Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Kutsallık ve Sekülerlik Zıt Kavramlar Değiller mi?

Kadir Canatan Yazdı;

Kutsallık ve Sekülerlik Zıt Kavramlar Değiller mi?

Her 10 Kasım’da aklıma gelen, ancak bugüne kadar yazma fırsatı bulamadığım bir meseleyi bu kez yazmak istedim. Mesele, genel ve özel anlamda kutsallık ile sekülerlik ilişkisi. Katılıp katılmadığımız bir tarafa klasik sosyologlardan Fransız Emile Durkheim ilksel din olgularını incelediği meşhur “Dini Hayatın İlkel Biçimleri” kitabında dini bir sistemin iki öğeden meydana geldiğini ileri sürüyor. Her din mutlaka “kutsal” ile “kutsal olmayan” arasında bir ayrım yapar. Bu husus Fuat Aydın çevirisinde şöyle ifade edilmektedir: “Bir din, kutsalla, yani diğerlerinden ayrılmış ve yasaklanmış şeyle ilgili inançlar ve amellerden oluşan tutarlı bir sistemdir. Bu inançlar ve ameller, kendilerine inanan bütün insanları kilise/cemaat diye isimlendirilen tek manevi bir toplum halinde bir araya getirir.”

Dini sistemi tanımlayan ikinci öğe ise, ritüellerdir. Ritüeller toplumsal dayanışmayı sağlayan ve dini cemaatin üyelerini bir araya getiren pratiklerdir. Bu pratikler olmadan, salt inançlarla bir cemaatin oluşması ve kendi varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Bu din tanımını aklımızda tutarak, şimdi sekülerlikle ilişkisi hakkında bir yorum yapalım. Modernleşme ve modernleşmenin özü olarak görülen sekülerlik, yani dinin birey ve toplum üzerindeki etkilerinin azalması Avrupa yenileşmesinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu boyutu dikkate alan Alman sosyolog Max Weber, modernleşmeyi “büyüden arınma” süreci olarak tanımlıyor ve modernleşen toplumlarda dinin yerine rasyonelliğin geçtiğini iddia ediyor. Ona göre rasyonelleşme modern bürokrasiyle ete kemiğe bürünmüştür. Kim modernleşme ve rasyonelleşmenin ne olduğunu anlamak istiyorsa, modern bürokratik mekanizmaya bakmalıdır.

Bu yorumu esas alırsak, kutsallıktan arınmayı ifade eden sekülerlik ile kutsallık arasında kesin bir zıtlık bulunmaktadır. Bununla birlikte bu yorum, çağdaş dünyada seküler rejim ve toplumlarda gözlemlediğimiz bazı fenomenleri açıklayamaz. Tam da bu noktada sözü, her yıl 10 Kasım’da saat 9’u 10 geçe yapageldiğimiz ritüele getirmek istiyorum. Resmi ideolojinin ürettiği bu ritüel sadece pratik amaçlarla yapılan bir anma töreni olarak geçiştirilemez. Kollektif olarak icra edilen yönüyle bu ritüele insanların yüklediği anlamlarla tam bir kutsallık izlenimi verilmektedir. Bu sene pek farkında olmadan 10 Kasım günü saat 9.10 sularında bir AVM’ye kahvaltıya giderken, birilerinin beni uyardığını farkettim. Telefonla uğraştığım için önce neler olup bittiğinin farkına varamadım. Ama olaya odaklandığımda bir siren sesi eşliğinde gelişi güzel her yerde insanların tekmil saygı halinde olduğunu gördüm. Bu kutsal ana katılmadığım duygusuna kapılan bir yaşlı eliyle beni uyarıyor ve saygı duruşuna geçmemi istiyordu.

Resmi ideolojinin yarattığı tek ritüel bu değildir elbette. Atatürk’ü koruma kanunu, ona bir nevi dokunulmazlık getirmiştir. Atatürk’e yapılan her eleştiri “Kamalist” cemaatte derin bir infial yaratmaktadır. Bu, kutsal ve ritüel diye nitelediğimiz olgulara saygısızlık yapanlara verilen tipik tepkilere benzemektedir.  Üstelik kutsallık ve dokunulmazlık anayasaya da sızmıştır. Şu ilk dört ilkenin değiştirilmesi teklif dahi edilemez:

  • Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
  • Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
  • Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.
  • Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.   

Evet, kutsalları ve dokunulmazları olan bir sistemle karşı karşıyayız ve üstelik bu sistemi sahiplenenler laiklikten dem vuruyorlar ve seküler bir toplum yaratmak istiyorlar. Kendileri kutsaldan arınmamış olan bu insanlar, başkalarının kutsallarını eleştiriyorlar ve bazen de pervasızca saygısızlık etmekten kaçınmıyorlar.

Peki, bu gözlemlediğimiz olguları ve zihniyeti, Batılı sosyolojinin geliştirdiği kavram ve teorilerle izah etmek mümkün müdür?

Bence mümkün değil. Çünkü bu olgular ve zihniyet, ne modernlik ne de sekülerlik kavramlarıyla bağdaşmaktadır. Bu mesele üzerinde iyice düşündüğümüzde ortada daha vahim bir durum var, o da kutsallıktan arınma ve uzaklaşma bir yana, bizzahihi “kutsal olmayan” (profan) kategorisinde yer alan olguların “kutsallaştırılması”yla yüz yüzeyiz. Başka bir deyişle yeni bir dinin inşa edilme sürecini tecrübe ediyoruz. Bu inşa süreci, yaklaşık bir yüzyıla yayıldığı ve olayın an be an içinde olduğumuz için içselleştirdiğimiz bir şey ve bundan dolayı da olayın vahametini kavramaktan uzak düşüyoruz. Olup biteni anlamak ve anlatmak için olayı dışardan bir gözleme tabi tutmak zorundayız. Kültürel antropologların ifadesiyle “etik” bir yaklaşımı denemeliyiz. Emik yaklaşım, araştırmanın konusu olan gruba dâhil olarak o grubu anlamaya çalışırken, etik yaklaşım grubu tamamen dışardan gözlemleyerek, grubun davranış normlarını anlamaya çalışır. “İçerden” isek, etik yaklaşıma; “dışardan” isek emik yaklaşıma ihtiyacımız vardır.

Modernlik ve sekülerlik kendi kutsallarını ve ritüellerini yaratıyorsa, bu olguyu nasıl tanımlamalıyız?

Yeni ve seküler bir dinden bahsedebiliriz, ki bazı sosyologlar bunu “sivil din” veya “ikame din” olarak adlandırıyorlar. “Sivil din”, çünkü toplumun ilahi bir kaynaktan bağımsız olarak yarattığı toplumsal bir olaydır. “İkame din”, çünkü daha önce reddedilen bir dinin yerine yeni bir din ikame edilmektedir. İkame din yanlıları, “Doğa boşluk kabul etmez” diyorlar! Eğer bir kimse bir dinden ayrılmışsa mutlaka bunun yerine başka bir dini koyar!

Modern ve seküler ideolojilerin ürettiği sivil ya da ikame din, aslında yeni bir şey sayılmaz. Tarihin muhteşem derinliğinde “paganizm” olarak bilinen dinlerle aynı akrabalık grubuna dâhildir. İnsan ve toplumun dikkatini gökyüzünden yeryüzüne, yani dünyevi bir nesneye çevirdiği için metalara tapınmayı esas almaktadır. Bazen bir kahraman, bazen bir hükümdar, bazen de daha soyut bir nesne olarak “devlet” tapınmanın objesi olmaktadır.

Tarihte “Büyük Tufan” kopmazdan önce, Kur’an’a göre Nuh toplumu da kutsallık kisvesine bürünmüş birçok ilah üretmişti. Kur’an bunların isimlerini tek tek vermektedir: “Şöyle dediler: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Hele hele Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Ye’ûk’u ve Nesr’i hiç bırakmayın.” (Nuh Suresi, 71:23) Müfessirlerin verdikleri bilgilere göre bu isimler, daha önce toplumda yararlılık göstermiş büyük insanların isimleridir. Toplum, daha sonraki süreçlerde onları kutsallaştırmış ve onların anılarını yaşatmak için heykellerini dikmişlerdir. Hz. Nuh kendi toplumunu uyarmak için görevlendirildiğinde, bu heykellere saygı duyan ve onları ilah edinmiş olan toplumun elitleriyle karşı karşıya gelmiştir.

Paganizm, özünde bir yabancılaşma sorunudur. Felsefi anlamıyla yabancılaşma, insanın kendi ürettiği sembol, ideoloji, ürün ve nesnelerin onu esir etmesidir, bir nevi insanın kendi ürettiklerinin kölesi haline gelmesidir. İslam ve öncesinde gelen tek Tanrılı dinler Allah dışında tüm ilahları reddederek yabancılaşma sorununa ölümcül bir darbe vurmuşlardır. Bu anlamda hakiki din, insan ve toplum için bir özgürleşme ve kurtuluş mesajı içerir. Bu mesajdan yoksun tüm dinler ve ideolojiler yabancılaşma sorununu çözmek bir yana, bizatihi yabancılaşmayı beraberinde getirirler. Çözüm yeniden şu ilahi mesajın farkına varmakla başlayacaktır: “Allah’tan başka hiçbir ilah/tanrı/kutsal yoktur!” (La-ilahe illallah)

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz