Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Çanlar savaş için çalıyordu

Halûk Uluhan, t24.com’da “Çanlar savaş için çalıyordu” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Çanlar savaş için çalıyordu

Ukrayna Kilisesi’nin Moskova Kilisesinden ayrılma töreninin ardından Haliç’te çanlar çalındı. Nasıl işlerdi o işler? Din işleri, devlet işleri…

İki bin küsur yıllık Hristiyanlığın ilk bin küsur yılında tek bir mezhep vardı: Hristiyanlık. “İkinci Roma”nın kurucusu Konstantin ve haleflerinden Teodosyus sonrası rahat bir nefes alan ilk Hristiyanlar 300 yıllık takibattan nihayet kurtulmuş ve bizim bugün Bizans dediğimiz, Hristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’nda 700 yıl daha serpilmişlerdi. Aramice-Süryanice konuşan İsa kültürü, Büyük İskender’in tohumlarını ektiği Helenistik coğrafya içinde gelişince, Hristiyanlık Grekçe konuşan bir din olmuştu. Roma İmparatorluğu’nun Batısı ise Latin kültüründen almıştı nasibini. Hristiyanlık haliyle önce doğuda sonra batıda yayılmıştı. Düzenlenen şûralarda defalarca kılı kırk yarmış ve alınan kararlara uymayanları kapı dışarı etmişleri. Bir “imparatorluk dini” oluşuyordu. Oluştu da. Roma İmparatoru artık Patrikle el ele vermişti. Roma demek Akdeniz Havzası demekti. Bu havzada beş Patriklik makamı vardı: Eski Roma (Roma), Yeni Roma (İstanbul), İskenderiye, Antakya ve Kudüs.

1054 yılında ünlü “makas” geldi. Aslında siyasi nüfuz ve önderlik çatışmasında olan iki başpiskopos, Roma ve Konstantinopolis müftüleri gelenek-görenek, kullanılan dil gibi şeyleri bahane ederek ayrıldılar. Esas konu ise kimin daha güçlü olduğuydu. Makas (Schisma), yani yol ayrımı, kolay yenir yutulur lokma değildi, çünkü karşılıklı aforozdu. Roma diğer dört merkezden ayrılmıştı, kendi yolunu çizecekti. Yer yerinden oynadı. Bundan böyle Roma Başpiskoposu zaten kullanageldiği “Papa” sıfatına daha çok sarıldı ve müritlerine Katolik dendi. Katolik Kilisesi oluşmaya başladı. Bundan böyle Konstantinopolis Başpiskoposu da kadim sıfatı olan Patrik diye anılmaya devam etti. Artık (ana hat olarak) iki Hristiyanlık vardı.

Gelenekler ve kullanılan dil o mezhebin, dinin yayılmasında ve kök salmasında çok önemli. Ahalinin anlamadığı bir dilde yayın yapan Tanrı’yı kimse anlamıyorsa o Tanrı kime hitap edecekti? Bu yüzden “ille de Grekçe” diye tutturmadılar. Coğrafî ve millî özelliklere göre otosefal (kendi başına) kilise organizasyonları oluştu. Gürcü, Arap, Yunan hepsi kendi dilinde ibadete ediyordu ve ayinleri de ufak tefek farklılıklar gösterebiliyordu. Yalnız, Grekçenin kültürel üstünlüğünü de korumak gerekiyordu kilisede. Bu yüzden, örneğin Bulgarlar “biz Yunanca anlamıyoruz, biz Bulgarız” diyerek ayrı otosefal bir Bulgar Kilisesi kurmak istediklerinde ve Osmanlı Padişahı da buna irade gösterdiğinde Rum Ortodoks Kilisesine sadece dişlerini gıcırdatarak bunu kabul etmek kalıyordu. Ayrılan her grup biraz da güç kaybıydı. Ayrılmasalardı iyiydi.

Bu büyük ayrılıkla -dile kolay- 910 yıl sürecek olan bir husumet dönemi başlayacaktı. Silahlanmış ve bilenmiş Katolik Avrupalıların Haçlı Seferleri dediğimiz organizasyonlarla “kâfir” Doğu’ya saldırmaları başlamıştı. Derebeyleri sefil halk kitlelerini önlerine katıp Doğu’ya yürüyorlardı. İsa Peygamber zamanından beri Kutsal Topraklar’da kalmış ne varsa alıp “gerçek” Hristiyanlık merkezi Roma’ya götürmekti bahaneleri. Hatta bu seferlerden dördüncüsünde, 1204 yılında Konstantinopolis’i fethetmişti Haçlılar. Birinci Roma’nın emrindeki ordular İkinci Roma’yı ele geçirmişlerdi. Müslüman Türkler henüz yeni yeni yerleşiyordu Anadolu’ya o sıralarda.

Ortodoks “doğru yol” demek ve birçok Hristiyan mezhebi kendisini böyle tanımlayabiliyor çünkü herkes kendine göre doğru yolda.

Hristiyanlaşmış Doğu Roma dönemine ise tarihçiler bugünden geriye baktıklarında “Bizans” derler. Halbuki o zamanın “Bizanslısına” bir sokak röportajında nereli olduğunu sorsaydık muhtemelen kendisini “Rhoma” olarak nitelerdi, yani “Rum”.

Tarihsel gelişmede Slav dünyası İstanbul’dan yola çıkılarak Hristiyanlaştırılmış. Selanikli Aziz Kiril ve arkadaşı Metod 9. yüzyılda zamanın Bizans İmparatoru ve Patriğinin izinleriyle Moravya’da Slav Hristiyanlığının temellerini atmışlar. Kiril Alfabesi de bu Kiril Hazretlerinin eseri. Yazı önemli, yazı olmadan bilgi yayılamıyor. Kiev’de kurulduğu 988 yılından beri Fener Patrikhanesine bağlı bir Rus-Ortodoks Kilisesi varmış. Metropolitliği (yönetimi) 1326 yılında Kiev’den Moskova’ya taşımışlar ve 1448 yılında kendilerini otosefal ilân etmişler. 1589 yılında Moskova’da toplanan şûra bir patrikhane kurulmasına karar vermiş. Akabinde, 1590 yılında İstanbul’da toplanan şûra da kilise hukukuna uygunluğunu onaylayınca her şey tekrar rayına oturmuş. Bizim “deli” dediğimiz Çar Büyük Petro 1721 yılında patrikhaneyi lağvetmiş, Rus Kilisesini ve Kutsal Şûrasını devlet gözetimine almış. 1917 Ekim Devrimi ile tüm dini yapılanma yenilenmiş. Velhâsıl bir türlü huzura kavuşamamış Rus Ortodoks Kilisesi. Tüm bu gelişmeler Kiev ile Moskova kiliseleri arasındaki iktidar çatışması gibi görünse de aslında Rusya iç çekişmeleri ve siyasi coğrafyanın kayması ile ilgili.

Fatih fetihten sonra Gennadios’a Patriklik beratını ve asasını veriyor

Osmanlı Padişahı II. Mehmet 1453’te Konstantinopolis’i aldı ve başkent yaptı. Kendisine “Kayzer-i Rum” dendi, yani “Roma İmparatoru”. Hatta Katolik Papalık çok sevindi bu işe, çünkü bir Müslüman Türk, düşmanları olan Ortodoksları yenmişti. Tam da bu fetih üzerine Moskova, Ortodokslar üzerindeki prestijini artırmış ve III. İvan zamanında Moskova’nın “Üçüncü Roma” olduğu tezi ortaya atılmış. Ruslar kendilerini Roma ve Bizans imparatorluklarının varisi ve tüm Ortodoksların koruyucusu olarak görmeye başlamış, Moskova Patrikhanesi’ni Fener Rum Patrikhanesi’nin üzerinde görmüşler. Buyurun Fener ve Moskova arasındaki liderlik rekabetine! Bu görüşe göre Ortodoks dünyasının asıl lideri Moskova’dır. Ne de olsa İstanbul’daki birkaç bin kişilik Fener cemaatine karşın Moskova’nın 200 milyondan büyük cemaati vardır.

Fener Rum Patrikhanesi ya da Kostantiniyye Ekümenik Patrikhanesi, Ortodoks Hristiyanlığı temsil eden Doğu Ortodoks Kilisesi’ni oluşturan 14 otosefal kiliseden biri, ama en önemlisi. Buranın Patriği diğer Doğu Ortodoks episkoposları arasında “Primus inter pares” (eşitler arasında birincisi) unvanını taşır ve tamamıyla özerk olan otosefal kiliselere müdahale etmez. Buna rağmen dünyadaki yaklaşık 300 milyon Ortodoks Hristiyanın temsilcisi ve dini lideri olarak görülür, yani ekümeniktir. Ekümenik, cihanşümul, tüm dünyayı kapsayan anlamına gelir. Kendilerini böyle tarif etmektedirler, 6. yüzyıldan beri bu böyle.

Birinci Dünya savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde azınlıkların durumu Lozan Anlaşmasında tespit edilmiştir. Türkiye’nin bakış açısıyla ise Fener Patrikhanesi sadece İstanbul Rumlarının ruhani ihtiyaçlarını karşılayacak bir kurumu. Bu da diğer tarif. Birilerinin ekümenik diye anlayarak etki çapını genişlettiği, diğerlerinin İstanbul ile sınırladığı Patrik anlaşmalara göre Türk vatandaşı olmak zorunda.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Yalta Konferansı’nda Avrupa’nın paylaşılması Roosevelt’i çok mutlu etmemiş olmalı. Stalin önderliğindeki “komünist-ateist” SSCB Doğu Avrupa’da kendisine peyk devletlerden bir tampon bölge oluşturmuş, adını da Demir Perde koymuştu. Amaç, Batı’dan olası saldırılara bu tampon bölgede cevap vermekti. Batı ise başka bir silaha davrandı: Din.

Ama neydi bu Hristiyanların durumu böyle? Katoliklerle Ortodokslar yüzyıllardır küs, hatta düşmandılar. Nasıl olacaktı da ateist Sovyetlerin içindeki Ortodoksluk, Katolik Polonya’nın içindeki Hristiyanlık gıdıklanacaktı? Barışmaları gerekiyordu. Sıcak savaş bitmiş, soğuk savaş başlamıştı. 1948 yılında Fener Rum Patriği Maximos öldü. Yerine kimse seçilemiyordu. Çünkü T.C. vatandaşı ve gerekli eğitimi almış bir aday yoktu. Bir aday bulundu, ABD vatandaşı Athenagoras. Yeşilköy havaalanında uçaktan inmeden kendisine Türk vatandaşlığı tevdi edilmişti.

Ortodoks Ruslar artık ateist bir ülkede yaşıyorlardı. Hemen Batılarında Katolik Polonya vardı. Haritada Polonya’dan güneye doğru inildiğinde ya Katolik ya da Ortodoks milletler vardı. Ama hepsi “Sovyet boyunduruğu” altındaydı. Avrupa’nın en güneydoğusunda küçük ama imanı kuvvetli Ortodoks Yunanistan vardı. Onun da doğusunda Müslüman Türkler yaşıyordu. Türkiye de dahil tüm Batı Avrupa’yı içine alan Kuzey Atlantik Paktı NATO kuruldu. Müslüman Türkiye hemen NATO’ya alındı.

Türkçe bilmeyen Patrik Athenagoras zamanının Papası VI. Paul ile 1964 yılında Kudüs’te buluştu. Karşılıklı olarak aforoz kaldırıldı ve 910 yıllık düşmanlık sona erdi. Sovyetler’e karşı din silahı ateşlenebilirdi artık.

Buradan Polonyalı bir Papa’ya, Polonya tersane işçilerinin direnişine, Çekoslovakya, Macaristan ve Doğu Almanya’da insanların kiliselere akın etmesine ve Gorbaçov’a uzanan bir yay çizilebilir istenirse. Konu inanç özgürlüğü olunca akan sular duracaktır ne de olsa.

Nitekim SSCB çöktü.


Fener Patrikhanesi 2018, Yuroşenko ve Bartolomeus

Son 30 yıldır NATO’nun Doğu Avrupa’da nüfuz alanını genişletme arzusu aşikâr – “genişlemeyeceğiz” denmesine rağmen. Önce bir Ukraynalılık kimliği oluşturmak gerekti. Halbuki dilleri de bir, dinleri de. Nasıl olacak da yeni bir “ulus” yaratılacak? Bari din meselesini biraz daha kurcalayalım. Henüz 2018 yılında Ukrayna Kilisesi resmi olarak Moskova Patrkihanesi’nden ayrılıp otosefal bir kilise olarak kabul gördü. İmzalar İstanbul’da Haliç kıyısında atıldı. Yüz küsur sene önce Bulgarlar ayrılmak isterken “aman ayrılmayın” diyen Ekümenik Patrikhane bu kez Ukraynalılara “ayrılın” diyordu. O günlerde Türkiye Dışişleri Bakanlığı da çok üzerlerine vazifeymiş gibi “tabii, destekliyoruz bu ayrılığı” gibilerinden demeçler sallıyordu.

Ukrayna Kilisesi’nin Moskova Kilisesinden ayrılma töreninin ardından Haliç’te çanlar çalındı.

Nasıl işlerdi o işler? Din işleri, devlet işleri…

 

Kaynak: Farklı Bakış



Anahtar Kelimeler: Çanlar savaş çalıyordu

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz