Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Hermenötik, Tarihselcilik ve Kur’an

Nuri Yılmaz Yazdı;

Hermenötik, Tarihselcilik ve Kur’an

Tüm evrenin kendisine yöneldiği ortak bir gaye var mıdır ve bu gayeyi bilmek mümkün müdür? Bu soru önemlidir; çünkü evrenin kendisine yöneldiği ortak bir gaye yoksa birbirimize tavsiye edeceğimiz ve yaygınlaştırmak için uğrunda çaba göstereceğimiz ortak değerlerden de bahsedemeyiz.

Gayeyi bilmek, evrenin kendisini bilmeyi ve tanımlamayı gerektirir. Tanımlamak ise duyularla kuşatmak demektir. Ne var ki evren, içinde yaşanılan uçsuz bucaksız mekândır ve insan içinde olduğu şeyi ne kuşatabilir, ne de gerçek manada bilebilir. Eskiler bu durumu karanlık odadaki fil metaforuyla izah etmeye çalışmışlardır. Bacaklarına dokunan sütuna benzetir, kulaklarına dokunan perdeye benzetir, vücuduna dokunan pütürlü bir yüzeye benzetir ama dokunulanın fil olduğu asla tespit edilemez. Tabii bu metafor için, “tüm bilgiler birleştirildiğinde er geç ne olduğu da anlaşılır” denebilir. Fakat doğumundan ölümüne kadar hep aynı oda içinde yaşamış bir insan, dışarıdan bilgi almadıkça nasıl bir dünyada olduğunu gerçekten de bilemez.

Bir “dış” var mı yok mu veya bir gün dışına çıkılabilecek mi, bilemiyoruz ama çıkılmadıkça veya oradan haber alınmadıkça, evren hakkındaki hakikat de mutlak manada bilinemeyecektir.

Bu derin çıkmaza karşı, “dışarıdan” olduğunu iddia eden haberler mevcuttur. Semavi dinler, yaratıcının görevlendirdiği elçiler ve vahiy kanalıyla evren hakkında bilgi verdiklerini iddia etmektedirler. Evren hakkında bütüncül bilgi elde etmenin başka bir yolu olmadığına göre bu iddia ciddiye alınmalıdır. İddia eğer doğruysa, evrenin hakikatini anlama ve bu hakikate uygun bir şekilde erdemli hayatı oluşturma konusunda ümitlenebiliriz.

Aslında rasyonel kriterlerle baktığımızda, iddialar içinde en güvenilir olanın doğruluğunu bile ispatlama imkânımız yoktur. Çünkü bu konular metafiziktir; duyular kanalıyla metafizik alandaki varlıklar ve olgular hakkında veri elde edilemez. Duyulara konu olmayan şeyler ise rasyonel olarak ispatlanamaz.

Ancak ispatlanamaması her şeyin bitimi değildir. Evreni bilme ve anlama yönündeki çabalar, insanoğlu için imkânsızı gerçekleştirme mesabesinde olduğundan, iddianın varlığı bile tek başına önemlidir. “Nasıl ispatlanabilir?” diye sormak yerine, “gerçekten doğru olabilir mi?” şeklinde yaklaşmak daha rasyoneldir. Çünkü insan duyulur (maddi) âlemdeki verilerden hareket ederek hakikati bilemese de, hakikat iddiasıyla ortaya çıkan bilgileri duyulur âlemde sınayabilir.

Bu durum bizi bir sürü nihayetsiz metafizik tartışmadan kurtarmaktadır. Elimizde “evren dışından” olduğunu iddia eden farklı haberler mevcuttur. Güvenilirlik sınavından geçirdiğimizde sadece son haberin (Kur’an’ın) ilk haliyle bugüne ulaştığını görürüz. Bunun “evren dışından” olup olmadığını rasyonel delillerle ispatlayamayız ama diğer felsefe ve ideolojilerden farklı olarak bize ne sunuyor, ne gibi farklılıklar ortaya çıkarıyor; ona bakabiliriz. İnsanca bir hayat tasavvuru ortaya koymadaki başarısı, sorun çözücülüğü, ikna ediciliği ve tutarlılığı nispetinde onun doğruluğunu ve yanlışlığını sınayabiliriz.

* * *

Metafizik bir öğretinin tezi ve vaatleriyle sınanması kurtarıcı bir açılım gibi görünse de işimiz burada bitmemektedir. Çünkü “İslam hakikatin ne kadarını temsil eder?” gibi önemli ve ciddi bir soruya cevap üretmeden saptamalarımızın bir anlamı olmaz. Hatta birçok farklı İslam anlayışı varken, başka soruların da bu ana soruyu izlemesi kaçınılmazdır: (1) Farklı şekillerde yorumlanmaya müsait bir referans (Kur’an) ne kadar güvenilirdir? (2) Farklı yorumlar arasında hangisinin doğru olduğunu nasıl belirleyeceğiz? (3) Bu yorumların hepsi aynı değerde ve aynı sorun çözücülük gücüne sahip durumda mıdır? Gerçek anlamda bir yüzleşme için bu sorulara tek tek cevap verilmelidir.

Evren dışından gelen haber ve İslam’ı bize öğreten tartışmasız tek kaynağın Kur’an olduğunu ifade ederek söze başlayalım! Peygamber, peygamberin söz, fiil ve davranışları, Kur’an’ın gönderildiği toplumdaki uygulamalar, tarihi haber ve veriler gibi farklı referanslardan da bahsetmek mümkündür. Ancak bunların hepsi vahyin yönlendirme ve etkisiyle bu evren içinde oluşmuştur. Evren dışından (Allah’tan) gelen haber ve tüm insanları ilgilendiren tek söz Kur’an’dır.

Kur’an ise gökten bir kitap şeklinde gönderilmemiş; kendisinin de beyan ettiği gibi, yaşanmışlıklara denk düşecek şekilde parça parça ve gerektikçe indirilmiş (106/17), yani peygamberin hayatında adım adım yazılmıştır. Ele aldığı konularda, yaptığı vurgularda, işaret ettiği meselelerde ve verdiği öğütlerde yaşanmışlıkların belirleyiciliği bulunur. Bu belirleyicilik kimi ayetlerde interaktif ilişki düzeyine kadar çıkar ve ifadelere, “sana … soruyorlar. De ki; …” şeklinde yansır. Bu noktadan hareketle Kur’an’ın, ilahi mesaj yanında peygamberin sünnetini de belirli ölçülerde içerdiğini söyleyebiliriz. Bu özellik, ilahi mesajın insanın anlayabileceği ve taşıyabileceği bir niteliğe bürünmesine imkân vermektedir. Aksi halde insan, sınırlı ve zaaf sahibi bir varlık olarak ne hakikati anlayabilir ne de bir sorumluluk olarak taşıyabilirdi. Nitekim Yüce Allah, “eğer yeryüzünde gezip dolaşanlar melekler olsaydı, onlara da elçi olarak bir melek gönderirdik” (17/95) diyerek ve okunup anlaşılması için “Arap dilinde” (12/2, 43/3) indirildiğine değinerek söz konusu vakıanın ne kadar hikmetli ve insanın faydasına bir mesele olduğunu dile getirmektedir.

Fakat bu hikmetli vakıanın kaçınılmaz hermenötik sonuçları vardır ki, genellikle kimse bunlarla yüzleşmeyi tercih etmemektedir. “Arapça indirdik” demek, “bu kitap (haşa) Allah’ın diliyle değil, sizin dilinizle indirildi” demektir. Dil ise bize, biz insanlara ait bir yapıdır ve bizim tüm eksikliklerimizi, kusurlarımızı yansıtır. Dillerin birbirlerine üstünlüğünden bahsederken kullandığımız “zengin dil”, “basit dil” gibi betimlemeler ve mesela Arap dilinde çöl ve deveyle ilgili, Eskimo dilinde ise kar ve buzla ilgili çok zengin bir kelime hazinesinin bulunması gibi olgular, dilin eksik ve kusurlu bir yapı oluşunun da delilleridir. Bu yapısal kusurların yanında diller epistemolojik bir araç olarak da kusurludurlar; olgu ve olayları olduğu gibi değil, onları temsil eden kelimelerle zihnimize taşırlar. Böylece bilginin nesnesi ile temsili arasında bir fark meydana gelir. Bu fark zihnimizdeki temsilin anlatıma dönüşmesi ve bu anlatımın başkaları tarafından anlaşılması süreçlerinde daha da artar. Tüm bu süreçleri göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, diğerlerine göre ne kadar üstün yönü bulunursa bulunsun –Arapça dâhil- hiçbir dil ilahi aşkınlığı taşıyacak mükemmellikte değildir.

Kur’an’ın Arapça olması, (1) hakikatin bildirimi açısından bir indirgeme, (2) insan açısından ise büyük bir hikmet ve rahmet olarak değerlendirilebilir. İndirgemedir, çünkü mükemmel olanın sınırlı ve kusurlu olanla anlatımı söz konusudur. Konuşma dili olmayan insanlara şekillerle bir şeyler anlatmak gibi; anlayış ve kavrayışı gelişmemiş bir çocuğa soyut bir meseleyi anlatmak gibi; Allah katındaki hakikat de Arap diliyle anlatılmıştır. Ne var ki bu indirgeme Allah’ın insana bir lütfudur, rahmetidir. Aksi halde insan hakikati anlayamaz ve kavrayamazdı. Ondan gerektiği şekilde istifade edemezdi. Böylece Kur’an, indirgeme ve rahmet diyalektiğinde şekillenmiş ilahi bir mesajdır. İnsanoğlu için yol gösterici ve bir rehberdir. Mükemmellik ve aşkınlık onda “olduğu gibi” değil ama insan anlayışına uygun bir şekilde yer alır.

Mükemmel bir yapı olmayışından başka, dil; konuşulduğu toplumun kültüründen bağımsız da değildir. Her söz kendi zamanın ve mekânının aynasıdır; nesnesi veya tasavvuru olmayan şeyin ismi de olamayacağı için gününün bilgisini, ön kabul, inanç, örf ve geleneklerden bağımsız tanım yapılamayacağı için de gününün tasavvurunu yansıtır. Bu durumda “Arapça indirdik” demek, “Kur’an’ın indirildiği topluma ait kültür de anlatımda belirleyici oldu” demektir. Bu kitap, indirildiği dönemden neredeyse bin sene sonra keşfedilmiş bir evren anlayışı içinden değil, indiği dönemin evren anlayışı içinden seslenmektedir. Yüzlerce yıl sonrasının bilimsel verileriyle değil, binlerce yıl sonrasının bilimsel verileriyle de değil, kendi döneminin bilimsel verileriyle konuşmaktadır. Örneklere başvururken de kullanacağı kavramları seçerken de indiği toplumun bilgisini esas almıştır. Emirlerin, yasakların ve sosyal düzenlemelerin oluşturulmasında o toplumun gerçekliğini göz önünde bulundurmuştur.

Arapça indirilmesi örneğinde olduğu gibi, Arap kültüründe indirilmesi de indirgeme – rahmet ikileminde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bir yandan büyük bir rahmettir; bu sayede insanlar mesajı kolayca anlama imkânı elde ederler. Diğer yandan da bir indirgemedir; hakikat olduğu gibi değil, gönderildiği toplumun kültürü içerisinden anlatılmıştır. Dolayısıyla Kur’an bu yönüyle de insan açısından aşkın bir mesajın, hakikat (mesaj) açısından ise insan kültürüne indirgenmiş halinin taşıyıcısı bir kitap olmaktadır. Ve bu durum insan açısından bir eksiklik oluşturmaz. Çünkü Kur’an, insanoğlunun keşfine bırakılmış alanlarda kimsenin bilmediği yeni bilgiler veren bir bilim kitabı, gelecekten haber veren bir kehanet veya geçmişin unutulanlarını gün yüzüne çıkarmaya çalışan bir tarih kitabı değildir. O ilahi aşkınlığın taşıyıcısıdır. Allah, evren ve insan arasında bulunması gereken ilişkiye dair bir çerçeve çizer ve bu çerçeveye uygun erdemli yaşamın yollarını gösterir. Sebepler âleminde hem imtihan şartlarını koruyup hem de hakikati anlatmanın başka bir yolu yoktur.

Bu sınır Allah için değildir tabii ki! O dileseydi hakikati doğrudan insanın kalbine indirebilir, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde anlamasını sağlayabilirdi. Ancak hakikatin tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı bir durumda imtihan anlamını yitirir. Akletmenin ve iradenin bir anlamı kalmaz. Bu yüzden Yüce Allah, vaat edilenin apaçık gerçekleştiği bir anda boyun eğen Firavunun imanını kabul etmemiştir (10/91). O’nun katında asıl olan hakikate ulaşmak değil, ona ulaşmak için çaba sarf etmek ve bu çabayla şekillenmiş kaygılı – erdemli bir hayat sürmektir.

* * *

Dil ve kültür üzerinden Kur’an – hakikat ilişkisine dair sarf ettiğimiz sözler, kendi derdi ile uğraşan ve gücü yettiğince erdemli bir hayat sürmeye çalışan “birey” için değildir.

Çünkü Kur’an, kendisine samimiyetle yönelen herkese ve her durumda erdemli yaşamın yollarını gösteren bir kitaptır. Azıcık akla sahip herkes, felsefi, epistemolojik derin tartışmalara ihtiyaç duymadan erdemli hayatın yollarını Kur’an’da bulabilir ve ona uygun bir şekilde de yaşayabilir. Müslümanca bir kaygı ve Kur’an’ı bu kaygıyla okumak bütün meseleyi çözmek için yeterlidir. “Allah hiç kimseye kapasitesinin üzerinde sorumluluk yüklemez” (2/286) ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Fakat bir kimse kendisini aşıp başkalarının problemleriyle de ilgilenmeye başlarsa, kendi sorununu çözdüğü gibi başkaları için de yollar ve çözümler oluşturmak isterse, o zaman durum farklılaşır. Sadece samimiyet ve saf bir gayret böyle bir durumda yeterli gelmez. Talip olunan sorumluluk hamasi söylemlerin değil rasyonel önerilerin, sloganların değil vakıaya denk düşen çözümlerin geçerli olduğu bir alana tekabül ettiği için, sorumluluğun yerine getirilme biçimi alanın gerekliliğine uygun olmak zorundadır.

* * *

Bireysel boyutu bir kenara bırakırsak şu ana kadar yaptığımız tespitlerin bizi getirdiği kaçınılmaz nokta, olayların açıklanmasında tarihin rolüne öncelik veren “tarihselci” yorumlama yöntemidir. Bu akım, “algılarımız zamana ve mekâna bağlı olarak gerçekleşmektedir, mutlak değildir” diyen Kant’ın felsefesini tarihe uygulamış ve “tarihin kaydı altına giren, bulunduğu dönemin şartları ve ihtiyaçları ile sınırlanmıştır” diyerek evrenselliği reddetmiştir. Tarihsellik zaviyesinden karşı karşıya kaldığımız soru şudur: Bir dille ve bir kültür içerisinden ifade edilen, dönemsel uygulamayı da belirli ölçülerde içeren bir mesaj nasıl evrensel olabilir?

Bu sorunun gerçekten büyük bir soru olduğu ve tarihselciliğin tezleri görmezden gelinerek sağlıklı bir tartışma yapılamayacağı ortadadır. Müslüman düşünürler, “evrensel/dönemsel” veya “sabit/değişken” gibi kavramsallaştırmalarla bu sorunu aşmayı denediler. Ancak bir bilgi tarihselciliğin yöntemleriyle kritik edilmeye başlandığında, “dönemsel yön, evrensel yön” şeklindeki bir ayrımla işin içinden çıkılamaz. Tam tersi, nelerin tarihsel olduğu şeklinde yeni ve belki de esas tartışmaya gelinir. Sonrasında da -tutarlılık açısından-, tarihselliğin sınırları genişletildikçe sorunlar azalır, daraltıldıkça (göreceli olarak) izah edilemeyen sorunlar ortaya çıkar. Tarihselliğin sınırları genişledikçe modern epistemolojinin alanına girildiği için geniş bir felsefi müktesebatla karşılaşılır ve söylem güçlenmeye başlar. Ve “İslam!” diyerek yola çıkan kişi kendisini bir anda tarihselciliğin yabana atılması zor tespitleri ile Allah katından gönderildiğini söyleyen ilahi bilginin arasında bulur. İlahi bilginin olduğu gibi değil, gönderildiği toplumun gerçekliğine uygun düşecek şekilde aktarılması, yani dönemsel ve hermenötik unsurlar içermesi kafasını iyice karıştırır ve “tarihin kendi süreçleri içerisinde üretmiş olduğu her şey, ortaya çıktığı dönemde misyonunu tamamlamış ve tarihin sayfaları arasında kalmıştır. Bugünün ihtiyaçları, bugünün aklı ile çözülür” demeye başlar. Bu aşamada o kişi için artık İslam önemini yitirmiştir.

Şayet Kur’an’ı, her dönemin anlaşmazlıklarına çözüm içeren bir hukuk kitabı, tüm zamanların iş ve geçim imkânlarını kuşatabilen bir ekonomi kitabı, hiçbir zaman geçerliliğini kaybetmeyen bir siyaset kitabı, hâsılı hayatın bütün alanlarıyla ilgili söylenmesi gerekeni tüm zamanlar için geçerli olacak şekilde tastamam söylemiş bir kitap olarak görürsek, dönemsellik ve hermenötik unsurlar gerçekten büyük bir sorun teşkil eder. Ama onu bir evren anlayışı ve bir yaşam perspektifi olarak görürsek, o zaman mesele dönemsel – evrensel kısır döngüsünden kurtulur. Kur’an; insan, mekân/evren ve yaratan arasındaki ilişkiyi en doğru eksende tanımlayan bir kitaba dönüşür. Bu sayede yaşamın doğru bir perspektife oturmasını sağlar.

Peki, bu evren anlayışı ve bu yaşam perspektifi nasıl elde edilebilir?

Dikkat ediniz! Soru, “Kur’an nasıl anlaşılır?” veya “Kur’an nasıl okunur?” değildir. Bu sorularla ilgili yönü olmakla birlikte, tüm anlatımların ardındaki felsefe ve öğreti kastedilmektedir.

Geçmişin okumaları ve yöntem önerilerinin çoğu, “Kur’an hakikati olduğu gibi ortaya koyan bir kitaptır” bakış açısına göre oluşmuştu ve hayatı yönlendirecek kuralları lafzi çıkarımlar yoluyla ondan devşirmeyi hedefliyordu. Şayet Kur’an hakikati olduğu gibi ortaya koyan bir referans olsaydı, onunla başka türlü bir ilişki de kurulamazdı. Dolayısıyla lafzi okuma günün kabulleri sonucunda ortaya çıkmış doğal bir yönelimdi. Fakat şartlar değiştiğinde yetersiz kalması, hatta sorunlar üretmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Gelişen şartlar, maksadı (makasıd-üş’şeria) önceleyen ve manayı anlamayı hedefleyen okumaları zorunlu hale getirdi.

Manayı anlamak lafızdan bağımsız gerçekleşen bir fiil değildir; bununla birlikte lafız, mananın tümünü ifade etmez. Lafız ile mana arasındaki ilişki, lafzın dönemsellik ve yerellik sınırları içerisinde manayı ifade ediyor olmasıdır. Dolayısıyla mana tamamen lafız değildir ama lafızdan bağımsız da değildir. Sadece lafza bakarak anlaşılamaz ama lafızdan bağımsız olarak da anlaşılamaz. Mana, bütün tarihsel ve hermenötik unsurlarla birlikte lafzın içindedir

Devamı >>>



Anahtar Kelimeler: Hermenötik Tarihselcilik

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz