Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Mezhepler, tarihi yorumlamaya neden ihtiyaç duydular?

Dünya Bizim’den Deniz Demirdağ Prof. Dr. Adnan Demircan ile “Din Algısı İnşasında Tarihin Araçsallaştırılması” kitabını, mezhepler tarihini, Selefiliğin tarihe bakışındaki problemleri ve daha birçok konunun konuşulduğu bir röportaj gerçekleştirdi.

Mezhepler, tarihi yorumlamaya neden ihtiyaç duydular?

Hocam Mana Yayınları tarafından yayımlanan Din Algısı İnşasında Tarihin Araçsallaştırılması kitabının editörlüğünü siz üstlendiniz. Kitapta birkaç makaleniz de var. İsterseniz önce kitabın ortaya çıkış sürecinin nasıl şekillendiğini sorarak başlayalım.

“Din Algısı İnşasında Tarihin Araçsallaştırılması” kitabı birkaç aşamada şekillendi. Bunun en önemli ayağı, bazı meslektaşlarımla katıldığımız bir sempozyum için projelendirdiğimiz tarih-din ilişkisi ve din anlayışının tahkim edilmesinde tarihin araçsallaştırılmasını örneklendirme fikri çerçevesinde ortaya çıktı. Kitapta yer alan bölümlerin bir kısmının ilk halleri sempozyumda tebliğ olarak da sunuldu ve dikkat çekti. Daha sonra kitap için yeniden ele alınan bölümler dışında bazı arkadaşlarımız tarafından yazılan yeni bölümler eklenerek kitap son halini aldı. Böylece kitabın yarısından fazlası daha sonra kaleme alınan bölümlerden oluşmuş oldu. Kitaba ülkemizin alanlarında saygın akademisyenleri olan Âdem Apak, Ahmet Keleş, Mehmet Azimli, Mehmet Zeki İşcan, Cahit Külekçi, Mustafa Köse ve Nadir Karakuş yazdıkları bölümlerle katkıda bulundular. Bu vesileyle kendilerine bir kez daha teşekkür ederim. Benim de kitapta birkaç bölümüm yer aldı.

Kitabın temel yaklaşımının birçok konuda tarihi verilerden yararlanarak bir algı oluşturma olgusunun özellikle dini anlayıştaki tezahürlerini ele almaktı. Doğal olarak din algısından söz ettiğimizde öznelliğe işaret etmiş oluyoruz. Bu sebeple sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için yazılı metinlere başvurulması gerekiyordu. Bu çerçevede mezheplerin yaklaşımlarının ele alınmasının uygun olduğu açıktır.

Tarihte olanları merak etmek, tarihi gelişmeleri örnek göstermek ya da gündeme getirmek elbette ele aldığımız araçsallaştırma konusundan farklıdır. Bizim üzerinde durduğumuz, tarihin algı oluşturmada tahrif ve istismara yol açan ve bunu meşrulaştıran yaklaşımdır. Bu da her olayın tahrif edildiği anlamına gelmez. Bazen bir olaydaki küçük bir ayrıntıyı örtmek ya da önemsiz bir ayrıntıyı abartmak da bu anlamda bir araçsallaştırma aracı olarak kullanılabilmektedir. Araçsallaştırmadaki temel özellik, kabullerin ve inançların tarihi veriler de kullanılarak inşası ve bu verilerle desteklenmesidir.

İslam tarihinin farklı dönemlerinde ortaya çıkan mezhepler tarihi yorumlamaya neden ihtiyaç duydular? Referans kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet yeterli değil mi?

Mezheplerin kendileri birer tarihi olgu ve dinin tarihte ortaya çıkan yorumlarıdır. Dolayısıyla mezheplerin tarihi gelişmelerle doğrudan ilgisi var. Hatta insanların birbirlerinden farklı görüşler savunmalarının ve bunu dini boyutta temellendirmeye çalışmalarının tarihte yaşanan siyasi gelişmelerle ciddi bir ilişkisi var. Günümüzde kendilerini diğerlerinden ayıran ve farklı olduklarını söyleyen mezheplerin hepsinin tarihi gelişmelerle ve siyasi kararlarla ilişkisini gördüğümüzde şaşırmıyoruz. Diğer taraftan bütün mezheplerin haklı olma iddiası var. Hiçbir mezhep kurucusu veya önemli âlimi kendi yolunun batıl olduğu teziyle yola çıkmaz, kitaplarını bunun için yazmaz. Her mezhep hak üzere olduğunu savunur. Bu da meşruiyet iddiası için çeşitli argümanlara ihtiyaç duyulmasına sebep olur.

Teorik olarak din Kur’an ve Sünnet’e dayanmalıdır. Ancak pratikte din anlayışının kaynağı sadece Kur’an ve Sünnet değildir. Bu durum, kendisini bu şekilde tanımlayanlar için de söz konusudur. Elbette dini görüşlerin oluşmasında bu iki kaynağın merkezi bir yeri var. Ancak bunların dışında da birçok etken din algısının şekillenmesinde etkilidir. Aidiyetlerimiz, kültürümüz, birikimimiz, hatta psikolojik durumumuz bile din algımızın şekillenmesinde göz ardı edilemeyecek unsurlardır. Ciddi psikolojik sorunları olan birisinin din konusunda konuşmasına ya da yazmasına mani bir güç var mı? Böyle biri din açısından kaynak olmayacak iddialarla insanları peşinden koşturabiliyor mu? Tarihte bunun birçok örneğini biliyoruz. Günümüzde de bu örneklerle karşılaşıyoruz.

Eğer insanlar diğer etkenlerden soyutlanarak Kur’an ve Sünnet’e başvursalardı ve başka etkenler görüşlerini şekillendirmede etkili olmasaydı herkesin aynı görüşleri savunması gerekirdi. Oysa insanın olduğu yerde bu, mümkün değildir. Hz. Peygamber döneminde dahi sahabilerin birbirlerinden farklı görüşlere ve yaklaşımlara sahip olduğunu biliyoruz. Üstelik bu dönemde henüz Kur’an ve Sünnetin evreni çok canlı ve daha yalın bir şekilde mevcut olduğu halde… Zira dini yorumda öznellik kaçınılmazdır. Öznelliği inşa eden birçok etken vardır. Bu etkenlerin gücü ve etkisi ise karmaşık bir süreçle gelişir.

Biraz önce bahsettiğim, nassın olduğu yerde meydana gelen farklılıklardı ve bunlar beşer olmanın sonucudur. Öte yandan Müslümanların farklı görüşler oluşturmalarının sebeplerinden biri vahyin ya da Sünnet’in sustuğu, bir bakıma Müslümanların içtihadına bırakılan alandır. Bu alanda görüş oluştururken farklılıklar kaçınılmaz olur. Bir de nassın anlaşılması ve yorumlanması konusu var ki bu da farklılaşmayı kaçınılmaz hale getirir. Zira okunan her metin her okuyan tarafından aynı şekilde anlaşılmamaktadır. Dolayısıyla bu da bir bakıma içtihat alanıdır.

Tarihin yeniden kurgulanması itikadi, siyasi ve fıkhi mezheplerin hepsi için geçerli midir?

Bütün mezheplerin tarihi kendi zaviyelerinden yorumladıkları bir gerçektir. Bu az da olsa, çok da olsa böyledir. Her yorum ise özneldir. Bunun anlamı her mezhebin tarihi yeni baştan ve birbirlerinden farklı yazdıkları anlamına gelmez. Elbette kahramanlar çoğu zaman değişmez, olayların temel vurguları benzerdir. Ancak özellikle gelişmelere yüklenen anlam, bazı ayrıntıların öne çıkarılması, bazı gelişmelerin önemsizleştirilmesi ya da dikkatten kaçırılması algıların değişmesinde istihdam edilir. Kişilerin kahramanlaştırılması ve model olarak sunulması en çok karşılaştığımız araçsallaştırma örneklerindendir. Bunun her zaman bilinçli yapılması da gerekmez, ancak bir tünele girmişseniz ışığı görme ümidiyle yola devam edersiniz. Yola devam etmek için de önünüzü aydınlatacak araçlar bulmaya çalışırsınız.

Elbette bütün mezheplerin tarihle ilişkisi vardır ve araçsallaştırma farklı boyutlarda görülebilir. Ancak siyasi-itikadi mezheplerde araçsallaştırma daha vurguludur. Zira bu mezheplerin oluşumunda tarih önemli bir etkendir. Tarih aynı zamanda meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığı için bütün mezheplerin kökenlerini tarihin derinliklerinde arama ve gösterme çabaları vardır. Hangi mezhep sonradan ortaya çıktığını söyler ki? Aynı durum tarikatlar için de söz konusudur. Her grup kendisine bir geçmiş inşa ederek meşruiyet zemini oluşturmaya çalışır.

Mezhepler tarihi nasıl araçsallaştırıyorlar? Konuyu somutlaştırmak adına Şia ve Ehl-i Sünnet örneği üzerinden kısaca açıklayabilir misiniz?

Şia’nın doğduğu ve farklılaştığı zemin Hz. Ali’nin (r.a.) hilafet hakkının yendiği iddiasına dayanıyor. Aslında önceleri Haşimoğullarının siyasi iddiası olan bu konu daha sonra Ali-Fatıma evladının siyasi mağduriyeti üzerine dini bir boyut kazanmıştır.

Şia üst kimliği altında zikredilen mezhepler arasında farklılıklar olmakla birlikte ana gruplardan biri olan İsna Aşeriyye Hz. Ali’den önceki halifelerin onun hakkını yediğini savunur. Hilafet onun hakkıyken gasp edilmiştir. Bunun için önce Hz. Ali’nin hilafet hakkının temellendirilmesi gerekir ki geçmişte yaşanmış olaylardan deliller oluşturulmuştur. Bu amaçla ayetlere anlam giydirilerek ya da bazı rivayetlerin bağlamından koparılarak istihdamı bu araçsallaştırmalardan bazılarıdır. Mesela Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında meydana gelen bir konuşma imametle ilişkilendirilerek bu konuda delil olarak kullanılabilmiştir. Mesela menzile hadisi diye meşhur olan bir rivayet var.

Tebük Gazvesi sürecinde Hz. Peygamber’in (sas) Hz. Ali’yi Mekke’de bırakması üzerine Hz. Ali’nin kulağına gelen, Allah Elçisi’nin kendisini sevmediği yönündeki bazı söylentiler üzerine Allah Elçisi’ne yetişerek kendisini sevmediği için beraberinde götürmediği söylentilerini iletmesi üzerine Hz. Peygamber’in onun gönlünü almak ve söylentilerin asılsız olduğunu ifade etmek üzere aralarındaki ilişkiyi Hz. Musa’nın Tur’a çıkarken Hz. Harun’u geride bırakmasına benzetmesinden siyasi bir anlam devşirilmesi bunlardandır. Oysa konunun yönetimle ilgisi yok.

Tarihi gelişmeler aslında Şii tezini desteklemiyor, ancak onların kaynaklarında yer alan çok sayıdaki anlatı, o kültürle büyüyen bir kişinin kendisine rivayetler üzerinden aktarılanların mutlak doğru olduğunu savunmalarına sebep olabiliyor. Şiiler Hz. Peygamber’den sonra en faziletli kişi olarak Hz. Ali’yi görüyorlar ve bunu temellendirmek için ilgili ilgisiz her veriyi kullanmaya ya da veri inşa etmeye çalışıyorlar. Bunu bazen Hz. Peygamber’e söyletme yoluna başvuruyorlar, bazen de olayları görüşlerine uygun bir anlatımla delil olarak kullanıyorlar.

Diğer taraftan Ashab döneminde meydana gelen ihtilaflarda Hz. Ali ve taraftarlarını haklı, ona karşı çıkanları haksız ve dini açıdan da sorumlu olarak değerlendiren bir yaklaşım savunulur. Hz. Ali’ye karşı çıkanlar isyankârdır. Cemel’de bulunan sahabiler haksız ve meşru halifeye karşı çıktıkları için günahkâr olarak değerlendirilir. Aynı durum Sıffin’de ona karşı çıkanlarla ilgili olarak gündeme getirilir. Bu görüşlerin temellendirilmesi için bazı rivayetlerin üretilmesi de kaçınılmazdır. Hav’eb suyunun başında köpeklerin Hz. Aişe’ye kavlamalarının sağlatılması, Zübeyr’in ve Talha’nın uyarılması gibi… Bu rivayetler, aynı zamanda Ehl-i Sünnet’in adı geçen sahabileri mazur görmesi ve onların suçsuz olduklarını savunması için de işlev görmektedir.

Ehl-i Sünnet, Şia’nın tezini çürütmek üzere tarihle ilgili yeni bir kurguya ihtiyaç duyuyor. Hz. Peygamber’in Hz. Ebu Bekir’i (r.a.) yerine bırakmayı amaçladığını savunuyor. Ehl-i Sünnet, Ashab arasında Hz. Ebu Bekir’in rolüne ve faziletine dair bir inşaya gidiyor. Hatta onun hilafetini vahiyle ilişkilendiren görüşler dahi ileri sürülüyor. Ashab döneminde meydana gelen iç savaşa bulaşan sahabilerin ileri gelen şahsiyetlerinin suçsuz ilan edilmesi için özel çaba harcanması Ehl-i Sünnet’in diğer bir yaklaşımıdır. Oraya katılan sahabilerin suçsuzluğunu ispat sadedinde pişmanlık duydukları ya da yanıltılarak olaylara katıldıkları şeklinde bir savunma geliştirilmiştir.

Muaviye’yi cennetlik gösteren rivayetlerin yanında onu cehennemlik gösteren rivayetlerin mevcudiyeti mezhebi görüş farklılığının yansımasıdır. Ehl-i Sünnet içinde Muaviye’ye karşı farklı yaklaşımlar varsa da onun eleştiriden uzak tutulması yönünde çaba harcanması dikkat çeken bir tercihtir. Oysa tarihi gelişmelerin doğru ya da yanlış zaviyesinden değerlendirilmesi, kahramanların haklı ya da haksız görülmesi tarihin işi değildir. Tarihçi, olguları doğru ve isabetli bir şekilde tasvir etmeyi ve yorumlamayı hedefler. Aradan geçen onlarca asır sonra tarafgir davranmayı reddeder ve tarihte yaşamış tarafgir kişilerin ürettikleri bilginin isabetli olup olmadığını kritik ederek, yol kazasına uğramadan hedefine ulaşmaya çalışır.

Jose Ortega y Gasset “İnsanın doğası yoktur tarihi vardır” diyor. Bu bağlamda Selefiliğin tarihe bakışındaki problem nedir?

Elbette insanın değerleri, inancı ve görüşlerinin şekillenmesinde yaşadığı coğrafyanın ve zamanın büyük önemi vardır. Bu sebeple insanı inşa eden en önemli kaynaklardan biri tarihtir. Modern zamanlara ait olan selefi eğilim tarihte yaşanmış olayları, tekilliği ve tarihsel koşulları göz ardı ederek tekrar etmeyi amaçlar. Bu yaklaşım nassı literal okumaya tabi tutar ve onu olduğu gibi uygulamaya talip olur. Nassın nüzul koşullarının göz ardı edilmesi, insan doğasının ve koşulların değişmesinin reddedilmesi nas ile tarihsel gerçekliği karşı karşıya getirir.

Şia ve Haricilerden farklı olarak itikadi bir mezhep olarak ortaya çıkan Mutezile mezhebinin tarihle ilgilenmesini nasıl açıklamak gerekir?

Mutezile de diğer itikadi-siyasi mezhepler gibi ilk dönem siyasi gelişmelerinden uzak değildir. Büyük günah, insan hürriyeti, Allah’ın bilgisi, kader gibi konuların konuşulduğu dönemin siyasi ve sosyal gelişmeleriyle ilişkili olduğu muhakkaktır. Diğer taraftan Abbasiler döneminde yöneticilerle işbirliği yapan Mutezile mensuplarının, âlimleri ve bürokratları Kur’an’ın mahlûk olduğu konusunda imtihana tabi tutması da Allah’ın bilgisinin ezeliliği, dolayısıyla irade hürriyetiyle ilgili bir sorundur. Her mezhep gibi Mutezile’nin de meşruiyet anlayışını tarihle temellendirmesiyle karşılaşırız. Çünkü meşruiyet ve en eski kaynağı referans gösterme bütün mezheplerin öncelikli amacıdır.

Sizin kaleme aldığınız makaleden hareketle İbadiler tarihe nasıl bakıyor, soralım hocam?

İbadilerin tarihe bakışları Muhakkime-i Ula yani İlk Tahkimciler diye isimlendirilen Hz. Ali’nin tahkimi kabulüne karşı çıkan Haricilere benzer. İbadiler her ne kadar kendilerinin Haricilerle ilişkilendirilmelerini kabul etmeyerek Haricilik adını kendilerinden ayrılan Nafi b. el-Ezrak ve adamları için kullansalar da görüşleri ilk dönem Haricileriyle paraleldir. Nitekim Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yılıyla ilgili ciddi eleştirilerde bulundukları gibi Hz. Ali’nin tahkimi kabulünü, ondan ayrılmayı haklı kılan bir sebep olarak zikretmektedirler. İbadiler de Hz. Ali’nin tahkimden sonraki dönemini eleştirirler. Aynı şekilde Hz. Ali’ye Cemel’de ve Sıffin’de karşı çıkanları meşru halifeye karşı çıktıkları için eleştirirler ve tarihi bu zaviyeden anlatırlar. Onların kitaplarında Hz. Osman’ın öldürülmesi doğru bir eylem olarak savunulur, hatta Ensar’ın bu konuda inisiyatif üstlendiğini ve Ashab’ın ileri gelenlerinden birçok kişinin bunu desteklediğini iddia ederler. Yine burada gelişmelerin bazı yönlerine vurgu yapılması vr rivayetlere anlam giydirilmesi gibi yöntemlerle karşılaşıyoruz. Öte yandan İbadilerin Emeviler dönemiyle ilgili olarak anlattıkları da yine görüşlerini temellendirecek nitelikte ve oldukça olumsuzdur.

Hocam bu anlattıklarınızdan hareketle mevzu hadisleri de tarihi yeniden kurgulama çabası olarak görebilir miyiz?

Mevzu hadislerin farklı gerekçelerle ortaya çıktığı muhakkaktır. Bir çıkar elde etme, bir görüşü destekleme, bir tehlikeden korunma, birisini, bir grubu ya da bir bölge veya şehri yüceltme bunlardandır. Bunların dışında başka sebepler de mevcuttur. Uydurma hadisler tarihin bir parçasıdır ve ortaya çıktıkları dönemle ilgili o dönemin anlaşılmasına katkı sağlayabilecek verilerdir. Özellikle fiten literatürü çerçevesinde ortaya çıkan mevzu haberler tarihin kurgulanması açısından dikkat çekicidir. Bu haberlerin geçmişi kendi zaviyelerinden anlatmak isteyenler tarafından kullanılması karşılaştığımız örneklerdir. Günümüzde birileri, Abbasilerin ortaya çıkışıyla ilgili üretilen bir rivayeti Abbasilerin rengi olan siyah renge atıf yapıldığı için günümüzde DAİŞ’le ilişkilendirdiklerini gördüğümüzde bu tür haberlerin asırlar sonra bile ne kadar işlevsel olduğunu anlıyoruz.

Batini hareketlerin tarih yorumu hakkında bilgi verebilir misiniz?

Batınilik, geçmişi okuma açısından insana en geniş alanı açan anlayıştır, dersek yanlış olmaz. Batıni anlayış ister mezhep olarak ortaya çıksın, isterse nassın yorumlanması ya da olguların açıklanması için bir yöntem olarak kullanılsın insanın görüşlerini merkeze alma imkânı veren bir özelliğe vardır. Bir bakıma nassın ne dediği ya da olgunun ne olduğu değil, kişinin ne anladığı öne çıkmaktadır. Kanaatimce bu yönüyle sadece İsmaililer gibi batıni gruplar tarafından değil, birçok mezhep ve akım tarafından kullanılan bir yaklaşımdır. Tarih yorumunda zahiren görünen yerine yeni bir kurgu ile tarihin yeniden yazılması kaçınılmazdır. Görünenin değil görünmeyenin tarihin öznesi olarak öne çıkarılması görünmeyenin ne olduğu konusunda insana farklı bir konum vermektedir. Bir batıni pekâlâ Allah’ı yeryüzüne indirebilir, onu bir insan suretinde görebilir. Elbette bu anlayış tarihi yeniden yazma imkânı verir.

Hocam söyleşimizi şöyle bir soruyla nihayetlendirelim müsaadeniz olursa: Her tarihçinin itikadi veya fıkhi bir mezhebe tabi olacağı gerçeğinden hareketle İslam tarihini nesnel bir şekilde yazmak mümkün müdür?

Bir insanın bütün geçmişinden ve duygularından soyutlanarak yüzde yüz bir nesnelliğe sahip olması mümkün değildir. Böyle bir nesnellik insan olmaktan çıkmak anlamına gelir. Elbette her birimizin bildiği ve kabulleri var. Ancak insan olarak bunları bir dereceye kadar kritik etme imkânına sahibiz. Yine de her şeye rağmen görüşlerimiz ve bakışımız bizim evrenimize ve nazarımızın, aklımızın ulaşabildiği yere kadardır. Bunda yüzde yüz bir objektiflikten söz edilemez. Diğer taraftan bugün de yargılarımızla yaşamıyor muyuz? Yargılarımız, kanaatlerimiz yüzde yüz bilgiye vukufiyetle mi elde ediliyor, yoksa bildiğimiz kırıntılar üzerinden mi yargıda bulunuyoruz. Tanıştığımız bir kişiyle birkaç dakikalık görüşmeyle onun hakkında yargıda bulunabiliyoruz. Bu da büyük ölçüde öznel bir yargıdır. İnsan zanda bulunan bir varlıktır. Tarihçi, bunu imkânlar ölçüsünde aşmaya çalışan biridir.

İnsan hakikati arayış yolculuğunda hakikati ve doğruyu önceleyen bir bakış açısını savunmalı, bunun arayışı içinde olmalıdır. Sırf kendi görüşüne uymadığı için tarihi veriyi tahrif etmez, en çok hakikati sevdiğini gösterir. İslam tarihinin nesnel olarak ele alınışından kastedilen tarihçinin bunu hedeflemesi ve gözetmesidir. Bir bakıma hakikatin hatırını âli tutmasıdır. Buna dikkat edildiğinde tarihin nesnel olarak yazılabileceğini düşünüyorum.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER