Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Nuri Yılmaz İle “İslamilik Problemi” Üzerine… / Sait Alioğlu 30.08.2023

HerTaraf'dan Sait Alioğlu'nun söyleşisi; Nuri Yılmaz; “Değiştirici olan zaman görevini yapmış, dünün rasyonelliğini bugünün irrasyoneli haline dönüştürerek İslamilik probleminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.”

Nuri Yılmaz İle “İslamilik Problemi” Üzerine… / Sait Alioğlu  30.08.2023

Nuri Yılmaz; “Değiştirici olan zaman görevini yapmış, dünün rasyonelliğini bugünün irrasyoneli haline dönüştürerek İslamilik probleminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.”

Nuri Yılmaz, esas mesleği itibarıyla matbaacı olup felsefi düşünceye dair okumaları olan ve buradan yola çıkarak İslam’ın muhatapları açısından günümüzdeki var olan karşılığı üzerinden İslamilik problemine, dolayısıyla İslamcılığa ve aynı zamanda iki konu ile yakından ilgili bulunan ve başlı başına bir problem sayılan deizme yönelik kitap çalışması olan velut bir yazar. Öncelikle iyi bir okuyucu ve Mazlumder bünyesinde insan hakları üzerine kafa yoran ve hareketliliğiyle müsemma bir aktivist olarak öne çıkıyor.

Biz de, yukarıda belirttiğimiz konularla ilgili olarak Nuri Yılmaz ile ”soru-cevap bazlı” bir röportaj gerçekleştirmeye çalıştık.

Umarım beğenilir.

İSLAMİLİK PROBLEMİ(*)

Nuri Yılmaz, eserinde iki büyük sorun ile karşı karşıya olduğumuzu belirtiyor.(Arka Kapak Yazısı)

Bu sorunların İslam’a uygun bir sosyal düzenin oluşturulması sorunu olduğunu ve niteliği, boyutlarının şu sorularla ortaya çıktığını belirtiyor;

-“İslam’ın değerlerinden doğmuş onun bakış açısını yansıtmış; ama işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, etnik milliyetçilik, farklı kültürlerin birlikte yaşaması hak ve özgürlükler, adaletsizlik, haksızlık,  ahlaksızlık gibi güncel bütün problemlere adil ve ikna edici çözümler içeren bir sosyal düzen mümkün müdür?” sorularını yöneltiyor. (a.g.e)

Diğerini ise, “İslam’a uygun bilgi üretmenin imkanı sorunu” olduğunu belirttikten sonra, konunun niteliğinin ve boyutlarının mahiyetine uygun soruları sıralıyor.

Bunlar; “İslami bilgi” adını verebileceğimiz tamamen İslam’a has, yorumlanabilen ve hayatın farklı alanlarına doğru genişletilebilen bir bilgi türü var mıdır?... Sosyolojiye, felsefeye konu olan alanlarda fikir üretmek ve hatta fikri öncülüğü devralmak,”Müslüman” kalarak nasıl mümkün olacaktır?” sorularından oluşmaktadır.(a.g.e

1)İslamilik Problemi Nasıl Ortaya Çıktı?

“İslamilik, çok genel anlamda bir mesele ile ilgili üretilen çıktının islam dininin kendi içinde meşruiyet bulmasını ifade etmektedir. Bir şey İslami açıdan “doğru” şeklinde bir yargı üretildiğinde, bu çıktının islam açısından uygun ve meşru olduğu belirtilmiş olmaktadır.”(2)

Yukarıdaki ifadeler el’an doğrudur. Bu kavramla arzulanan şeyin, karşımıza çıkan meselelerin vüzuha kavuşması, konuya dair var olan şüphenin defedilmesi ve onun sahih temellere irca edilmesi olarak düşünülmelidir.

S-1) İşin olumsuz tarafından bakıldığında İslamilik problemi nasıl ortaya çıkmış olabilir?

İslamilik problemi, farklı dönemlerde Hristiyanlık ve Yahudilik tarafından da yaşanmış bir probleme İslam zaviyesinden verdiğimiz isimdir. Hristiyanlık ile Yahudilik de bu problemi yaşadı ve çözüm üretilemediği için bunlar, hayat sahasındaki iddialarını yitirerek ibadethanelere, kalplere sıkışıp kaldı. İç huzuru ve tatmin arayan insanların yöneldiği kuru birer inanca dönüştü.

Dinlerin yerinin zaten bu olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir, fakat dinler insanlığa rehberlik yapmak, onlara yaşam perspektifleri sunmak ve sosyal yaşamın problemlerine çözüm olacak perspektifler kazandırmak için gönderilmişlerdir. İslamilik problemi, dini bu şekilde algılayanların problemidir. Nitekim günümüz İslamcıları “İslam” diyerek bırakın başka insanları kendi çocuklarını bile ikna edemez hale gelmişlerdir.

Semavi kültürler niye böyle bir problemle karşı karşıya kalıyor?

Hz. İsa’dan 300 sene sonra bir konsül tarafından yapılandırılan Hristiyanlık ve neredeyse 3 bin seneyi bulan tarihinde defalarca insan müdahalesine maruz kalıp orijinalliğini yitirmiş Yahudilik için farklı şeyler konuşmak lazım. Ama referans metni korunmuş İslam için söylenecek ilk söz, belli dönemlerde ortaya çıkmış yorumların din ile özdeş hale getirilmesidir.

Fikirler hayata uygulama modelleri ve kurallarla temas ederler. Çünkü salt fikir, henüz kendini açığa vurmamış bir potansiyelden ibarettir; ona göre yaşamını düzenlemek isteyen insanların yorumları sayesinde güncel hale gelir, uygulama modellerine ve kurallara dönüşür. Fakat yaşam mükemmel olmayıp sürekli bir gelişme ve değişme içerisinde bulunduğu için, ona temas eden her şey zamanla rasyonelliğini yitirir. Değiştirici olan zaman bugünün rasyonelliğini yarının irrasyoneli haline getirir.

Yorumlara hapsolmamış veya onlarla özdeş hale gelmemiş fikirlerin zamana yenik düşmekten korkmaları gerekmez. Ama ne var ki insanoğlu her düzenden bir statüko üretmeye meyillidir; artık işlevini yitirmiş olsa bile, kimi zihin konforunu, kimi elindeki güç ve imkanları korumak adına kurulu düzenin bozulmasına müsaade etmez. Düne kadar işe yaramış ve sorun çözen birçok fikir, böylece gerçeklikle bağlarını yitirip dayatmayla ayakta duran dogmaya dönüşür.

Bu noktada İslam’ın özel bir niteliği de bulunmaktadır. Öğretinin taşıyıcısı olan Kur’an, meselelere bir makale sistematiğiyle yaklaşmaz. Değindiği her konuyu bütün sorulara cevap verecek şekilde aydınlatmaz. Surelerde bir konu sırası olmadığı gibi konudan konuya geçişte sıçramalar göze çarpar. Bir bilgenin hikmetli tavsiyeleri üslubuyla aşkın felsefi mülahazalar ve hayatın içinden konular iç içe anlatılmaktadır. Kur’an birçok boşluk bırakarak okuyucusuna çok geniş bir düşünme ve yorum alanı veren bir kitaptır. Kimi meseleleri pratik üzerinden ele almıştır, pratiği ilkeye (teoriye) dönüştürmek okuyucunun sorumluluğudur; kimi meseleleri teori düzeyinde ele almıştır, uygulama modelleri üretmek okuyucunun sorumluluğudur. Parça parça kesitler şeklinde ele alınmış metafizik anlatımları bir evren tasarımına ve bir yaşam tasavvuruna dönüştürmek okuyucunun görevidir.

Alışkın olmayanların yadırgayabileceği bu üslup, “okuyup anlaşılsın”(43/3, 12/2) diye gönderilmiş bir kitabın büyük sırrı ve eşsiz hikmetidir. Bu özelliği muhafaza edildiği müddetçe hiçbir bilimsel gelişme, evren hakkındaki hiçbir yeni keşif ve insan toplumsal hayatındaki hiçbir değişim İslam’ı olumsuz yönde etkilemez, rasyonellikten uzaklaştırmaz. Çünkü İslam’ın maksadı her dönem için geçerli bir ideal toplum ütopyası oluşturmak ya da evren hakkında kimsenin sahip olmadığı bilgiler vermek değildir. Bu din ifade ve örneklemelerdeki tarihselliğin arkasında bir adalet penceresi açar ve ona uygun bir yaşam perspektifi sunar. Adalet ve huzur içinde yaşamanın yollarını gösterir. Bu perspektif yakalandığında Hz. Ömer’in çok dinamik bir şekilde örneklendirdiği gibi her yeni durumu kuşatan ve her gelişmeyi adalet eksenine yerleştiren bir yaşam tarzı vücut bulur.

Bir dönem “uydurulmuş din, indirilmiş din” tartışmaları vardı ve indirileni güne uygun hale getirmek için gösterilen çabalar tahrif edici bulunarak kötülenirdi. Gerçekten de işlevsel hale getirici her yorum insanın eseridir ve bir yönüyle de hakikatin tahrifatı anlamına gelir. Ancak indirilmiş olan, kendi halinde salt bir potansiyeldir; işlenmediği sürece işlevsel hale gelemez, hayata temas edemez. Yorumlanabilirlik, evrenselliği garanti eden bir hikmettir. Kötü olan yorumlar değil, yorumun asıl ile özdeşleştiği andır ve İslam düşüncesi işte bu büyük talihsizlikle karşılaşmıştır. Büyük bir fikri gelişime kaynaklık edip güçlü bir medeniyet oluşturduktan sonra, ilham olduğu fikir deryasına ve ışıltılı medeniyete gömülmüştür. Kur’an’ın üslubundaki hikmet ıskalanmış, tedvin asrının yorumları ve üretimleriyle din özdeşleştirilmiş ve İslam tarihin kaydı altına sokulmuştur. Değiştirici olan zaman ise görevini yapmış, dünün rasyonelliğini bugünün irrasyoneli haline dönüştürerek İslamilik probleminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Tedvin asrının mirası olan din bugüne bir şey söyleyemez durumdadır ve ancak ezberler ya da dayatmalar yoluyla varlığını sürdürebilmektedir. İslamcıları bile ikna edemeyen bir dogmaya dönüşmüştür.

***

2)İslam Düşüncesinin Tedvini ve Klasik Bilgi Paradigması…

Bizi birçok açıdan kendi cenderesi altına alan modern paradigmadan önce bizler, kendi meşruiyetini İslam’dan devşirdiğini bildiğimiz Mu’tezile ve Eş’arilik paradigmaları içerisinde hayatı yorumluyor,onun üzerinden yol almaya çalışıyorduk. Ki, Maturidilik gibi bazı klasik paradigmalar da az çok hayatımızda yer edinmişti.

Şimdilerde modern paradigmanın var olan cenderesinden çıkamadan, bir yandan özgürlükçü bir paradigma arayışına sahip olmak isterken, diğer yandan da hayatımızın büyük bölümünü işgal eden Eş’arilik ile tebelleş olmaya devam ediyoruz.

S-2)Biri modernliği içeren ve İslam’la bir alakası bulunmayan, diğerleri ise kendi meşruiyetlerini İslam’dan alan, ama bize umut olmayacakları belli olan bu paradigmaların yerine nasıl bir paradigma ikame edebileceğiz ve çözüm önerilerimizin mahiyeti hakkında neler söyleyebiliriz?

Paradigma; bir ilke, kavram veya öğretiden hareketle oluşmuş, zihinleri yöneten düşünsel çerçevedir. Bize bir değerler sistemi sunar ve zihin onunla karşılaştığı yeni durumları yapılandırır. İslam’ın paradigma özelliğini yeniden kazanabilmesinin yolu ise rasyonel yönünü yeniden hatırlayıp, rasyonel bir kültür olarak onu yeniden inşa etmekten geçmektedir. Tedvin asrının mirası olan düşünce bugünün dünyası için metafizik söylem ve dogmatik buyruklardan ibarettir. Günümüz zihin dünyasında karşılaşılan epistemoloji problemlerini aşmak için dinin mesajı ikna ve ispatın konusu haline getirilmeli, akli alana çekilerek dogmatik olmaktan çıkarılmalıdır.

Şöyle bir soru düşünelim; “üçgenin iç açıları toplamının 180 derece olduğu doğru mudur?” Bu sorunun doğruluğunu, gözümüzde farklı üçgenler canlandırarak test etmeye çalışabiliriz ama bu yolla doğruluğunu bulmamız ve her türlü üçgen için geçerli olup olmadığını bilmemiz mümkün değildir. Sonunda geometrik ispat süreçlerine başvurarak yanıtını veririz: “Evet! Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.” Şimdi kendi kendimize etik alanından bir soru soralım: “Birine yalan söylemek iyi midir, yoksa kötü müdür?” Bu soruyu şöyle yanıtlayabiliriz; “yalan söylemek kimi zaman iyidir, kimi zaman ise kötü!” Ama biraz daha derinlikli düşündüğümüz vakit, yalan söylemenin bazen kendi çıkarımıza uysa da iyi olmadığına hükmederiz. Çünkü bizim yalan söylememiz diğer kişilerin de yalan söylemelerine yol açar ve bu da insanlar arası ilişkilerde karşılıklı güveni yıkar.

Bu iki soruyu cevaplarken başvurulan ve ispata dayalı adımlardan oluşan düşünce süreci rasyonel bilgi üretimidir.

Yalan söylemenin iyi olup olmadığına şöyle de cevap verebilirdik; “kötüdür, çünkü Allah yalan söylemeyi yasakladı.” Sonuç yargısı aynı olmasına rağmen buradaki yanıt biçimi akli ispat kriterlerine uygun değildir. Allah’ın var olup olmadığı, yasaklar koyup koymadığı ve yasakların hangi durumda ne şekilde geçerli olacağı gibi birçok öncül atlanmıştır. Tartışmasız uyulması gereken bir kural şeklinde dikte edilen bu cevaplama biçimine de dogmatik buyruk denir.

Allah’ın yasakladığı bir şeyden bahsediliyor olsa bile, günah işleme özgürlüğü dikkate alınarak cevap, “insanlar arasındaki ilişkilerin karşılıklı güvene dayandığı bir toplumsal düzen istiyorsak, yalan söylememeliyiz” gibi akla hitap edecek şekilde verilmiş olsaydı, bu cevapta ilke yine İslam’dan alınmış ama insanların tercihine sunulurken rasyonel açıklama yolu benimsenmiş olurdu. Metafizik konulara önyargısı olan insanlar bile ne söylendiğine bakar, ikna olursa ona uygun bir şekilde yaşamayı tercih edebilirlerdi.

Modern dönemde bilgi, olgunun sunduğu gerçekliği kesin veri (hakikat) kabul edip sonra da yaşamın ona göre nasıl oluşturulacağının araştırıldığı bir akıl yürütme faaliyeti değildir.

Eskiden evrenin sabit ve mükemmel bir yapı olduğu kabul edilir, değişime ve gelişime kapalı olması sebebiyle evrendeki olgu ve olayları açıklayacak tek bir hakikat bulunduğuna inanılırdı. Bu yüzden olguyu kesin veri olarak kabul etmenin geçerli bir sebebi vardı. Ancak evrende her şeyin durmadan değiştiği bugün artık daha net görülmektedir. Durmadan değişen bir evren, sabit tek bir izahla açıklanamaz. Bu evrende olguyu kesin veri kabul etmek demek, hayatı belli bir zaman ve belli bir mekânda dondurmak demektir. Kabul edilebilir bir mantığı olmadığı gibi, ihtiyaçlar değiştikçe ortaya çıkan eksiklikleri gidermenin ve daha iyisine ulaşmanın önünü kapatır. Yeni durumları kuşatacak yeni yorumlara imkân vermez.

Günümüzde “İslam Dini” adını verdiğimiz sistemleşmiş yapı, sabit evren ve sabit hakikat anlayışının olduğu dönemlerin ürünüdür. Bu bilgilerle hareket eden Müslüman düşünürler tarafından üretilmiş ama bir yorum olduğu unutularak sonrakiler tarafından dinin kendisi ile özdeşleştirilmiştir.

O dönemin bilginleri Kur’an’daki bilgiyi, “evrendeki tüm olgu ve olayların kendisiyle açıklanabileceği hakikat” olarak kabul ediyorlardı. Onu tüm hermenötik ve tarihsel şartların üzerinde görüyor, insanlığın ihtiyaç duyduğu ne tür sorular varsa hepsine cevap verdiğini düşünüyor ve mükemmelliğine inanıyorlardı. Bu yüzden de literal bir ilişki kurarak onda saklı hazineleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Akli yorumu esas alan düşünürler de vardı tabii ama hem Kur’an ile hakikat arasında doğrudan ilişki kurup hem de akli yoruma girişmek, günün kabulleri açısından tutarsızdı ve bu yüzden gelenek olarak devam edemedi.

Gelişime ve değişime kapalı evren anlayışı nasıl paradigma olarak yıkıldı ve geçerliliğini kaybettiyse, bu paradigma temelinde yapılanan düşünce sistemleri de ciddi problemlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü bu sistemler, doğası gereği zamansal ve mekânsal olanı evrenselleştirmektedir. Nitekim “İslam Dini” olarak isimlendirdiğimiz sistemli yapı; hakikatin öğrenilmesinde Arap Dili’nin gerekliliğine vurgu yaparak Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap Dilini ve Esbab-ı Nüzul, rivayet ve hadislerin gerekliliğine vurgu yaparak Kur’an’ın indiği dönemi (o dönemin kültürünü, sosyal yaşantısını, ihtiyaçlarını ve problemlerini) evrenselleştirmektedir. Sosyal yaşamın esaslı değişimler gösterdiği bir gelecekte bu yaklaşımların büyük sorunlar doğurması kaçınılmazdı; nitekim öyle olmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan yeni gelişmeler, sosyal yaşamı bambaşka bir hale getirmiş, üretim modellerindeki değişim, işçi ve işveren gibi en temel kavramlardan başlayarak her şeyin niteliğinin değişmesine yol açmıştır. Değişim hızla toplumsal ilişkilere ve toplumsal yapılanma modellerine yansımış; düşünce alanında, siyasette, hukukta, ekonomide, sağlıkta, eğitimde, savunmada ve güvenlikte birçok yeni kurum ve kavramın insan hayatına girmesini sağlamıştır.

Var olan durumu bir önceki nesille kıyasladığımızda adına “değişim” denebilirdi; ama 200 sene öncesiyle kıyasladığımızda değişim kelimesi artık yeterli gelmemekte, bir “başkalaşım” hali ortaya çıkmaktadır; artık sosyal hayat bambaşka bir hal almıştır.

İslam’ın bir iddia olarak ifade edilmesinde ve hayatın İslam’a uygun hale getirilmesinde bugüne kadar işe yaramış olan yöntem ve usuller, günümüzde artık yeterliliğini kaybetmiş durumdadır ve dinin dogmatik buyruk yoluyla bildirimine imkân vermektedir. Rasyonel yöntemler kullanılmadıkça ve rasyonel bilgi olarak yeniden yapılandırılmadıkça İslam’ın bugüne hitap etmesi ve paradigmatik var oluşunu günümüzde de gerçekleştirmesi mümkün değildir.

Paradigmatik var oluşun yöntemi:

Tek tek sorunlar üzerine düşünerek üretilen çözümler parçalıdır. Parçalanmış düşünce görünüşü ve söylemi “kabul edilebilir” hale getirerek mevcut paradigmayı tahkim eder; bir bütün oluşturamaz. Yama görevi görerek mevcudun açıklarını kapatır.

Parçalar, sadece aynı paradigmanın ürünü oldukları zaman bir bütünlüğe kavuşurlar. Tek tek sorunlar üzerine üretilen düşüncelerin birleşerek bir bütünü oluşturması ve ayrı ayrı parçaların mantıksal tutarlılıkla birbirine bağlanması “kurucu ilke” sayesinde mümkün olur. Bir kurucu ilkenin tutarlılığında sorunları ele almak, aynı zamanda meselelere paradigmatik boyuttan bakmak demektir.

Dinler ve felsefeler her ne kadar pratik hayata dönük yönler içerseler de esas itibariyle ana perspektifi ve bakış açısını belirleyen teorik çerçevelerdir. Olgulara ve hayat boyu yaşanan olaylara bakış penceresini sunarlar. Bu yüzden bir dini veya felsefeyi anlamanın yolu, tek tek her konuda ne söylediğinden değil ana mesajını kavramaktan geçer. Bir kitabı tek tek cümlelerini anlamlandırmaya çalışarak okumak mümkündür. Ancak böyle bir durumda kitap bir aforizmalar bütünü haline gelir. Bu tarz okumada yararın niteliğini belirleyen okuyucudur; algıda seçicilik istifadenin boyutunu ve niteliğini kaçınılmaz olarak belirler. Altı çizilen cümleler “yıkan” değil, zihindekileri güzel bir şekilde ifade eden veya onlara yeni açılımlar getirenlerdir. Böylece okuma sadece zihinde var olanları zenginleştirmiş olur.

Tek tek cümleleri manalı olsa da onların bir bütünlük içinde anlaşılmasını sağlayan şey kitabın ana fikridir. Kitaplar sadece cümlelerin analizinden çıkanları anlatmaz, esas olan cümlelerin birleşiminden oluşan tablodur ve haddizatında cümleler o tabloda gerçek manalarını bulurlar.

Dinlerin ve felsefelerin de temas ettikleri meseleleri bir anlam dünyası etrafında anlamamızı sağlayan ana mesajları, ana fikirleri vardır. Suçlu ve günahkâr olarak dünyaya atılmış insanoğluna, Oğul İsa kanalıyla kurtuluş vadeden Hristiyanlık; sadece seçilmiş kavme kurtuluş ve mutluluk vadeden Yahudilik; ilkel dönemde bilinçsiz komünal yaşamla başlayan evrimin, özel mülkiyetin ve otoritenin olmadığı bilinçli bir komünist toplumda son bulacağını söyleyen komünizm ve bireye sınırsız özgürlük sloganıyla yola çıkan liberalizm örneklerinde olduğu gibi! Fakat dinlerin ve felsefelerin gayesi insanlar için bir yaşam tasavvuru inşa etmektir; bu durumu tanımlamak için, teorik meselelerde geçerli olan “ana fikir” kavramı yerine, zımnen inşa faaliyetine gönderme yapan “kurucu ilke” kavramı daha uygundur. Dinlerin ve felsefelerin paradigma haline gelmesi ve onlar hakkında yapılacak en doğru okumalar, kurucu ilkesine ulaşıldığı noktada ortaya çıkar.

Dinlerin veya felsefelerin paradigmaya dönüşebilmeleri için iki aşamalı bir sürece ihtiyaç vardır.

Birinci aşama, “kötülük ilkesi”nin belirlenmesi:

Bu aşama, günün sorunlarının ve ihtiyaçlarının iyi bir şekilde analiz edilmesi ve iyi bir arkeolojiyle kötülüğün gerekçelerinin bulunmasını ifade eder. Sosyal yaşam çok boyutlu olduğu ve birbirinden farklı birçok örneği içinde barındırdığı için, sorunları da bir o kadar çok ve karmaşıktır. Fakat her şeye rağmen farklı olgular, iyi bir analiz ve gözlemle hiyerarşik olarak ilişkilendirilebilir ve birçok farklı sorun birkaç temel nedenselliğe indirgenebilir. Çünkü olgular arasında olduğu gibi sorunlar arasında da “zamanın ruhu” ifadesiyle kavramsallaştırılan bir ilişki biçimi ve bütünlük vardır. Bu sayede güne ve günün problemlerine (“kötü”ye) dair bir kanaate sahip olunabilir ve bu kanaat bir veya birkaç “ilke”yle özetlenebilir.

Dinler ve felsefeler insanlığın ihtiyaç ve problemlerine dair farklı perspektiflere sahiptirler. Karşı karşıya bulunulan problemlerin sebeplerini her biri başka gerekçelerde arar, olgu ve olaylar her birine farklı niteliklerde görünür. Bu sayede hem güne ve günün ihtiyaçlarına dair kanaatler hem de çözüm önerileri farklılaşır. Günün ihtiyaç ve problemlerinin kendisiyle açıklanabileceği bir ilkeye (kavrama veya olguya) ulaşılmasından sonra yapılması gereken, meselenin gerçekten “o” olduğunu göstermektir. Bu gösterim bir ispat ve ikna sürecinden oluşur. İnsan ve sosyal yaşam ile o ilke arasında kurulan irtibatlarla, o ilkenin “açıklayıcı gücü” ortaya konur. Muhataba; “evet çok doğru; sorunlar gerçekten de bundan kaynaklanıyor!” dedirtilebilirse ilk aşama başarıyla geçilmiş demektir.

Örnek vermek gerekirse Marks, insanlığın problemlerine dair tespiti ve çözüm önerisi olan isimlerden biridir. Kendi günü için bir analiz yapmış, yaşanan birçok problemi mantık zinciriyle hiyerarşik olarak ilişkilendirmiş, birçok farklı sorunu temel bazı nedenselliklere indirgemiş ve sonuçta bütün problemlerin temelinde “kötülüğü açıklayan ilke” olarak mülkiyet olgusunu bulmuştur. Üretim araçlarının birileri tarafından ele geçirilmesi sonucu insanların büyük çoğunluğu işçi haline gelmekte, birçok emek tek bir sermayedar için çalıştıkça da işçi fakirleşirken servet gittikçe bir avuç sermayedarın elinde toplanmaktadır. Ona göre dünyadaki kötülüğün, yani gelir adaletsizliğinin, yoksulluğun, açlığın ve çatışmaların temelinde bu yatmaktadır. Sermayedar işçiyi ahlaksızlığa sürüklediği için ahlaksızlığın temelinde bile mülkiyet olgusu bulunmaktadır. Görüldüğü gibi sorunların tespiti ve tanımlanması noktasında Marks’ın görüşleri “evet çok doğru; sorunlar gerçekten de bundan kaynaklanıyor olabilir” dedirtecek kadar tutarlı ve ikna edicidir.

Günümüzün en yaygın eğilimi olan Liberalizm ise “kötülüğü açıklayan ilke”sini ayıp, yasak ve günah gibi kavramlarda bulur. İnsanlığın bütün problemlerinin baskı altında tutulan ve tatmin edilmemiş arzulardan kaynaklandığını açıklar. Kendini gerçekleştiremeyen insan içine kapanmakta, hastalıklı bir karaktere dönüşmekte ve bu hastalıklı karakter kendisi için mutsuzluk üretirken toplumsal boyutta da türlü suçların sebebi olmaktadır.

Anarşizm ise “açıklayıcı ilke”sini Hegel’den mülhem otorite (efendi-köle çatışması) kavramında bulur. Belli bir azınlığın gücü ele geçirerek (efendileşerek) imkanları gasp etmesi, geri kalan çoğunluğun köleleşmesine yol açmakta, otorite imkanları gasp ettikçe sömürü, zulüm, haksızlık, yoksulluk ve yolsuzluk meydana gelmekte, otoriteye baş kaldırıldığında ise çatışma ve gerilimler doğmaktadır.

Velhasıl hayata dair iddiası olan her düşünce, önce kendi felsefi perspektifinden sorunları analiz etmektedir.

İkinci aşama, “iyilik ilkesi”nin belirlenmesi:

Dinleri veya felsefeleri paradigmaya dönüştüren ikinci aşama, “açıklayıcı ilke”yi karşılayacak “kurucu ilke”nin tespitidir. Kurucu ilke aynı zamanda dinlerin ve felsefelerin “iyi”yi tanımlama biçimleridir. İyinin tanımlanmasında bir fark oluşturup oluşturamadıkları, bu tanıma bir şey katıp katamadıkları burada ortaya çıkar. Marksizm’e göre iyi, mülkiyetsiz toplumdur. Liberalizm iyiyi, bireyin sınırsız özgürlüğünde arar. Anarşizme göre ise otoritesiz toplum iyidir.

“Kötü”yü açıklayan ilkenin din veya felsefede hangi meseleye karşılık geldiği belirlendiğinde, yaşam tasavvurunun üzerine inşa edileceği “kurucu ilke / iyilik ilkesi” elde edilmiş demektir.

Geçmiş dönemlerde dinin hayata teması, o dönem var olan evren bilgisinin farklı yorumlarına tekabül eden kelam ekolleri üzerinden gerçekleşmekteydi. Esas aldığı yoruma bağlı olarak farklı Kur’an okumaları vücut buluyor ve farklı yorumlar ortaya çıkıyordu. Modern dönemde ise “düşünce” kriterlerine sadık kalarak bir “kurucu ilke”den bir yaşam tasavvuru inşa etmeye düşünce üretmek denmektedir. Modern felsefe açısından bu üretim süreci felsefe üretmek olarak da isimlendirilmekte, kriterleri karşılaması halinde her bir farklı yorum farklı bir felsefe olmaktadır. Bundan sonra İslam düşüncesi, İslam ile özdeş görülen yorumlar üzerinden değil, onu anlamlandırmaya çalışanların felsefeleri üzerinden ilerleyecektir. İslam Felsefesi deyince akla gelen Meşşailik ve İşrakilik geleneklerinden farklı olarak Modern İslam Felsefesini bu tarz çalışmalar oluşturacaktır. Üretilen düşünce/felsefe toplumun teveccühüne mazhar olup farklı düşüncelere ve sosyal yaşama kaynaklık etmeye başladığında ise bir paradigma haline gelmiş olacaktır.

***

3)Modernliğin Çıkmazı ve Onunla Yüzleşme…

“Modernizmle yüzleşme dediğimiz zaman kastımız karşıt bir tutum takınıp modernizmi kötülemek ve  “İslam’ın beşeri fikir ve üretimlere ihtiyacı yoktur” gibi hamasi sözler sarfetmek değildir.

Maksadımız yeni bilgi paradigmasıyla birlikte ortaya çıkan bir “buluş”tan yararlanmak, aklın yeni keşfedilen yeni fonksiyonunu İslam düşüncesi içerisinde de işlevsel hale getirmektir.” (S. 103)

O zaman modernizm, kavram açısından ‘yeni’ üzerinden bir ideoloji, dünya görüşü ve zamanla, ona kaynaklık teşkil eden sekülerizm üzerinden vaz geçilemez bir paradigma olarak değerlendirebileceğimiz gibi, o paradigma içerisinde doğru şeylerin de olabileceğinin akılda tutulması ne kadar doğru ise, .onun ürete geldiği çıkmazlarında göz ardı edilmemesi işin doğası gereği bir hayli önemlidir.

S-3)O zaman onun ürettiği çıkmazdan dolayı değerler alanında oluşan boşluğu nasıl ve hangi yol ve yöntemle doldurulabilir ve bu yol ve yöntemler kullanılarak İslam’a uygun bir sistem nasıl oluşturulabilir.

İslam dünyasındaki fikri süreçlere baktığımızda, modernizm veya postmodernizmden istifadenin sadece problemleri anlama seviyesinde kalmadığı net bir şekilde görülebilir. Eleştirinin çekiciliği, eleştiriden fikir üreyebileceği gibi bir zanna götürmüş olmalıdır ki, modern ve postmodern yöntemler İslam dünyasındaki düşünce krizlerini aşmak için bolca kullanılmıştır. İslam dünyasının kendi tarihselcileri, yapısalcıları ve hermenötikçileri çıkmış ve her biri temel aldıkları yöntemden hareketle hem geleneği eleştiriye tabi tutmuş hem de bu eleştirilerden bir düşünce çıkarmak istemiştir. Hatta öyle ki, eleştirel okumalar ve onlardan üretilmeye çalışılan fikirler bugünün İslamcılığı olarak görülmektedir.

Oysa eleştiri sorunu anlamaya hizmet eden bir araçtır, kendi başına bir fikir değildir. İlla zorlanacak olursa, “fikri kritik eden fikir” olarak isimlendirilebilir. Eleştiri var olanı parçalayarak yanlışların görülmesini sağlar ama birleştirmez, yanlışların yerine yeni bir şey inşa etmez. Yeni bir şey inşa ediyorsa zaten o artık eleştiri değil fikir üretimidir.

Büyük problemler, ancak büyüklüğüne denk süreçlerde anlaşılabilirler. Ne var ki o süreçte birçok yol kazası, savrulma ve yanlışlıklar yaşanabilir. Doğru olmayan haksız eleştiriler ortaya çıkabileceği gibi esas noktaya temas etmeyen yüzeysel kavrayışlarla insanlar birbirini hırpalayabilir. En tehlikelisi de sürecin olması gerekenden uzun sürmesidir; yerine bir şey inşa edemedikçe eleştiri sahibine döner ve onu kemirmeye başlar.

1400 senelik derin geçmişi olan bir kültür ancak uzun ve derin eleştiri süreçleriyle yüklerinden arınacak noktaya gelebilirdi ve bugün artık eleştiri kültürünün sınırına dayanılmıştır. Konuşulmayan bir şey kalmadığı gibi eleştiri babında söylenecek yeni bir söz de bulunmamaktadır. “Söz tükendi de ne değişti!” diye sorulacak olursa cevap eleştirinin doğasındadır; eleştiri değiştirici değil ön açıcı olduğu için değişim ancak yeni fikirlerle birlikte gelir. Ayrıca herkesin değişmesi gibi bir hayal içine de girilmemelidir. Gündelik yaşam akışı içinde hayatta kalmaya çalışan geniş kitleler, her durumda kendi gündemleriyle yaşamaya devam ederler. Toplumsal yaşamı inşa edenler, fikri olan üretken azınlıklardır. Başlangıçta herkes var olanı muhafaza ediyor görünse de ümitleri filizlendiren yeni fikirler ortaya çıktığında hiç kimse değişimin dışında kalamaz.

Hasılı eleştiri yoluyla varılacak yeni bir menzil olmadığı gibi, artık yavaş yavaş eldeki de kaybedilmeye başlanmıştır. İslam gittikçe önemsizleşmekte, ona duyulan ümit yitirilmekte ve “insanlık” adı verilen varsayım “İslamilik” şeklinde tarif edebileceğimiz niteliğe tercih edilmektedir.

İslam düşüncesinin karşı karşıya bulunduğu problemleri teşhis ederken modern eleştiri ve tespitlerden faydalanılmalı ama çözüm özgün bir zeminde aranmalıdır. İlk olarak da İslam düşüncesinin temellendirileceği yeni bir epistemolojik alan bulmak gerekmektedir.

Çözümün aranacağı özgün zemine ve İslam düşüncesinin temellendirileceği yeni epistemolojik alana dair görüşlerimizi bir önceki soruda ifade etmiştik. Modernizm ve postmodernizm karşısında kendi özgün alanını üretemeyen kültürler bir bir nostaljiye dönüşmüşlerdir; rasyonelleşemediği takdirde İslam’ın başına gelecek olan da budur.

*) Nuri Yılmaz, İslamili Problemi, Mana Yayınları, İstanbul, t.y.

**) https://www.mirathaber.com/islamilik-ve-saglamasi/



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER