Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Egemen Küresel Dil Olarak Sosyalizm ve Müslüman Zihindeki Tezahürleri-2 (*)

Yazar Mehmet Yaşar Soyalan yazdı;

Egemen Küresel Dil Olarak Sosyalizm ve Müslüman Zihindeki Tezahürleri-2 (*)

2. Bölüm

Sol Düşünceyi ve Sosyalist Teoriyi Nasıl Bilirsiniz?

Her şeyden önce Aydınlanmacı Modern Dünyanın aykırı çocuğu olan “Sol Düşünce” ve “Sosyalizm”, aydınlanmacı modernizmin bütün kodlarını genlerinde taşımaktadır ve nesep itibari ile Avrupalıdır. Bu nedenle başka bir kültür ile izdivacı mümkün değildir. Böyle bir şey gerçekleştiğinde ise o başka bir şeye dönüşmektedir ki tarihi süreç bunun şahididir.

Sosyalizm genelde şu şekilde tanımlanır;

“Üretim araçlarının kamunun, devletin elinde olması, ekonomik etkinliklerin kâr yerine insanların gereksinimlerini karşılaması gerektiğini öne süren, değer olarak emeğe önem veren, toplumun örgütlenmesinde köklü değişiklikler amaçlayan siyasal öğreti. Bu öğretiye uygun toplumsal düzen.”

Sol Düşünce yani onun bir kalıba sokulmuş hali olan Sosyalizm, doğası gereği tepkisel bir özelliğe sahiptir. Çünkü karşıtlık üzerine konumlandırılmıştır; varlığı kapitalizme bağlıdır, ancak o var olduğu sürece var olabilir. Bu nedenle o varlığını sınıf çatışması üzerine kurar. Amacı sınıfsız bir toplum oluşturarak komün hayalini gerçekleştirmektir. Komün hayali gerçek olduğunda zaten o zaman kendisi de yok olmuş olacaktır. Ama ne yazık ki, Sosyalizmin bu hayali gerçekleşmeden sosyalist düşüncenin /uygulamanın kendisi tarihin konusu haline geldi.

Aydınlanmacı kodlar ve bu tepkisel/karşıt olma hali, onu sadece kurumsal dine değil, her türlü inanca, dini düşünce ve tutuma da karşıt hale getirmişti. Din karşıtlığının temelinde “Bilimsel Bilgi” dogması yatmaktadır. O, dini düşünce ve tutuma dogma olduğu ve insanın özgürleşmesinin önündeki aşılması gereken bir engel olarak gördüğü için karşı çıkarken, kendisi varlığını, ‘Bilimsel Bilgi’, Bilimsel Sosyalizm/Materyalizm’ gibi başka bir dogma üzerine kurmuştu. Bu nedenle o, lineer bir tarih algısına sahiptir; buna göre gelecek her zaman öncekinden daha iyi olacaktır. Ancak Sosyalizmin devlet tecrübesi ortadadır.

Özel Mülkiyete karşıtlığı ve tüm üretim araçlarının kamuya/ topluma/ devlete ait olduğu iddiası Sosyalizmin en temel argümanıdır. Özel mülkiyete ve özel teşebbüse karşı olmasının gerekçesi “despotizme yol açmasıdır”. Ancak sol düşüncenin her versiyonu, bu temel ilke ve iddialarını anlatmaya, örneklendirmeye, hayata geçirmeye çalıştığı her durumda, iktidar olduğu her yerde/ülkede Kapitalist ülkelerden daha baskıcı ve despotik bir yönetim ortaya koymuştur.

Şimdi bu gerçeklik üzerinden “İslami Sol” ve “İslam Sosyalizm”i kuramlarını tartışmaya geçebiliriz. Ancak önce Müslüman zihnin, kendisini ve ülküsünü niçin “sol” veya “sosyalist” paradigma ile izah ettiği üzerinde duralım.

Sosyalizm, Modern Çölde Müslümana Bir Vaha Açabildi mi?

İnsanlar hangi zaman ve zeminde olursa olsunlar egemen kültür, felsefi, siyasi anlayış hangisiyse onun terim ve kavramları ile düşünmek, onun kelimeleri ile konuşmak durumunda kalırlar. Zaman zaman egemen dili kendi kültür ve dillerine adaptasyonda bazı sorunlar yaşasalar da kendilerini başka türlü ifade etme imkânları kalmadığı için veya onlar başka bir yol ve yöntem bilmedikleri için sağ ve sol siyasal dil (özünde ikisi de seküler ve Aydınlanmacıdır) dışında başka bir dil kullanamazlar. Kendi yerellerinin dışına çıktıkları anda bu siyasal sağ ve sol dilden birine tabi olmak durumunda kalırlar. Elbette bu durum sadece dil ve ifade ile sınırlı kalmaz ve bir zorunluluk olarak davranışa da dönüşür. Olup bitenin farkında olanlar bile en azından bir süre, geçici olarak kendilerini bu dillerin kavramlarını alıp kullanmak zorunda hissederler. Çünkü tersi dilsiz kalmak anlamına gelir. İşte egemen kültür ve dilin yerel olan her şeyi örttüğü ve sessizleştirdiği bir dünyada kişi ve topluluklar başka türlü davranamazlar; belirlendiği şekilde yollarına devam ederler, içine girdikleri tünelin/ zindanın dışına çıkamazlar.

Örneğin üç yüz yıl önce egemenlik, yargı, güç ve iktidar imparatora/imparatorluğa, krala/ krallığa ait olduğu için, din, kültür, siyaset ve iktisat dâhil birey ve toplumu ilgilendiren her şey de bu gerçekliğe göre şekillenmişti. Elbette egemen dil ve kültür de imparatoryal dil ve kültürdü. Muhalif veya iktidar yanlısı olması hiç önemli değil, her bir fikir, düşünce, söz, kültür gayri ihtiyari olarak bu gerçeği merkeze alarak ancak kendisini var kılabilirdi. Dolayısıyla insanlar da yine gayri ihtiyari olarak bu siyasal dili kullanmak durumunda kalırlardı. Çünkü ülkenin/ yeryüzünün merkezinde imparator/kral bulunmaktaydı.

Aydınlanma sonrası süreçte, birey-devlet, toplum-devlet ilişkisi yeniden tanımlanıp kurulunca devletin/ iktidarın yapısı da bu ilişki biçimine göre yeniden şekillenmişti ve artık ne iktidarın ne de yeryüzünün merkezinde kral vardı. En merkezi noktaya “insan/toplum” yerleşmişti; ancak bu insan, soyut bir insandı, üstelik seküler bir özelliğe sahipti. Bu yeni süreçte bireyin/ toplumun iradesinin egemen olduğu bir yönetim/iktidar biçimi ortaya çıkmış, yeni egemen siyasal dil de bu çerçevede şekillenmişti. Hatta üretim araçları bile bu temelde yeni bir boyut kazanmıştı. Bugün kullanılan egemen siyasal dil de budur: Doğulusu, batılısı, dinlisi, dinsizi, Müslümanı, Müslüman olmayanı yani tüm insanlık ailesi kendilerini ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri her şeyi bu egemen dil üzerinden ifade etmeye çalışmaktadır.

İnsanlık âleminin bir parçası olan Müslümanlar, Batı Aydınlanmasının ortaya çıkardığı “Modernizm” gibi dünyayı yeniden kuran küresel bir sistem kuramadıkları için bu sistemin mahkûmu haline geldiler ve her mahkûm ve zindan sahibi gibi onlar da bu Aydınlanmacı küresel siyasal dili kullanmak durumunda kaldılar; yani kendilerini bu küresel dilin ya sağ ya da sol versiyonunu kullanır durumda buldular.  Çünkü onlar ne Batının dünyayı sömürgeleştirmesini engelleyebildiler ne de bu süreçlerdeki Aydınlanmacı düşünceye etkili ve küresel bir nitelik taşıyan bir cevap verebildiler. Zaten imparatoryal dönemdeki egemen dil de kendilerine ait değildi. O zaman da tüm insanlığı kuşatan yani her bir insanı, toplumu muhatap alan bir dile sahip değillerdi. O dönemde de imparatoryal dil ve kültürün bir parçası konumundaydılar ve o dille kendilerini ifade ediyorlardı. Şimdi olan da budur. Bugün de tüm insanlığa hitap eden, onu muhatap alan bir düşünce/ fikriyat ve bir düzen fikri oluşturamadıkları için egemen olana teslim olmak durumunda kaldılar ve tüm siyasi ve fikri taleplerini bu egemen siyasal dil üzerinden ifade etmek durumunda kaldılar. Son iki yüz yıldır olan budur.

Müslüman dünyanın, mağdur ve mazlum sağduyu sahiplerinin önemli bir kesiminin kendilerini sol düşünce ve sosyalizm ile ifade etmelerine gelince: Birincisi sol düşünce ve sosyalizm egemen iki siyasal dilden biriydi, hatta en popüler olanıydı. Sol ideologların kullandığı sloganlar ve ifade ettikleri vaatler neredeyse bu Müslümanların taleplerine bire bir karşılık geliyordu. Mal ve mülkleri ellerinden alınmış, temel hakları gasp edilmiş, kendi ülkelerinde esir hayatı yaşamaktaydılar. Kendilerine bu esir hayatını yaşatanlar sosyalistlerin hedefinde olan Batılı kapitalist, sömürgeci egemen güçlerdi. Her şeyden önce bu sosyalistler kadim düşmanlarının düşmanıydı; o halde bunlar iyi bir iş yapıyorlardı ve onlar da/Müslümanlar da aynı işi, aynı şekilde yaptıklarında iyi yapmış olacaklardı.

Adalet, özgürlük, eşitlik, emek, hak, hukuk, paylaşım, onların en çok özlemini çektikleri şeylerdi ve bu sosyalistler daima bu kelimelere vurgu yapıyorlar, ezilen halkların sesi olduklarını iddia ettikleri gibi, onlara özgürlük ve ekmek de vadediyorlardı. Ki bunlar Müslüman coğrafyanın kahır ekseriyetinin rüyasıydı. Eğer bu sosyalistlerle, sosyalist blokla birlik olurlarsa kaybettikleri bu şeylere (ki bu şeylerin bir zamanlar kendilerinde bulunduğunu düşünüyorlardı) yeniden sahip olabilirlerdi.

Kendileri bir dünya kuramadıklarına göre, var olan bir dünya içinde olmaları gerekirdi. Aidiyet duygusu olamadan yaşayamazlardı. İçinde yaşadıkları dünya Cahiliye Arabının çöl şartlarından farksızdı; bu modern çölde bir himaye olmadan yaşamaları imkânsızdı, görünen o ki bu himaye ancak sosyalist düşünce ve sosyalist blok tarafından sağlanabilirdi. Bu himaye ve sahiplenilme duygusu, maddi bir durumdan çok psikolojik bir durumdu. Sahipsizlik duygusu, Osmanlının yıkılmasından sonra daha bir derinleşmiş, özellikle de devletsizleştirilmiş toplumlarda bir kriz halini almıştı. Dolayısıyla bu iki dünyadan az çok ortak bir dil kullandıkları, kendilerinin içlerinde olduklarında kendi kalacaklarını düşündükleri sosyalist düşünceyi ve sosyalist bloku bir sığınak olarak görüyorlardı. İşin düşünce ve teori kısmı bu gerçeklik karşısında ikinci derece bir ihtiyaçtı.

Bugün, dünyanın ezilen, mağdur ve mazlum kesimleri için bir ümit olmaktan çıkmış olsa da sınıfsal bir farklılığı değil, daha çok kimlik merkezli seküler bir mücadeleyi sembolize etse de Sosyalizm veya Sosyalist devlet teorisi 20.yy’lın en etkin iki entelektüel ve siyasal gücünden biriydi; belki de birincisiydi. 19 ve 20.yy’ın gerçekliğinde sömürgeci devletlerin hegomanik dayatmalarına karşı onlar için fazla bir seçenek bulunmuyordu.

20.yy’ın öncesinden başlayarak Müslümanlar, Müslüman yapılar/ hareketler, farklı amaç ve beklentilerle sol düşünceye sosyalist teorilere ve sosyalist hareketlere yoğun bir şekilde ilgi gösterdiler. Bu ilgi incelendiğinde en temel saikin, bu kişilerin hem siyasi hem kültürel anlamda muhalif bir kimliğe sahip oldukları hem de kendileri ile sol düşünce ve sosyalist teoriler arasında sınıfsal/konjonktürel bir yakınlık duygusuna sahip oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü, Batıdaki sol düşünce de benzer bir konjonktür içerisinde, egemen olana muhalif ve tepki olarak doğmuş, süreç içerisinde de sistematik, muhalif bir siyasal ve entelektüel harekete dönmüştü. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte toplum olarak büyük değişim dönüşüm yaşanmış, bazı kesimler alabildiğine zenginleşirken bazı kesimler de alabildiğine fakirleşmiş, maden kuyularında ve fabrikalarda boğaz tokluğuna çalışmak durumunda kalmışlardı. Sömürge olanakları bile toplumun önemli bir kısmının fakirleşip ezilmesine çare olmamıştı veya sahip olunan ‘ben’ ve ‘sınıf’ merkezli düşünce biçimi, refahın toplumun tüm kesimlerine dağıtılmasına/yayılmasına izin vermemişti. İşte Batıdaki sol düşünce böyle bir gerçekliğin ürünüydü.

Müslümanların kendi coğrafyalarında, sömürgeci Batılı egemenlerin ve onların işbirlikçi yönetimlerinin baskısı altında olmaları nedeniyle, bu egemen güce karşı çıkan fikriyat ve hareketler ile aralarında bir ünsiyet oluşması hayatın doğası gereğiydi. Üstelik sol düşünce onlara kendi bölgelerinde yürüttükleri mücadelede ve kendilerini ifade etmede önemli bir entelektüel destek görevi de görüyor, ayrıca uluslararası bir meşruiyet ihtiyacına da cevap teşkil ediyordu. Bu nedenle politik beklentilerini, denenmiş ve oldukça da başarılı olmuş bir yolla elde edecekleri inancına sahip oldular.

Özellikle Kuzey Afrika’daki Müslüman siyasi hareketler mücadelelerinde hem bu sol siyasal dilden hem de bu süreçte Batılı sol oluşumlarla ilişki kurarak onların tecrübelerinden alabildiğine yararlandılar. Acil ve pratik amaçlar söz konusu olduğu için sosyalist teori ve mücadelenin gerisindeki düşünce birikimini, felsefi duruşu ve tarihi temelleri sorgulama ve araştırma gereği duymadılar. Çünkü içinde bulundukları gerçeklik, sol söylemi ve sosyalist teoriyi bir zorunluluk olarak görmelerine ve bunu kendi gerçekliklerine uyarlamalarına neden olmuştu. Onlar için önemli olan sol söylem ve sosyalistlerin yürüttükleri mücadeledeydi. Çünkü bu dil ve mücadele biçimi onlara kendi coğrafyalarında bir imkân sunuyor ve bir meşruiyet alanı açıyordu. Bu nedenle bazı Müslüman entelektüeller ve kurtuluş mücadelesi veren hareketler/ örgütler sol düşünceyi kendi beklentilerini gerçekleştirmede politik bir manivela/ kaldıraç olarak gördüler. Aynı zamanda bu şekilde sosyalist dünyanın (ki o yıllarda gerçekten güçlü bir sosyalist dünya vardı.) bir parçası oldukları/ olacakları için hem yalnızlık duygusunu aşacaklar hem de uluslararası dünyanın bir parçası olacaklardı.

Sol düşüncenin ve sosyalist hareketlerin felsefi temellerini ve teorik argümanlarını sorgulamadan ve buralara takılmadan, bu hareketlerin egemen kapitalist ve sömürgeci güçlere getirdikleri eleştirileri satın almakla yetindiler ve bu eleştirileri kendi kültürlerine, düşünce dünyalarına uyarlayarak yollarına devam ettiler. Zaman zaman buna da gerek görmeden bu sol siyasal dili kendi mücadelelerinde bire bir kullandılar. Aynı şekilde emek, iş güvencesi, işçi hakları, eşitlik, adalet, özgürlük, kadın hakları gibi sol literatürün temel kavramlarını bazen seçerek/eleyerek bazen de herhangi bir elemeye tabi tutmadan olduğu gibi aldılar. Çok zaman bölgesel, toplumsal, kültürel ve siyasal şartları hesaba katmadan bu terimleri kendi mücadelelerinde kullandılar.

Şunu da bir not olarak düşelim: 20.yy sol literatürünün başat terimlerinden, emek, özgürlük, eşitlik, adalet, bölüşüm gibi ifadeler, Müslüman literatürde de kendisine yer bulmaktaydı. Ancak bu terimler ilk birkaç on yıl hariç ne toplumsal hayatta ne de siyasi ve fıkhı literatürde kendine yer buldu. Bu terimler, genellikle günlük uygulama içerisinde (hem halk hem de devlet katında) sözlük anlamlarında kullanılır, ayrıca bir siyasi anlam yüklenmezdi. “Adaletin kestiği parmak acımaz.” atasözünde olduğu gibi rutin bir yargısal durumu ifade ederdi. Bu terimler, ne muhalif hareketlerin söylemlerinde, ne entelektüellerin/ ulemanın metinlerinde ne de adli/siyasi süreçlerde bugünkü kavramsal anlamında kullanıldılar. Yaklaşık 1400 yıl bu minvalde devam etti. Bin beş yüz yıllık tarihi süreçte ortaya çıkan ne Harici ve Şia gibi geleneksel muhalif siyasi yapılar ne Mehdi merkezli isyan hareketleri ne de diğer muhalif grupların hiç birisi bu terimleri merkeze aldılar, bu muhalif siyasi hareketlerin sloganları ve anahtar terimleri daha farklıydı çünkü bu grupların kendilerine atfettikleri misyon imparatoryal kültür kodlarının bir tezahürü olan lider kültü tezahürü ve beklenen kurtarıcı, mehdi ve mesihin ortaya çıkması biçimindeydi.

Ancak muhafazakâr hatta Selefi çizgideki bazı hareketlerin lider kadrosundaki kişiler (örneğin bazı İhvan sözcüleri, Mustafa Sibai) veya farklı çizgideki muhalif aydınlar (Hasan Hanefi gibi) daha seçmeci/ eklektik dil kullandılar: Onlar sol ve demokratik literatürden kendi dünyalarına uygun olanlarını seçerek, bunları kendi kültür ve anlayışları çerçevesinde yeniden yorumlayarak bir “İslam Sosyalizmi” veya “İslami Sol” kuramı oluşturmaya çalıştılar.

Birinci Bölüm İçin Tıklayınız

https://www.hertaraf.com/haber-egemen-kuresel-dil-olarak-sosyalizm-ve-musluman-zihindeki-tezahurleri-1-mehmet-yasar-soyalan-6658

(*) Bu yazı Üç aylık Yetkin Düşünce Dergisi’nin son(13) Sayısı’ndan alınmış olup, yazının diğer kısmı ise daha sonra sitemizde yayınlanacaktır.

Devam Edecek..

Kaynak:Yetki Düşünce Dergisi, 4. Yıl 13. Sayıs



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz