin gerçekten Romen Diyojen olduğunu öğrenince, derhal ayağa kalkıp imparatoru kucaklar. Daha sonra kendisine “Korkma,” der: “Ey imparator, her şeyden önce fiziksel bir cezalandırma ile karşılaşmayacağını; buna mukabil, kendi yüksek pozisyonun ile bağdaşır bir şekilde onurlandırılacağını bil.” Daha sonra esirine bir çadır ve başka gerekli şeylerin verilmesini emreder.  Sultan imparatoru kendisi ile yemek yemeye ve aynı sofrayı paylaşmaya dâvet eder; onu onurlandırıp kendisiyle eşit seviyede oturtur. Günde iki kez bu şekilde imparator ile oturan sultan, hayata ilişkin özlü sözlerle imparatoru teselli eder.  Toplam sekiz günü imparator ile geçiren sultan, imparatora yaşadıkları muharebe hakkında dahi bir tek incitici söz söylemez. Öyle ki, esir imparator bile sultanın bu zaferi hak ettiğini kabullenir. Bir seferinde sultan imparatora, “Eğer benim yerime siz beni esir almış olsaydınız ne yapardınız?” diye sorduğunda, imparator riyakârlık etmeden şöyle cevaplar: “Bilesin ki sana bayağı işkence yapardım.” Bunun üzerine sultan, “Sizin şiddet ve acımasızlığınızı örnek almayacağım” diye karşılık verir. Daha sonra kendi aralarında bir barış antlaşması yapan ikili, kendi çocuklarını evlendirme sözü ile dostluklarını pekiştirir (Attaleiattes:299-301).

                                                                 *          *          *

Malazgirt savaşının Müslümanlar tarafından kazanılması ve Romen Diyojen’in esir alınmasından sonra Sultan Alparslan,  Bağdat’ta ikamet eden Halife İmam el-Kaim Biemrillah’a olup bitenleri anlatan bir mektup gönderir. (Halife el-Kaim Biemrillah’ın, 1064 yılında, Tuğrul Bey’in İsfahan'da ölmesi üzerine Alparslan Muhammed bin Davud’un sultanlığını onaylayan ve adına hutbe okutup kendisine hil'at giydiren kişi olduğunu da hatırlatalım.)

Malazgirt’in müjdesi kente ulaşınca Bağdat süslenir, zafer tâkları yapılır ve bu başarı tüm İslam ülkelerinde sevinç yaratır. Halife el-Kaim Biemrillah, Sultan Alparslan’a gönderdiği kutlama mektubunda kendisini şöyle selâmlar: “Efendi evlat, Tanrının desteğine mazhar, galip ve muzaffer evlat, en büyük Sultan, Arap ve Acem hükümdarı, Dünya hükümdarlarının efendisi, dinin ışığı, Müslümanların yardımcısı İmam’ın (Halife) yardımcısı, insanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı, İslam ülkelerinin sultanı, Emirü’l Mümin’in burhanı” (Ahbârrü’d devlet’üs Selcukiye; aktaran: Sümer-Sevim:11).

Ancak Romen Diyojen’in içler acısı,  Sultan Alparslan’ı da ağlatacak çilesi bundan sonra başlayacaktır.

(*) Bu yazıda dört yere yıldız (*) koyup genişçe bir dipnot eklemek ihtiyacını duydum. Bunun nedeni Türkçeye çevrilmiş ve Türkçe olarak yayınlanmış bazı birinci, dolayısıyla aynen aslı gibi olması gereken kaynaklarda değişiklik yapılmış olmasıdır. Örneğin (1) sultanın “ola ki Bizans imparatorunu tutsak alır” demiş olması da, Kerimmüddin Mahmut’un sultanın sözlerini bu şekilde aktarmış olması da mümkün değildir. (2) Gene sultanın imparatordan “Bizans ülkesinin hükümdarı idi” diye söz etmiş olması da, Kerimmüddin Mahmut’un sultanın sözlerini bu şekilde aktarmış olması da keza mümkün değildir. (3) Aynı şekilde, imparator esir düşmek üzereyken “sakın vurma, ben Bizans imparatoruyum” demiş de olamaz, Mirhond onu bu sözlerle aktarmış da olamaz. (4) Nihayet, esir imparatorun “şüphesiz Bizanslılar başkasını imparator yapar” diye konuşmuş ve Mirhond da onu bu sözlerle aktarmış olamaz.

Bu dört alıntıda Bizans, Bizans ülkesi, Bizanslılar, vb sözcüklerinin geçiyor olması tarihî gerçeklere aykırıdır. Bizim bugün bol bol kullandığımız Bizans sözcüğü, ilk defa 1557’de, yani Konstantinopolis’in düşüşünden yüz yıl sonra, kentin efsanevi kurucusu Byzas’ın adından hareketle, Hieronymus Wolf adında bir Alman tarihçi tarafından icat edildi. 18. yüzyılda Montesquieu gibi bazı Fransız düşünürlerince yavaş yavaş popülerleştirildi ve 19. yüzyıl Avrupa tarihçiliğine yerleşti. Başka bir deyişle, bu yolla “Bizans” denmeye başlayan devletin kendi varlığı sırasında bu deyim zerrece mevcut değildi. Roma İmparatorluğu’ydu ve kendilerine de Romalı diyorlardı. Haydi diyelim ki, orijinal kaynaklar dışında Bizans’tan söz etmeye alıştık. Ama bu, birincil kaynakları kendi içlerine (Roma yerine) Bizans sözcüğünün sıkıştırılmasının mazereti olamaz. Kaynaklar bu şekilde çarpıtılamaz, kaynak yayınlarıyla bu şekilde oynanamaz. Bu tür ciddiyetsiz çarpıtmalar, ülkemizin bilim hayatında önemli yaralar açmaktadır.  

 

Romen Diyojen’in Akıbeti (2)

Roma ordusunun Malazgirt’te ağır bir yenilgiye uğradığı ve Romen Diyojen’in esir düştüğü haberi çok geçmeden Konstantinopolis’e ulaşmıştı. “Kral öldü, yaşasın kral” misali, imparatorluk elini çabuk tutmalı ve bir an önce yönetim işi hal yoluna konmalıydı. Aslında bu tür durumlarda yapılacak iki şey vardı: Esir düşmüş imparatorun yapacağı “barış” antlaşmasının şartlarını kabul edip yola devam etmek; veya çabucak yeni bir imparator tayin edip, eskisini tanımamak.  Romen Diyojen gibi, imparatoriçe ile yaptığı evlilik sayesinde Roma tahtına çıkmış biri için, ilk tercih imkânsız gözüküyordu. Zira Dukas ailesi  daha ilk günden itibaren pusuda beklemekteydi ve üstelik ölen imparatorun en büyük oğlu Mikhael, artık imparator ilân edilebilecek yaşa gelmişti.

Mikhael Psellos, Eudokia’nın Romen Diyojen ile evlenmesini,  şehvete veya daha şatafatlı bir yaşam arayışına değil,  doğudaki barbar saldırılarının imparatorluğu zor durumda bırakmasına bağlar. Psellos’un aktardığına göre, kilisede “inşallah öleceğim zamana kadar imparatoriçe kalmak benim kaderim olmayacak” diye dua eden Eudokia’nın en büyük amacı, oğullarını yavaş yavaş tahta oturtmaya hazırlanmaktır (Psellos:101-102). Eudokia’nın Romen Diyojen ile evlenmesinin bir diğer nedeni de, iktidarın ölen eşinin kardeşi ve oğullarına geçmesini önlemek olabilir.

Mikhael Attaleiattes’e göre, Romen Diyojen’in esir düştüğü haberi Konstantinopolis’e ulaşır ulaşmaz, imparatorun serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşmayı reddeden İmparatoriçe Eudokia, ölen eski eşi Konstantinos Dukas’tan olma iki oğluna ve gene eski eşinin kardeşi Ioannes’e danışarak[1], bütün eyaletlere emirler yazıp Diyojen’in imparator olarak tanınmaması ve kendisine biat edilmemesini ister.  Ancak daha sonra Eudokia’ın iki oğlu ve amcaları, imparatoriçenin tüm yetkilerini elinden alıp, büyük oğlu Mikhael’i tek yetkili imparator ilan eder. Taht üzerindeki yetkileri elinden alınan Eudokia’ya oldukça kaba bir şekilde davranılır; rahibelerin giydiği kara elbiselerden giydirilerek gemiye bindirilip Boğaz’ın doğu yakasındaki Stenon’a sürgün edilir.  Bundan sonra hayatını rahibe olarak sürdürmesi istenir (Attaleiattes:307).

Mikhael Psellos, Romen Diyojen’in esir düşmesinden birkaç gün sonra, savaştan kaçarken arkadaşlarını geride bırakan bir askerin kötü haberi Konstantinopolis’e ulaştırdığını yazıyor. Ondan sonra ikinci ve diğer habercilerin de ulaşır; kimileri Romen Diyojen’ı yaralı gördüğünü, kimileri öldüğünü, kimileri de elleri zincirlenmiş olarak esir alındığını anlatır. Bu haberler üzerine, başkentte İmparatoriçe Eudokia öncülüğünde bir toplantı düzenlenir. Oy birliğiyle alınan kararda, ister ölü ister diri ele geçirilmiş olsun, imparatorun görmezlikten gelinmesi, tüm yetkilerin Eudokia ve oğullarına verilmesi kararlaştırılır. Ancak Romen Diyojen’in hayatta olduğunu duyan Mikhael insiyatifi alır ve annesiyle de irtibatını koparıp tek başına hareket eder. Daha sonra bir kararname ile Eudokia, kendisinin Hz. Meryem onuruna deniz kenarında yaptırmış olduğu bir manastıra gönderilir (Psellos:105-106). Psellos’un yetiştirdiği VII. Mikhail Dukas, 24 Ekim 1071’de tek başına hükümdar ilân edilir (Ostrogorsky:316).

Romen Diyojen’in taht mücadelesi

Sultan Alparslan’ın kendisini serbest bırakmasından sonra yola düşen Romen Diyojen ise, etrafına topladığı bir ordu ile Amasya’ya gelir.  İmparator Mikhael, kuzeni Konstantin komutasında bir ordu düzenleyerek Romen Diyojen’in üzerine gönderir. İki ordu Amasya’da çarpışır ve karşılıklı kayıplar yaşanır. Attaleiattes, Dokeia (Tokat) civarında meydana gelen bu çarpışmada, Roma ordusunda yer alan Frank askerlerin büyük bir kısmının Romen Diyojen’e katıldığını yazar (Attaleiattes:309). Fakat daha sonra Romen Diyojen nedense Tokat kalesine sığınır. Bir zamanlar Diyojen tarafından önemli bir mevkie getirilmiş Chatatoure (?) adlı bir Ermeni o sırada Antakya’daki ordu komutanıdır ve Romen Diyojen’i ele geçirmekle görevlendirilmiştir. Fakat Romen Diyojen’in safına geçerek ona Kilikya’ya gitmeyi önerir. Attaleiattes,  Romen Diyojen’in Kilikya’ya gitmek istemesinin sebebi olarak, yaklaşan kışı orada geçirip ordu toplamayı ve bu arada, daha önceden kararlaştırıldığı üzere sultandan gelecek yardım birliklerini karşılamayı gösterir.

Amasya’daki saldırılarda Roma ordusu başarılı olamayınca, Konstantinopolis’te yapılan istişare toplantılarında Romen Diyojen ile barışma alternatifi üzerinde de durulur ve bizzat imparator Mikhael kendisine mektup göndererek güvence verir. Ancak Romen Diyojen hiçbir kabahati olmadığını ileri sürerek tahttan feragat etmek istemez. Bunun üzerine Mikhael, kuzeni Andronikos’u bütün doğu eyaletleri komutanlığına getirerek gizlice Romen Diyojen’in üzerine gönderir.  Aynı zamanda, araya bazı papazları ve kimi diğer arabulucuları koyup, her türlü güvenceyi içeren dostça mesajlarla Romen Diyojen’i ikna etmeye çalışır (Psellos:106).

Romen Diyojen’in Kilikya’daki kuvvetlerine Chatatoure komuta etmektedir. Çatışma sırasında Chatatoure atının bir çukura girmesi üzerine düşer ve çalılar arasına saklanır. Ancak onu gören Romalılarca yakalanır; elbiselerini soyar ve onu çıplak bir şekilde komutanlarına götürürler. Bunun üzerine Chatatoure ihanet edip karşı saflara geçer ve Roma kuvvetlerini doğruca Romen Diyojen’in kaldığı yere yönlendirir. Bu arada Romen Diyojen Sultan Alparslan’dan (metinde “Perslerden” diye geçer) yardım gelmesini beklemektedir.  Herhangi bir yardım gelmeyince ve etrafındaki kuvvetler de iyice zayıflayınca, Romen Diyojen Mikhael’in verdiği sözlere ve güvenceye dayanarak koşulsuz teslim olur. Teslim olur olmaz, derhal bir keşiş elbisesi giydirilerek saçları oracıkta kesilir. Psellos’un anlattıkları doğru ise, eski imparatordan korkan imparatorluk konseyi üyeleri, Mikhael’den habersiz bir mektup yazıp Romen Diyojen’in kör edilmesi emrini verirler.

[2] Ancak İmparator Mikhael Diyojen’in kör edildiği haberini alınca çok üzülür ve ağlar (Psellos:106-107).

Attaleiattes de, Romen Diyojen’in teslim olduktan sonra Romalılar tarafından oldukça onur kırıcı muamelelere tabi tutulduğunu yazar. Saçları kesilip keşiş elbisesi giydirilen Romen Diyojen, daha önce imparator olarak geçtiği ve âdetâ bir ilâh gibi karşılandığı topraklardan, bu kez kafese kapatılmış bir hayvan gibi götürülmektedir. Yolculuğun Adana’dan Kütahya’ya kadar olan kısmını, Romen Diyojen dayanılmaz mide ağrılarıyla geçirir. Düşmanlarının kendisine baldıran zehiri içirdiği söylenir. Kütahya’da, başkentin düşük eski imparator hakkındaki kararı beklenir ve gözlerinin kör edilmesi hükmü birkaç gün sonra burada ulaşır. Kararın uygulanacağı an, daha önce Romen Diyojen ile Mikhael arasında barış için arabulucu olmuş ve Romen Diyojen’e yeminle güvence vermiş olan Kadıköy, Herakleia (Milas yakınlarındaki antik kent) ve Koloneia (Şebinkarahisar) piskoposları da hazır bulunmaktadır. Romen Diyojen’in tüm yalvarmaların karşılık, artık onların da ellerinden gelen bir şey yoktur. Sonunda Romen Diyojen küçük bir odaya konur; elleri ve ayakları bağlanır; sırtüstü yere yatırılır ve göğsüne birkaç zırhlı adam tarafından bastırılır. Daha önce bu işlerde hiçbir tecrübesi olmayan bir Yahudi, elindeki şiş ile Romen Diyojen’in gözlerini çıkartır. Romen Diyojen bu dehşetli acı içinde çırpına çırpına boğa gibi böğürmektedir. Attaleiattes, “Rab İsa’yı öldürenlerin soyundan gelen adamın” şişli işkencesini bir değil tam üç kez tekrarladığını yazar.  Böylece Romen Diyojen’in gözlerindeki nur ilelebet söner ve yarı ölü halde oracıkta kalır. Daha sonra bir görevli, gözleri önüne akmış bir leşi taşır gibi, Romen Diyojen’i ayaklarından tutup dışarı çıkartır. Eski imparator birkaç gün içinde korkunç acılar içinde ölür; ancak henüz ölmeden bedeni kokmaya başlamıştır bile (Attaleiattes:325).

Urfalı Mateos, Romen Diyojen’in papaz elbisesi giyerek Dugidz’in kardeşi olan Romalı kumandana sığındığında, “İşte artık benden endişe etmenize lüzum kalmamıştır. Zira ben bundan sonra manastıra çekileceğim. Mikhael imparatorunuz olsun ve Tanrı ona yardım etsin” dediğini, ama Romalıların ona kulak asmadan gözlerini çıkardığını yazar.   Mateos devamla, “O gün Romalılar, Yahudilerin yapmış oldukları veçhile Tanrıyı [İsa’yı - AK] tekrar çarmıha gerdiler” der  (Mateos:144).

Oğlundan izin alan Eudokia, eski eşinin cenaze merasimini Kınalı Ada’da bizzat Romen Diyojen’in yaptırmış olduğu manastırda düzenler ve bahtsız eski imparatoru adanın zirvesine gömer.

Urfalı Mateos’un aktardığına göre Sultan Alparslan, Romen Diyojen’e yapılanları duyunca ağlar ve çok kederlenerek şöyle der: “Romalıların Allah’ı yoktur. İranlılarla Romalılar arasında akdedilmiş olan dostluk ve ittifak yemini bugün çözülmüş oldu. Bundan sonra haça tapınan bütün milletler kılıçla mahvedilecek ve bütün Hıristiyan milletleri esaret altına alınacaktır.” Mateos devamla, “O Romen Diyojeni hatırlayıp ah çekiyor ve bütün İranlılarla beraber onun akıbeti için ağlıyordu” der (Mateos:144).

Son stratejik hatâsı Romen Diyojen’in sonu oldu

Amasya ve Tokat civarındaki çatışmalarda Romen Diyojen’in kuvvetleri ilk başta üstün gelmiş ve Roma’dan Konstantin komutasında gönderilen ordu dağılmıştı. Diyojen’in tam bu sırada, mevcut ordusu ile Roma toprakları içine doğru ilerlemesi gerekirken, Kilikya tarafına çekilmesi askeri açıdan stratejik bir hata olmuştur (Attaleiattes:313). Eğer Diyojen, Roma ordusunun toparlanmasına fırsat vermeden doğrudan Konstantinopolis’e yönelseydi, Dukas ailesi ikinci kez ordu toplayıp Romen Diyojen’in üzerine gönderemeden, şu veya bu şekilde uzlaşmak zorunda kalabilirdi. Diyojen’in ikinci stratejik hatası, Kilikya’da, engebeli Toros geçitlerine asker yerleştirmeyip, Andronikos’un kuvvetlerini burada karşılamaması olmuştur. Oysa elindeki kuvvetlerle Roma ordusunu buralarda darmadağın edebilirdi. Sayıca üstün bir duruma geçmiş olan Roma ordusunu Adana düzlüğünde  karşılayan Romen Diyojen, savaştan umudunu yitirince, imparatorluktan feragat edip bundan sonraki yaşamını bir keşiş olarak geçirmeyi kabullenerek teslim olmak zorunda kalmıştır.

Asıl adı Romanus olan Romen Diyojen, daha çok babası Diyojen’in adıyla bilinmekteydi. İşe bakın ki babası Diyojen de, Romanus Argyrus döneminde bir ihtilâl girişiminden tutuklanıp yargılanmış ve daha sonra kendisini bir uçurumdan atarak hayatına son vermişti (Psellos:102).  Anlaşılan o ki kader babaya da, oğula da fena bir tuzak hazırlamıştı. Ancak Malazgirt gibi koca bir zafer ile adını tarih kitaplarına kaydeden Sultan Alparslan’ın 1072’deki ölümü de, Diyojen’in ki kadar olmasa da trajik olacaktır.

[1] Mikhael Attaleiattes, imparatoriçenin iki oğlundan Andronikos’un, ordudan henüz yeni firar etmiş olduğunu yazıyor. Oysa bu Andronikos’un, ölen imparatorun kardeşi Ioannes’in oğlu olması kuvvele muhtemeldir.

[2] Pek çok kaynakta Romen Diyojen’in gözlerine mil çekildiği yazılmaktadır.  Oysa Diyojen’in gözlerine mil çekilmemiş; gözleri şişle kör edilmiş veya çıkartılmıştır.  Mil çekmede, kızgın demir göze yaklaştırılır ama temas ettirilmez; göz bebeği eriyene ve göz kapakları pişerek birbirine yapışına kadar öyle tutulur.



Anahtar Kelimeler: Romen Diyojen’ Akıbeti

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER