Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Erdoğan-Putin zirvesine doğru

Süleyman Seyfi Öğün, gelinen süreçte Türkiye’de, solun ve sağın NATO üzerinden “kadim” saplantıları ve farklılaşmaları üzerinden, Rusya,Türkiye, ABD ve Birleşik Krallığı da içeren bir değerlendirmede bulunuyor.

Erdoğan-Putin zirvesine doğru

Ardımızda bıraktığımız son otuz sene zarfında, tedricî olarak Türkiye’nin üzerinden ağır bir yük kalkıyor. Bu yükün adı NATO. O bir zamanlar sol çevrelerin üzerine basa basa “çıkalım” dediği, sağın ise içli dışlı olduğu NATO… Tarih bir tarafıyla acı yüklü; diğer tarafıyla da çok cilveli süreçlerden meydana geliyor. (Kim bilir, belki ikincisi birincisini dengeliyor). Bugün tam tersi bir tablo var. Solun kısm-ı azâmı en hafif yakıştırmayla NATO-Türkiye münasebetlerini dert etmiyor. Bunu da “Aydınlanma afyonu” üzerinden yapıyorlar. “Çift görülü” bir bakış bu. Bir nev’i paralaks da diyebiliriz buna. Bu zihniyete göre, evet, “kötü” bir Batı, “çirkin” bir ABD var. Ama, Batı değerlerini temsil eden, demokrasi ve insan hakları temelinde yükselen başka, “iyi” bir Batı veya ABD de var. Trump-Biden düellosunda bu tablo iyiden iyiye berraklaşmış, sol Biden’ı hararetle desteklemişti. NATO bu kesimlerin umurunda bile değil artık. Zahar, “Demokrat bir Batı” olduktan sonra NATO bile “hayırlı” işlerde kullanılabilir diye düşünüyorlar. Bu arada sol bir hareket olarak başlayan PKK’nın ABD’nin elinde oyuncak olması onları hiç mi hiç rahatsız etmiyor. Enternasyonalizmin en çarpık yorumu bu. Nasıl ki bir zamanlar ulusal farklılıklara sıkıştırılmış bir işçi sınıfının evrensel dayanışmasını savunuyorduysalar; şimdi de demokratik-liberal güçlerin evrensel dayanışmasını savunuyorlar. Reelpolitik dünyada bunun izdüşümleri, nereye evrildiği ise umurlarında değil…

Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında bizim Amerikancı sağımız, on seneler boyu kör ve şiddet yüklü bir “antikomünizm” kudurganlığı içinde deruhte ettiği misyonunu kaybetti. Âdeta sudan çıkmış balığa döndü. Hoş, kaydetmeliyim ki, komünizm Türkiye için hiçbir zaman gerçek bir tehlike olmadı. Dini ve muhafazakâr hassasiyetlerini diri tutan bir memlekette sol, meşru yollardan, mesela seçimle nasıl iktidar olabilirdi ki? Evet belki ordu içinde, kendisini sosyalist zanneden Kemalizm’in BAAS’çı yorumuna sahip olan klikler her zaman vardı, ama bunların da fazlaca bir şansının bizzat ordu içinde de olduğunu zannetmiyorum. Buna rağmen Türkiye’de sağ, NATO propagandalarıyla bu tehlikeyi paranoyak ölçülerde sahiplendi. Merhum Celal Bayar’ın bir mülâkatında, “Bu kış Türkiye’ye komünizm gelecek” ifadesi bu paranoyanın en ileri safhasıydı. Kıbrıs meselesi, ambargo, haşhaş yasağı vb. konularda ortaya çıkan gerilimler Türk sağını sarsan gelişmelerdi. Ama bunlara arızi meseleler olarak bakıldı. Sanki, esas tehlike olarak görülen komünizm karşısında bunlar gelir geçerdi.. Algı buydu..

Çok partili hayat Türkiye’de, ihmâl edilebilir bir iki kesinti dışında daima sağı iktidarda tuttu. “Sol”, Soğuk Savaş sonrası hızla anti-NATO mevzilerini terk ederken, “sağ” kendi iktidar pratikleri içinde, bizzat kendisi de savrulan NATO’nun bambaşka hesaplar geliştirirken kendisini de örseleyen siyasetlerine mâruz kaldı. En katıksız Amerika yanlısı Turgut Özal’ın ANAP’ı bile bundan nasibini aldı. Süleyman Demirel, Turgut Bey’e göre daha tecrübeliydi. İktidarı esnasında tekmil gayreti meselelerin daha da büyümemesi istikâmetinde oldu. Sol ise, kavgayı bıraktı ve zorlandığı yerde ABD tehlikesini AB değerleri üzerinden savuşturma yolunu seçti. (Çift görüşlülük burada daha net görülebilir).

AK Parti de bu genel çizginin dışında tezahür etmedi. AK Parti, kuruluş süreçlerindeki atmosfere bakacak olursak, Millî Görüş’ün “eyleminde olmasa bile söyleminde” somutlaşan Batı karşıtlığını geriye çekerek iktidara geldi. Ama bu barışçıl, uzlaşmacı girişim NATO’da karşılığını bulmadı. NATO’nun talepleri, diretmeleri tahammül mülkünü yıktı. 15 Temmuz bardağı taşıran damla oldu. Türkiye, bizzat kendisini “sağ” olarak tarif eden bir iktidarın pratikleri içinde NATO’nun salvolarını karşılayan bir konumda buldu. Tarihin cilvesi dediğim tam da budur.

Merhum Menderes, ABD’de terslenince Rusya’ya gitme kararı aldı. Akıbeti korkunç oldu. Yeni durumda Türkiye’nin Rusya ile, aralarındaki onca soruna rağmen her alanda “teşrik-i mesâi geliştirmesi” buna benzer bir süreçtir. Ama artık ne Türkiye eski Türkiye, ne de Rusya eski Rusya’ydı. Süreçler ABD’nin inisiyatifi dışına çıkıyordu. ABD’yi çileden çıkaran, lâkin engelleyemediği gelişmelerdi bunlar.

Şu aralar, hayli zamandır dipten gelen bir dalga yüzeye vuruyor. Erdoğan-Putin zirvesini son derecede kritik hâle getiren de budur. Bir kaç yazıdır vurguladığım üzere, ABD, Ortadoğu ve Akdeniz’de inisiyatiflerini ortağı BK’ya (Birleşik Krallık) devrederek hafif tertip geri çekiliyor. ABD-Rusya ve ABD-Türkiye münasebetleri hiçbir surette BK-Rusya ve BK-Türkiye münasebetlerine benzemez. Merkezde ABD’nin olduğu günlerde şekillenen Rusya-Türkiye rabıtası, bu merkezi büyük ölçüde BK’ın doldurduğu süreçte aynı şekilde seyredemez. İlki belki keskinlikler üzerine kuruludur; ama bu da sürecin aktörlerini rahatlatan bir durumdur. İkincisi ise çok daha aşındırıcı neticelere gebedir. Aktörler açısından idare edilmesi çok daha zordur. Putin, Erdoğan ile yapacağı görüşmeye son derecede ehemmiyet veriyor. Kremlin’den gelen hava bu. Muhtemelen Erdoğan ve Külliye çevreleri de benzer bir kavrayış içindedir. ABD’nin boşluğu Rusya’yı İsrail’e, Türkiye’yi ise BK’ya savurdu. Sorunlu bir tablo bu. Bakalım tecrübeli iki lider bu tabloyu nasıl “okuyup”, değerlendirecek?



Anahtar Kelimeler: Erdoğan-Putin zirvesine doğru

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz