Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Kur'an Dersleri/Dirâsâtü'l Kur'ân Tefsiri'nden Nasr Sûresini veriyoruz Okumanısı... / Hazırlıyan; Ali Bulaç

“İza câe” şart ifade ettiği için, yardım ve fethin bir vakti olduğunu ima eder. Sen istedin diye fetih olmaz. Bunu takdir ve tayin eden üst bir irade var. Dikkat çekici nokta, tam da bununla ilgili olarak “nasr”ın “fetih”ten önce gelmiş olmasıdır.

Kur

110- NASR SÛRESİ

 

Medine'de indirilen bu sûre 3 âyettir. Tevbe (9) sûresinden sonra, yekpare indirilen en son sûre kabul edilir. Sûre ismini ilk ayette geçen ve “yardım, zafer” anlamlarına gelen “nasr” kelimesinden almaktadır.

         Sûrenin Veda Haccı sırasında, “Teşrîk günleri”nde,  Mina’da veya Huneyn savaşı dönüşünde veya Hayber dönüşünde indiğine ilişkin üç rivayet vardır. Bir rivayete göre sûrenin inişinde Hz. Abbas ağlamış, Efendimiz (s.a.) niçin ağladığın sorunca “Bu sûre senin (yakında) öleceğini haber veriyor” demiş. Bunun üzerine Efendimiz “Durum senin dediğin gibidir” buyurmuştur. Başka bir rivayete göre, Efendimiz’in yakında vefat edeceğini söyleyen İbn. Abbas’tır ki, daha sonraları Hz. Ömer, onu “Divan” adı verilen “danışma meclisi”ne almıştır. (Buhari ve Tirmizi, Tefsir, 110.)

       Bir rivayete göre de Nasr sûresinin inişinden 80 gün sonra Efendimiz (s.a.) bu dünyadan irtihal etmiştir. Katade’ye göre Efendimiz’in irtihali bu sûreden sonra iki, Mukatil’e göre ise bir sene sonra vuku bulmuştur. Bu yüzden sûreye ‘tevdi’ (vedalaşma) sûresi’ de denir. Kurtubi, İbn. Ömer’den şu bilgiye tefsirinde yer verir: Hz. Peygamber (s.a.) Maide, 3. ayetin inişinden sonra 80 gün; “kelale” adıyla bilinen Nisa sûresinin 176. ayetin inişinden sonra 50 gün; Tevbe, 128. ayetin inişinden sonra 35 gün; en son “Allah’a döneceğiniz günden korkup sakının. Herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır” (Bakara, 281) ayetinin inişinden sonra 11 gün –Mukatil’e göre 7 gün- yaşamıştır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân Rahîm olan Allah'ın adıyla

إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ {1} وَرَأَيْتَ النَّاسَ

يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجاً {2}

1. Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman,

2. Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,

Nasr” na-sa-ra’dan yardım, destek demektir. Nusret, nasara, ensar kelimeleri bu kökten gelirler. Kupkuru toprağın bitki yeşertmesine yardım etmesi dolayısıyla yağmur için bu tabir kullanılır. Havariler için “Allah’ın yardımcıları” manasında “Ensarullah” denir ki, havariler Hz. İsa’ya destek vermekle Allah’ın dinine ve davasına yardım etmiş oldular (61/Saff, 14). Mekke’den Medine’ye hicret edenlere yardım ettikleri için de Medinelilere “ensar” dendi. “Feth” de kapalı olan şeyi açmak anlamına gelir. Anlamlarından biri nehir veya suyun toprağı yarıp sulamasıdır. Ama genel olarak savaş ülkesini elde etmek, zapt etmek için kullanılır. Fethin mutlaka savaş yoluyla gerçekleşmesi gerekmez, savaşmadan da bir ülke Müslümanların eline geçiyorsa, fethedilmiş sayılır.

Tefsirciler, buradaki fethin “Mekke’nin fethi” olduğunu söylemişlerdir. Mekke, sadece hemşehrileri Hz. Peygamber’e karşı direnen Kureyşlilerin elinden değil, putperestlikte sembolize edilen şirk ve paganizmin tahakküm, zulüm ve tasallutundan da kurtarılmıştır. Esasında bu Allah’ın va’di idi. Hz. Peygamber ve arkadaşlarını yurtlarını terketmeye yol açan sebep Kur’an vahyi idi. Kasas sûresinde (28/85), “Şüphesiz sana Kur’an’ı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir” buyruluyordu.  Benzer vaad ve müjdeler, Fetih (48/1) ve Saff (61/13) sûrelerinde de verilmişti. İşte Mekke’nin fethi bu va’din yerine gelmesi oldu.

“İza câe” şart ifade ettiği için, yardım ve fethin bir vakti olduğunu ima eder. Sen istedin diye fetih olmaz. Bunu takdir ve tayin eden üst bir irade var. Dikkat çekici nokta, tam da bununla ilgili olarak “nasr”ın “fetih”ten önce gelmiş olmasıdır. Yani yardım ve destek olmadan fetih olmaz. Yardım ve desteği iki anlamda ele almak mümkün: Manevi olarak ilahi yardım ki, bunun için Yüce Allah’ın muradına ve hoşnutluğuna göre yüksek ahlaki donanıma sahip olmak; diğeri maddi donanım ki, bu da ilahi sünnetin gereklerini yerine getirmektir. İyi eğitilmiş asker, maddi donanım, isabetli strateji, lojistik destek, istihbarat, hareket kabiliyeti vs. tedbir ve hazırlıklar buna dahildir.

Fethi mümkün kılan meşru sebep, ahlaki amaç ve niyettir, bu nasrı, nusreti celbeder. İ’lay-ı kelimetullahta ifadesini bulan tevhid, adalet, özgürlük ve ahlaki hayatın tahakkuku eğer savaşın gerekçesi ise Yüce Allah bu işe kalkışanlara nusret verir, fetih de müyesser olur. Yani fethin sebebi nasr’dır. Şu halde en başta bilinmesi gereken şu ki, “yardım ve zafer, karşı konulamaz olan ve her şeyi yerli yerince yapan Allah’tandır.” (3/Al-i İmran, 126.)

Eğer fetih, nasr ve nusretin manevi ve ahlaki hedeflerine ulaşmak üzere yapılmışsa, bir süre sonra kalplerin fethine döner. Çünkü çeşitli baskılar ve yoksunluklar altında yaşayanlar İslam’ın düzeniyle felah ve refaha kavuşur, bunun kendilerine Yüce Allah’ın Müslümanlar eliyle gelen bir ihsan olduğunu düşünür ve fevc fevc (topluluklar-kitleler halinde) İslam’a girmeye başlar. Her fetih veya gazveden sonra Efendimiz şu duayı okurdu: “Allah’tan başka ilah yoktur. O kuluna yardım etmiş ve müşrik toplulukları yalnız başına hezimete uğratmıştır.” (Buhari, Megazi, 30; Müslim, Hac, 147.)

Ka’be dolayısıyla Mekke’nin fethi “fetihlerin fethi”dir, bundan daha büyük, daha değerli ve daha anlamlı fetih yoktur, bütün dünya fethedilse, Ka’be’nin putlardan ve Mekke’nin müşriklerden kurtarılmasına eşdeğer olamaz. Zira İslam’ın manevi başkentinin kapalı ve tıkalı olması, Müslümanların kıblelerinin ve yönlerinin tevhide, adalete ve özgürlüğe kapalı ve tıkalı olması demektir. Ka’be Müslümanların varlık alemindeki merkezi noktası, “Mekke şehirlerin anasıdır” (6/En’am, 92). Şu halde Mekke fethinden sonraki fetihler, -eğer meşru ve adil bir sebeple yapılıyorsa- Mekke fethinin türevleri hükmündedir, her birinin nasr ve nusretle mücehhez olmaları gerekir. Bundan üç fetih anlamı çıkarmak mümkün:

a) Mekke’nin fethi,

b) Mekke referanslı diğer fetihlerin başlaması,

c) Allah’ın nusreti celbedildiğinde fethedilmeyecek yer yoktur, İslam’la engeller ortadan kaldırılmış olur.

Hakikaten Mekke’nin fethini takip eden kısa zamanda İslam dalga dalga yayıldı, Efendimiz aleyhissalât vesselâmın veda haccını yaptığı 10. yılda Arap yarımadasının tamamına hakim oldu. Hicretin 9. yılında kabileler heyetler halinde Medine’ye gelip ya Müslüman oldular veya cizye vermeyi kabul etmek suretiyle İslam hakimiyeti altına girdiler. Bu olaylar dolayısıyla hicretin 9. yılına “heyetler yılı (Senetü’l Vüfud)” dendi. Bu arada sadece Huneyn savaşı ve Taif kuşatması vuku buldu, diğer bölgelerin tamamı kendi rızalarıyla İslam’ın siyasi birliğine katıldılar. Bu muazzam bir başarı, hayranlık verici bir fetihti. Bunun sırrı Hz. Peygamber ve ashabı çetin bir sınavdan başarıyla geçmiş olmalarıydı. Bu sayede Allah’ın yardımına, nusretine mazhar olmuşlardı. Bu sınavı vermeden fetih onlara nasip olmadı.

"Allah’ın dini"nde iki nükte önemlidir: Biri din sadece Allah’ındır. O’nun seçtiği din makbuldur (5/Maide, 3). İslam, beşer tarafından geliştirilmiş değildir, Allah’ın vahyidir. Diğeri eğer insanlar bölük bölük, dalga dalga İslam’a giriyorlarsa, şahısların hakimiyeti altına değil, Allah’ın dinine giriyorlardır. Onların hak ve hukukları, güvenlik ve özgürlükleri, refah ve gelişme potansiyelleri şahısların, yöneticilerin yetkisinde değil, “Allah’ın dini”nin tanıdığı hükümlerin hayata geçirilmesi sonucudur. Teşbihte hata olmasın, nasıl ulus devletlerde “yurttaşlar arasında eşitlik” ilkesinden dolayı her yurttaşın temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu iddia ediliyorsa, bunun gibi Allah’ın dini içinde yer alanlar da temel hak ve özgürlüklere sahiptirler. Allah’ın dini adını verdiğimiz sosyal ve politik düzende şahıslar Müslüman ise diğer Müslümanlarla “kardeş”tirler; gayrımüslim ise “yaratılışta eş”tirler. Her iki grubun temel hak ve özgürlükleri İslam dininin teminatı ve koruması altındadır.

"Fevc fevc (çoğulu efvacen)" zaman içinde, peyderpey, dalga dalga veya topluluklar, kitleler halinde demektir. Demek oluyor ki insanlar İslam’ın adaletine, yüksek ahlaki değerlerine ve Müslümanların bu değerlere olan samimi sadakat ve temsiliyetlerine şahid oldukça, ıstıraplarından ancak İslam ve Müslümanlar eliyle kurtulacaklarını anlayıp İslam hakimiyetine gireceklerdir. Ve bu şartlar tamam oldukça kıyamete kadar sürecektir. “Yedhulune” girerler fiilinin muzari yani şimdiki ve geniş zaman olarak gelmiş olması buna işaret etmektedir. “Ve areyte’nnase”, insanları göreceksin, görürsün; yani sen insanların hangi sebep ve maksatla İslam’a girdiklerini görecek, gözlemleyeceksin. Sen işini doğru dürüst yap, adaletli ve ahlaklı toplum düzeni tesis et insanların kitleler halinde İslam’ın koruyucu kubbesi altında toplanacakları görürsün; somut olarak görür ve anlarsın. Allah’ın dinine girecek olan “insanlar (ennas)”tır, yani sadece Müslümanlar değildir. Belki bazıları İslam’ın mü’mini olmayacak, ama adil İslam düzeninin ve siyasi birliğinin üyesi olmayı kabulenecektir. Bunun trajik örneği, bugün Müslümanların dinlerini resmen değiştirmeden Batı veya Avrupa Birliği hukuk ve müktesabatını kendi ülkelerindeki zorba yönetimlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı savunur hale gelmeleridir.

Salt siyasi ve askeri hakimiyet kurmayı, başka toplulukları zorla dinlerinden vazgeçirmeyi veya ganimet elde etmeyi, maddi ve tabii kaynaklarını sömürmeyi hedef alan savaşlar ve fetihler meşru olmadığı gibi Allah’ın yardımına ve muradına mazhar olamazlar. Belki fetihlerin talan ve sömürüye alet edilmesi, kibir, istibdat ve gösterişe meyledilmesi insanların bu sefer ters istikamette Allah’ın dininden çıkmalarına yol açabilir.

İlk iki ayetin son ayetle bağlantısı gözden kaçmaması gereken önemli bir husustur. Şöyle ki: Fethin sebebi ve şartı Allah’ın yardımı yani nusrettir. Pekiyi devamı ve bekası neye bağlıdır? 3. ayetin işaret ettiği Allah’ı tesbih ve O’ndan bağışlanma dilemenin sürekliliğidir.

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ

وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً {3}

3. Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.

Bazı tefsirciler, 3. ayette zikri geçen "hamd ile tesbih"ten kelami tenzih manasını çıkarmışlardır. Her durumda mü’minler Yüce Allah’ı her türlü noksan ve eksik sıfatlardan tenzih etmelidirler (bkz. 2/Bakara, 30). "Tenzih Allah’ı her türlü su’dan (sayılan noksanlıklardan, zaaf ve kötülüklerden, şüphe ve şaibelerden) tenzih etmektir. (İbn Mace, İkamet, 179; Müsned, V, 384.) Fakat, bağlamı içinde ele alındığında asıl maksadın, büyük-küçük galibiyetler, başarılar kazanan Müslümanların zafer sarhoşluğuna, güç zehirlenmesine kapılmamaları için yapılan uyarıdır.

 Bazıları da, Hz. Peygamber’e, "Sen dünyaya ilişkin görevini yerine getirdin, bundan sonra sadece Rabbini hamd ile tesbih etmekle meşgul ol" mesajı verildiğini düşünmüşlerdir. Bunun manası yönetim ve siyaset işi  "din adamları"nın değil, siyaseti meslek seçen kimselerindir. Özünde "din ile dünya arasında ayırım"ı esas alan bu açıklama pek ikna edici gözükümyor. Böyle olsaydı, Nasr sûresinin inişinden sonra da Efenidimiz (s.a.) Huneyn savaşı ve Taif kuşatmasıyla doğrudan ilgilenmezdi. Kaldı ki Peygamberimiz, Rabbini hamd ile tesbih etmekten gafil değildi, bazen geceleri ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kişi hangi dünyevi işi yapıyor olursa olsun, hamd ile tesbihten geri kalmaz. Savaş sırasında bile namazın ihmal edilmemesi bunun göstergesidir.

"Tevbeleri çokça kabul eden" vasfıyla Yüce Allah’n Hz. Peygambere hamd ile tesbih etmeye emretmesi onun günakar olduğunu mu ima eder? Haşa, hayır! O ismet sıfatına sahip bir elçidir, zelle kabilinden yanılmaları, yanlış ve hataları olsa bile hem bunlar anında düzeltilmiş, hem o her an tevbe ve istiğfarda bulunmuştur. Hz. Peygamber, kendisi ve mü’minler için hep bağışlanma dilemiştir (bkz. 47/Muhammed, 19). Önce kul, sonra elçi olan Hz. Peygamber’in sürekli bağışlanma dilemesinden daha tabii ne olabilir!

Rabbini hamd ile tesbih eden varlıktaki her şeyin ve nesnenin Allah’ın ilmi dahilinde, iradesi ve kudretiyle varolduğunu bilir, Güneş, ay, gece, gündüz ve her şey, O’nun vaz’ettiği yasalar dahilinde O’nu tesbih eder (21/Enbiya, 33). Dünyada başarı kazanan Müslüman da bilmeli ki, her ne başarı kazanmışsa bu Allah’ın nusreti sayesindedir (3/126). Kibre kapılıp da başarıyı kendinden bilme hatasına düşmemeli. Zafer ve iktidar sarhoşluğu kişiye Allah’ı unuttturur. Her şeyi kendinden bilir, kibre kaplılır, güç ve iktidar gösterilerine başlar. Erişilmez karizmaya bürünmesi, kulaklarını hak söze tıkaması, mazlum ve mağdurların feryadını duymaması, görkemli saraylarda yaşayıp debdebe ve israfa dalması, aşırı kuralların işler olduğu protkol ve törenler düzenlemesi, kendi adına göz kamaştırıcı yapılar, anıtlar inşa etmesi onun güç zehirlenmesine uğradığının göstergesidir. "Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (15/Hicr, 98-99.)

Bu durum şahıslar için olduğu kadar topluluklar ve toplumlar için de geçerlidir. İslam dünyasında çokça görülmüştür: Bir dönem yoksul, ezilmiş ve mağdurken, iktidara gelip güç ve imkan elde edenler, bir bakmışsınız dinin en asli değerlerini unutmuş, dünyevi güç ve servetin manyetik alanına girmişlerdir. İkitdar olur olmaz hemen yatlar, katlar, pahalı arabalar edinmeye başlar, semtlerini değiştirir, kibir ve gösterişin aldatıcı dünyasında kendilerini kaybederler. Mağdur iken mağrur, mazlum iken zalim olurlar. İşte Yüce Allah, bir yandan elçisini bu yönde uyarırken, öte yandan ve asıl ona mesaj üzerinden kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanları bu konuda uyarmaktadır. Zafer ve fetihten sonra Allah’ı unutanlar, İslam'ı yaşama azmini kaybedip dünye zevklerine, iktidar hırs ve ihtirasına kendilerini kaptıranlar, bir süre sonra zaferlerini kaybeder, zelil duruma düşerler.

Eğer kul her adımda ve gelişmede Allah’ı hamd ile tesbih ederse, başarı ve zaferleri kendinden bilmez, bu yönde bir duyguya, hissi bir eğlime kapıldığı an hemen kendini kontrol edip tevbe ve istiğfarda bulunacak, Allah’tan af dileyecektir. 3. ayet Allah’ın yardımyla zafer kazanmış fatihler ve genelde galipler için bir davranış modeli sunmaktadır. (Bu olayın İsrailoğulları tarihindeki örneği için bkz. 7/A’raf, 129. ayetin açıklaması.)

Nasr Sûresinin (110) tefsiri bitmiştir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz