Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Müzâkereler üzerine

Süleyman Seyfi Öğün, modern demokrasilerin müzakere temelli olduğu iddiasından hareketle, yapılanın müzakere ve münazara olmayıp münakaşa seviyesinde kaldığını; bu durumun aşılması gerektiğini belirtiyor.

Müzâkereler üzerine

Modern demokrasilerin müzâkere temelli olduğu ifâde edilir. Bugün cârî olan Türkçe’de maalesef yerli yerine oturmayan bir kavramdır bu. Elimizde iki kelime var. Bunlar görüşme ve tartışma. Hâlbuki eski Türkçe’de münâkaşa, müzâkere ve münâzara olarak üçlü bir ayırımın olduğunu biliyoruz. Hepsine tartışma deyip geçiyoruz. Meselâ televizyonlarda, herkesin kendi tezinden son derecede emin olduğu, kimsenin kimseyi dinlemediği, karşılıklı köpürmelerle, bağırış çağırış yapılan toplantılar ne münâzara ne de müzakere niteliği taşır. (Bâzı kanallar bu tarz programları ısrarla devâm ettiriyor. Her gece Roma gladyatörlerinin dövüşlerine benzeyen sahneler tâkip ediyoruz. Bâzı kanallar ise belli bir görüşü tamâmen dışlayıp boş kalelere atılan goller gibi tek bir görüşün propagandasını yapıyor). Aslında burada yapılan düpedüz münâkaşadır. Yâni hiçbir kâideye dayanmayan, uluorta yapılan ilkel bir iştir bu. Maalesef kervâna bâzı akademisyenler de katılabilmektedir. Bu programlarda arada bir, artık mizah konusu edilen, “ben seni dinledim; şimdi de sen beni dinleyeceksin “ tarzı çıkışlar görülür. Aslında bu, münâkaşayı münâzara hâline getirmek isteyen bir çıkıştır. Münâzara, münâkaşayı görece disipline etmek, kâideli bir hâle büründürmek mânâsına gelir. Burada tezler ve antitezler sırayla, eşit bir zamanlamayla ortaya çıkarılır. Hâlâ tatbik ediliyor mu bilmiyorum, ama orta mekteplerde ve liselerde münâzara dersleri vardı. Bakanlık tarafından belirlenen ve müfredâta konulan konular etrafında takımlar oluşturulur, kıyasıya bir mücâdele yaşanırdı. Nihâyetinde ya oylama yapılır veyâ hocanın değerlendirmesiyle gâlip taraf ilân edilirdi.

Münâkaşalardan bir netice çıktığı görülmemiştir. Hemen her münâkaşa, bittiğinde keşke yapılmasaydı dedirtir. Çünkü münâkaşa sonrasında her iki taraf karşısındakine biraz daha bilenir ve içine biraz daha kapanır. Münâzaralarda ise tezler ve antitezler çok açık ortaya çıkar. En azından bu kadarıyla, yâni tez ve antitezleri tespit etmek itibârıyla işlevsel ve faydalı sayılabilir. Ama münâzaralardan da tatminkâr bir netice çıktığı pek görülmez.

Zorluk ve maharet, münâkaşa ve münâzaraları müzâkereye dönüştürebilmekte yatar. Her münâkaşa ve onun ilk elden tornadan geçirilmiş hâli olan münâzaralar herhangi bir çözüm peşinde değildir. Bunlarda dayatma esastır. Taraflar mutlak olarak diğerini eksiltmeyi esas alır. Müzâkerelerde ise gâye bir meseleyi çözüme kavuşturmaktır. Yâni, tabiî ki derece derecedir ama gerek münâkaşa gerek münâzaralarda bu yolda bir hüsnüniyet bulmak zordur. Müzâkerelerde ise bu olmak zorundadır. Burada taraflar karşılıklı olarak eksilmeyi göze alırlar. Tornası olmayan münâkaşalardan, kaba tornalı münâzaralara, oradan da çok sayıda ince tornayı gerektiren müzâkerelere geçiş bir olgunlaşmayı gerektirir. Bu aynı zamanda medenî bir örüntüdür.

Müzâkerelerde dayatma olamaz. Taraflar meseleyi önlerine koyarlar. Yâni meseleyi, yakıcı bir sûrette içinden değil, görece uzağından konuşurlar. Sâdece kendi tezlerini ortaya koymak ve karşı tarafı dinlemekle yetinmezler, müşterek bir gayretle meseleyi çözmek için gayret sarf ederler.

Müzâkere etmek olgunluğu saf bir etik mesele değildir. Etik boyut olsa olsa tamamlayıcıdır. Münâkaşa ve münâzara etmenin mesele çözmeyeceğinin; devâm ettirilmesinin ise taraflara yıkım getireceğinin ortak bir algı ve bilinç doğurduğu durumlarda müzâkerenin kapıları açılabilir. Burada iki sütunlu maddî bir arkaplânın devreye girdiğini görüyoruz. Bir defâ tarafların sâhip oldukları güç birbirine yakın olmalıdır. İkinci olarak tarafları hizâya getirecek sorun çözücü daha yüksek kalite ve kalibrede güç olmamalıdır. Müzâkereleri târihsel bir imkân olarak devreye sokan yüce ruhluluk değil, bir mecbûriyettir. Birbirine yakın güçlerde olan tarafların, kan dâvâlarında olduğu gibi, çatışarak birbirlerini telef etmekten başka bir netice elde edemeyeceklerini; aracı, üstün bir gücün yokluğunu kavradıkları anda müzâkere yoluna girebileceklerini düşünebiliriz.

Bu noktada feodalizmin târihsel olarak, üzerinde düşünülmesi gereken bir avantaj, prependalizmin ise dezavantaj oluşturduğunu görüyoruz. Müzâkere geleneği, yüksek yoğunluklu bir güç parçalanması ve ayrışması olan ve kâhir ekseriyetiyle kanlı hesaplaşmalara dayanan feodalitenin bağrından doğdu. Evvelâ feodal seçkinler kendi aralarında bu mekanizmayı işlettiler. Buna daha sonraları burjuvalar ve sanayi devriminden sonra işçi sınıfları da dâhil oldu. Müzâkereleri sağlama almak için de mukavele geleneğini devreye soktular. Toplumlaşma, lâlettâyin toplanmanın değil bu mukavelelerin fonksiyonu oldu. Eşit temelde dağıtılmış haklar üzerinden parlamentolar, kurucu yasa fikri ve kalibresini yükselten demokrasiler de buna eşlik etti. Sürecin diplomasi plânında devletler arası ilişkilere yansıyan bir boyutu da var. Ama bu boyut maalesef ilki kadar başarılı değil. Adına uluslar üstü kuruluşlar denilen varlıklar düpedüz bir vesâyet kuruyor. Güç dayatması devletler arası ilişkilerde hâlâ çok baskın..



Anahtar Kelimeler: Müzâkereler üzerine

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz