Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

İbn Haldun'un Mukaddime'sinde Asabiye ve Tavırlar Teorisi

Mehmet Önal'ın, Özgün İrade Dergisi 2020 Aralık (200.) Sayısında yayımlanan yazısı.. (*)

İbn Haldun

Mukaddime’deİbn Haldun canlı bir organizma gibi kabul ettiği toplumun değişim yasalarını belirlerken, daha çok, bir yönüyle siyasi, başka bir yönüyle ise sosyal bir olay olan asabiyet teorisine dayanmaktadır. Bu teori, ırkçılık ve sınırlı milliyetçiliğe dayalı cemaat ruhu arasında gidip gelen yorumlara konu olmuştur.  İbn Haldun, Ümran ilmini kurmaya yönelik çalışmalarının sonunda, toplumsal hayatın temelinde yer alan ve bütün sosyal ve siyasal değişimlerin dinamiği ve ana unsuru olarak asabiyet teorisini yani kan bağı ve birlikte yaşamanın getirdiği kaynaşmayı görür. Asabiyetin en belirgin özelliği bedeviliktir. Pekiyi nedir bu asabiye?

İbn Haldun’dan önce İslam düşüncesinde asabiye hep olumsuz bir anlam taşımaktaydı, Kur'an-ı Kerim’de, “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır[1] buyrulmakta, İslam Peygamberi Hz. Muhammed de açıkça asabiyeyi eleştirmekte ve üstünlüğün takvada, yani Allah’ın emir ve yasaklarını takip etmede titiz ve samimi davranmada, olduğunu söylemişti.

Asabiyet konusunda bu kanalla yapılan itirazlara karşı İbn Haldun kendi savunduğu fikrin Peygamberin kınadığı asabiyet olmadığını özellikle vurgular. Onun için asabiye hissi o kadar önemlidir ki, din kurumunun benimsenmesi, yaşatılması ve dindarların toplumsal anlamda başarılı olması da yine asabiyeye bağlanmıştır. Onun tabiriyle, din asabiyesiz olamaz ama asabiye dinsiz olabilir. O, devlet ve devlet başkanlığının zorunlu olmadığını düşünen bazı Müslüman âlimlere sitemle şunları söyler: “Siz şeriat hükümlerinin tatbik edilmesinin farz olduğunu kabul ediyorsunuz. Onların tatbik edilmesi ancak asabiye ve güç ile mümkün olur. Asabiye ise tabiatı gereği devlet olmayı gerektirir. Dolaysıyla bir imam tayin edilmemiş olsa da devlet ortay çıkmış(tır).”[2] Bu, İbn Haldun’un din ve tolum algısı açısından ortaya koyduğu tipik tespitlerinden biridir. Bu anlamda, asabiye onda insanları ortak amaçlar uğrunda birbirine bağlayan ve dayanışmalarını sağlayan bir kimlik ve aitlik duygusudur. Onda asabiyet kavramı, aynı zamanda, insan toplumunun temel bağı, tarihin itici gücü ve enerjisi olarak da anlaşılmaktadır.[3]

İbn Haldun’un ele aldığı asabiyeti buna rağmen bazıları, grup bilinci veya cemaat ruhu, bazıları -nispeten pozitif bir anlamda- sosyal dayanışma veya sosyal tutkunluk olarak anlarken, bazıları ise kabilecilik ve milliyetçilik gibi olumsuz bir içerikle almaktadırlar. İbn Haldun’un savunduğu asabiyet her ne kadar kan bağına bağlansa da bununla sınırlandırılmamıştır. Onun soydan gelen biçimine nesep asabiyeti (hissi asabiyet), sonradan bir topluluğa katılarak onlarla kader birliği içinde aitlik duygusu kazanan kişilerin hissettiği asabiyete ise sebep asabiyeti adı verilmektedir. O Mukaddimenin bir yerinde aynen şöyle der: “… Nesep, tabii bir bağ olsa bile yine de vehmidir. Gerçekte nesep bağından kaynaklanan bütünleşmenin anlamı: küçüklükten itibaren bir arada büyümek, birlikte yaşamak (başkalarına karşı) kendilerini savunmak gibi ölüm ve hayata ilişkin ortak bir kaderi paylaşmaktır.”[4] Bu ifade, İbn Haldun’un asabiyetten anladığının, dar anlamda, bir ırkçılık ya da kabilecilik olmadığı, kader birliği içinde geçen belli bir beraberlikten sonra aidiyet hissi yaşamak şeklinde tanımlanan asabiyet olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu aitlik duygusu en güçlü biçimiyle kan bağı ve akrabalık ilişkileriyle şekillendiği de inkâr edilemez bir gerçektir. Kemeri’ye göre Lisan’ al‘Arab’da geçen ‘asabakelimesi sağlam ve bağlanmış kelimelerinin terkibinden oluşan bir anlam içermektedir ki bu “sağlamca birbirine bağlanmış” anlamında asabiye kelimesinin içeriğine işaret eder.[5]

İbn Haldun asabiye ile kastettiği birlik ruhunun hiç şüphesiz en önemli dayanağı kan bağıdır, ancak bu mutlak ve tek dayanak değildir. İnsanların bir gruba ya da ulusa ait olma hissi de bu asabiye ile ilişkilendirilebilir. Nitekim İbn Haldun “Halifeliğin Hükümdarlığa Dönüşmesi Hakkında” adlı bölümde açık bir şekilde, “Şeriatlar, dinler ve bunlar gibi halkın (büyük kalabalıkların) yönlendirileceği her şey için mutlaka asabiyet gerekir”[6] demektedir. Demek ki onun çok önem atfettiği bu asabiyet dar anlamda ırkçılık ve kabilecilik olmadığı gibi atalarla övünme de değildir. Nitekim o, Müslümanların Basra, Kufe, Şam ve Mısır’ı fethetmelerinden bahsederken konuyu Hz. Osman’ın şehit edilmesine getirmiş ve onların sahip olduğu asabiyeti kınamıştı: “Buralara yerleşen Arapların çoğu Hz. Peygamberle çok fazla beraber olmayan kaba kimselerdi. Hz. Peygamberin terbiyesi ve edebi ile edeplenmemişler ve onun ahlakını özümsememişlerdi. Diğer taraftan henüz kabalık, görgüsüzlük, asabiye (kavmiyetçilik) ve atalarla övünmek gibi cahiliye gelenek ve değerlerine sahiptiler ve imanın vermiş olduğu huzurdan uzaktılar.”[7]Burada onun ırkçılık anlamında asabiyeti eleştirdiğini görüyoruz.

İbn Haldun’un savunduğu anlamda asabiye kavramı birbirine kenetlenmiş toplumsal güç olarak ifade edilirken yukarıda eleştirdiği anlamda asabiye, atalarla övünmek anlamında bir cahiliye değeri olarak açıkça reddedilmektedir. Demek ki İbn Haldun’un sosyolojik bir gerçeklik olarak gördüğü asabiye bu son örnekte olduğu şekliyle Hz. Muhammed tarafından kınan bir cahiliye âdeti olarak ifade edilmiştir. Bu da asabiyenin bir müspet bir de menfi anlamı olduğunu açıkça ortaya koyar. Nitekim Kemeri, Arab edebiyatında öteden beri asabiyenin böyle bir müspet anlamı olduğunu ve bir kişi hakkında “o muruva ve ‘asabiye sahibidir” dendiğinde, o kişinin kendisine sığınanları koruyup ikramda bulunduğunun kastedildiğini belirtmiştir.[8]

İbn Haldun’a göre, bu asabiyet duygusu, bedevi (göçebe) toplumdan hazarî (yerleşik) topluma geçerken örgütlü bir yapıya ulaşır ve bunun sonunda yavaş yavaş devlet denen kurum teşekkül eder. Demek ki elde edilmek istenen haklara ancak asabiye ile ulaşılabilmektedir.[9] Asabiye bu anlamda bedevi toplumda hukuksal yaptırım gücü olmayan reislik ya da kabile liderliği tarzından devletin oluşmasıyla birlikte artık devlet başkanlığına dönüşür. Buradan hareketle İbn Haldun, toplumsal birlikteliklerin ve özellikle de devlet denen kurumların bu asabiyet teorisine bağlı olarak oluştuğunu ve yine bu duygunun kaybolması ile de dağılıp gittiğini göstermeye çalışacaktır. Fakat İbn Haldun her asabiyetin devlet olamayacağını özellikle vurgular. Birbirinden farklı ve çeşitli asabiyetler vardır. Bir kavmin hepsine hükmeden bir asabiyet çıkar ve halka hâkim olup onları kendilerine boyun eğdirir. Böylece bu topluluk sınırları olan, vergi toplayan, ordu hazırlayan ve elçiler gönderen bir devlet örgütlenmesine dönüşür.[10]

 İbn Haldun böylece bu toplumsal benzerliğin ve aitlik hissinin de dayandığı bir sosyal gerçeklik zemini olduğunu savunmaktadır ki bu zemini, iklim, coğrafi yapı ve geçimlik durumları ile yaşanan uzun bir ortak geçmiş, yani tarihi tecrübe oluşturmaktadır.[11] Bütün bunların nasıl olup da bir örgütlü yapıya dönüştüğünü açıklamak da onun kurduğu Ümran ilminin çalışma sahasının konusudur.

İbn Haldun asabiyetin zaman içinde gelişerek hanedanlıklara ve devletlere dönüştüğünü ama gelişme ve değişmenin devlet içinde de sürdüğünü söyleyerek bir nevi iç içe geçmiş değişimin kanunlarını tespit etmeye çalışır. Bu durumun 5 aşamayı içerdiğini savunan İbn Haldun, asabiyet teorisinin alt unsurlarını oluşturan ve kendisinin “tavırlar teorisi” adını verdiği bu süreci: zafer dönemi, istibdat dönemi, rahatlık ve huzur dönemi, kanaat ve barış dönemi, israf ve döküp saçma dönemi, olarak sıralar. Böylece her devlet bu tavırlara bağlı olarak ortalama olarak 3 kuşak (120 yıl) kadar yaşar ve ondan sonra yıkılır veya başka bir hanedanlığa dönüşür.[12]

İbn Haldun’a göre tavırlar teorisine uymayan az da olsa istisnalardan bahsetmek mümkündür. Mesela yıkılmak üzere olan bir devlette hükümdar kendi yakınları dışında sert huy ve haşinliklerini henüz kaybetmemiş olup savaşmaya ve zor şartlara tahammül eden yeni yardımcılar edinirse bunlar devletin ömrünün uzaması için şifa olabilirler. Bunun en güzel örneği Mısır’daki Memluk devletinde askerlerin çoğunun azatlı Türklerden oluştuğu için bunlar savaşlarda, devletin nimetleri içinde yetişmiş olan devlet erbabının kendi çocuklarından daha cesur ve zorluklara karşı daha dayanıklı idiler.[13] Bu konuda İbn Haldun haklı gözükmektedir çünkü 1258’de kurulan Memluk Devleti ancak Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır seferine kadar hayatta kalmıştır. İbn Haldun’a göre bu ve benzeri bazı istisnalar olsa da tarihteki birçok devlet ve hanedanlıkların ortalama ömrü bu tavırlar teorisine uygun olarak 3 kuşak yani –artı/eksi- 120 yıldır. Ona göre Kuran-ı Kerim’de geçen “Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler”[14]ayeti de bu bağlamda yorumlanmalıdır. Yani insan için olduğu gibi toplumların da doğal bir ömrü vardır.

Kısaca özetlemek gerekirse, toplumsal değişim ancak bir nevi aitlik hissi üzerine kurulan asabiyet teorisi ile açıklanabilir. Haliyle toplumsal çöküş de asabiyetin dağılmasına bağlanır. Öyleyse tarihi bilmek için Ümran İlmine, ümran ilmini anlamak için de asabiyete bakmak gerekir. Bu, İbn Haldun’un gerçeklik dünyasını görüp akli bir yoruma tabi tutması sonucu ulaştığı Ümran İlminin akli/felsefi ilimler kapsamında yer alması gerektiği iddialarını güçlendirmektedir.[15]Çünkü ümranın bozulması ve yıkılması zulmün artması ile olur. Zülüm artınca hükümdarın etrafında olan ve ona asabiyet bağı ile bağlı olan yakınları iktidardan uzaklaşır, hükümdar onların yerine kendisiyle kan bağı olmayan insanları getirir. Onlar da onu canı gönülden savunmazlar. Böylece asabiyet bozulur ve devlet ve ümran ortadan kalkar.

(*) İnönü Ünv. Öğretim Görevlisi

 

 

[1] Kuran-ı Kerim ve Türkçe Meali, Komisyon, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. Basım, Ankara, 1984, HucurâtSûresi (49): 13.

[2]İbn Haldun, Mukaddime, çvr. Halil Kendir, İmaj, Ankara, 2004, 273.

[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. H. Şenol Fırat “Asabiyet ve Kardeşlik: Tikel Tümel İlişkisi, Felsefe Dünyası, 53. Sayı, 2011/1, 109-120.

[4]İbn Haldun, A.G. E., s. 259.

[5] Kemeri, T.,İbn Haldun’un mukaddimesinde “Asabiye” Mefhumu, çev. Hüseyin Zamantılı, Sosyoloji Konferansları, Sayı 20, İstanbul, 1984, (161-89), s. 164.

[6]İbn Haldun, A.G.E.,s. 285.

[7]İbn Haldun, A.G.E., 301.

[8] Kemeri, T., “İbn Haldun’un Mukaddimesinde “Asabiye” Mefhumu”, çev. Hüseyin Zamantılı, Sosyoloji Konferansları, Sayı 20, İstanbul, 1984, s. 166.

[9]İbn Haldun, A.G.E.,s. 285.

[10]İbn Haldun, A.G.E., s. 265.

[11]Uludağ, Süleyman, İbn Haldun, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, 72.

[12]İbn Haldun, A.G.E., s. 241-42.

[13]İbn Haldun, A.G.E.,s. 239-40.

[14] Kuran-ı Kerim ve Türkçe Meali, Komisyon, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. basım, Ankara, 1984, Araf Suresi (7): 34.

[15] Uyanık, Mevlüt ve Aygün Akyol, “İbn Haldun ve Felsefe Tasavvuru”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni (Endülüs ve Felsefenin İşrakili (leşmesi)ği, C. VII, proje editörü: Bayram Ali Çetinkaya, cilt editörü Eyüp Bekiryazıcı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2015 (817-847) içinde, 824.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER