Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Bu normalleşmeyi nereden hatırlıyoruz?

Yıldıray Oğur'un SERBESTİYET'teki yazısı;

Bu normalleşmeyi nereden hatırlıyoruz?

 

Çok güçlü bir iktidarın göklerden fanilerinin arasına inmesinin kendisi bile normalleşme demek oluyor. Ve bu bizim tarihimizde daha önce de yaşanmıştı. Üstelik bu kez göklerden fanilerin arasına inen 24 yıllık CHP iktidarıydı. Tamamen benzemiyor, kabul. Ama benzerlik beynimizin çalışmayan hücrelerini harekete geçiriyor.

Erdoğan-Özel görüşmesinden sonra siyasette normalleşme ve yumuşama rüzgarları esiyor.

 

Muhalefet cephesinin bir kısmında hâlâ demode “iktidara meşruiyet sağlamayalım” itiraz sesleri yükseliyor. 22 yıllık bir iktidarın meşruiyetini kendince görmeyecek kadar gerçeklerden kopmuş bir kibrin, neyse ki müşterisi artık az.

Özgür Özel’in genel başkan olarak öne çıkmasının ise, ikinci geleneksel ‘muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olacak’ olimpiyatlarını başlattığı anlaşılıyor. Bir seçim kaybettiren hizipleşmenin tadı damaklarda kalmış demek.

İktidar cephesinde ise itiraz sesleri kulaklarla duyulamayacak desibelde çıkıyor. Ekmeğini ve itibarını kutuplaşmadan çıkaranlar, mevsim normallerinin üzerindeki normalleşmeden rahatsızlar.

Bazı gazeteciler görüşmede Özel’in Erdoğan’dan talepleri diye gönüllerden geçen her şeyi yazmışlar. Onların yazdıklarına bakılırsa Özgür Özel, bildirisini okuyup salonu terk etmiş.

Halbuki anlaşılan bu görüşmenin önemi ve gündemi görüşmüş olmaktı. Ve görüşmeden çıkan en somut ve değerli sonuç da iade-i ziyaret oldu.

 

Erdoğan’ın 18 yıl sonra ilk kez CHP genel merkezine gidecek olması, içinde yaşadığımız anormal şartların bir özeti aslında.

Ama bu anormal şartları sadece iktidara yıkmak haksızlık olur.

Son görüşmenin 2006’da yapılmış olması çok şey anlatıyor. Çünkü 2006’ya kadar Meclis’te AK Parti ile AB reformları yapan bir CHP varken, o tarihten sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini krize çeviren; e-muhtıraları, hukuk dışı 367 kararlarını, AK Parti’ye kapatma dâvâlarını, başörtüsü yasaklarını destekleyen bir CHP gelmişti.

İlişkiler uzun yıllar bu yüzden koptu. Ama 2015’te Davutoğlu’nun genel başkanlığı döneminde koalisyon görüşmesi yapacak kadar iki parti yakınlaştı.

Gerisi zaten malum.

Erdoğan, süper yetkili bir Cumhurbaşkanı olarak Meclis’ten uzaklaştı, diğer parti genel başkanlarıyla eşit ilişki kurmaktan uzak durdu.

 

Özel görüşmesindeki üçüncü koltuk onun simgesi.

Ama iade-i ziyaret zorunlu olarak eşit ilişkiye dönüş olacak.

Bunu da demokrasiye borçluyuz. Tabii bir de CHP’nin gözardı edilemeyecek politik gücüne.

Bu güç nedeniyle 14 Mayıs öncesi Erdoğan, YRP Genel Merkezi’ni de ziyaret etmişti.

Çok güçlü bir iktidarın göklerden fanilerinin arasına inmesinin kendisi bile normalleşme demek oluyor.

Ve bu bizim tarihimizde daha önce de yaşanmıştı. Üstelik bu kez göklerden fanilerin arasına inen, 24 yıllık CHP iktidarıydı.

Tamamen benzemiyor, kabul. Ama benzerlik beynimizin çalışmayan hücrelerini harekete geçiriyor.

İkinci Dünya Savaşı bitmiş; savaşı faşizmlere karşı demokrasiler kazanmıştı.

Savaşta tarafsız kalan Türkiye, son anda kazananlar cephesinde yer almıştı ama bu muzafferler cephesine kabulüne yetmemişti.

 

Demokrasiler kulübüne kabul edilip San Francisco’daki konferansa davetiye alabilmek için, o günlerin tabiriyle “Şeflik” rejiminden çok partili demokrasiye geçilmeliydi.

Sadece kazananlar kulübüne kabul için değil, ülkenin bekası için de bu şarttı.

Savaşın kazananlarından Sovyetler, savaş ganimeti olarak Türkiye’den Boğazlar’da imtiyaz ve kuzey illerinden toprak talep ediyordu. Bu komşu süper gücü dengelemek ve durdurmak için Türkiye’nin Batı’nın desteğine ihtiyaç vardı.

Ayrıca bütün Avrupa’yı yıkmış savaş, Türkiye’yi de yoksullaştırmıştı, pek çok alanda kıtlık vardı. Tarım, sanayi çökmüştü. Hollanda gibi Türkiye için de tek çare ABD’nin yardım programına dahil olmaktı, bunun şartı da demokratik rejimdi.

Öyle de yapıldı.

Çok partili hayata geçildi, partilerin kurulmasına izin verildi ve Türkiye San Francisco Konferansı biletini kaptı.

 

Sırada, Sovyetlere karşı Batı’nın koruma kalkanına girmek ve ABD’nin bütün Avrupa’ya vereceği askeri ve ekonomik Marshall Yardımları’ndan almak vardı.

Bu motivasyonlarla demokrasi arabasının tekerleri yavaş yavaş dönmeye başladı.

Ama 21 Temmuz 1946’daki ilk çok partili seçimde demokrasi arabası yolda kaldı.

Hileler ayyuka çıkmış, açık rey, gizli tasnifle seçime gölge düşmüştü.

Günlerce tartışmalar sürdü. Sert açıklamalar yapıldı.

DP, Meclis’e küçük bir grupla girdi ama iktidar tehlikenin daha büyük olduğunun farkındaydı.

Peki 23 yıllık CHP tek parti iktidarı şimdi ne yapacaktı?

Normalleşme mi, sertleşme mi olacaktı?

Milli Şef İsmet İnönü, başbakan tercihiyle önce sertleşmeyi seçti.

CHP’nin en sert genel sekreteri Recep Peker, başbakan olarak kabineyi kurdu.

Önce ekonomide kemer sıkma politikaları başladı. TL’nin değeri devalüasyonla düşürüldü.

Sonra iç ve dış şartlar ileri sürülerek İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’nde sıkıyönetim altı ay uzatıldı.

DP’lilere göre bunun sebebi mitingleri, siyasi faaliyetleri engellemek, gazeteleri kolayca kapatmaktı.

Komünist tevkifatları başladı, gazeteler ve dergiler kapatıldı.

DP ile CHP iktidarı arasındaki gerilim ise Meclis’teki ilk bütçe görüşmesinde zirveye ulaştı.

Başbakan Recep Peker’in konuşması üzerine söz alan DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes, tasarruf tedbirlerini eleştirince Peker tekrar kürsüye çıktı ve şöyle dedi:

“Muhterem arkadaşlarım, Demokrat Parti adına dinlediğiniz Adnan Menderes’in sesinde kötümser ve psikopat bir ruhun mariz karanlıklar içinde şanlı bir milletin ve arkada bıraktığı karanlıklardan azametli, şan ve şerefli bir istikbale gitmek azminde bulunan kudretli bir devletin hayatını bir boşluk halinde ifade eden ruh hâletinin akislerini dinledik.”

Peker, açık açık Menderes’e “psikopat” demişti.

DPliler Meclis’i terk etti.

Gerilimi azaltmak için Cumhurbaşkanı İnönü devreye girdi, Peker ve Bayar ile görüştü.

Ama gerilim azalmadı.

DP, Ocak 1947’deki Ankara’da 800 delegenin katıldığı, ABD ve İngiliz elçiliklerinin temsilci gönderdiği ilk kongresinde Hürriyet Misakı’nı yayınlandı.

Bayar’ın okuduğu misakta dört konuda adım atılması isteniyordu:

“DP üzerinde devlet baskılarının kaldırılması

Anayasa’ya aykırı olan kanunların kaldırılması

Parti başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığının ayrılması

Seçim kanununun değiştirilmesi.”

Adının misak yani yemin olmasının sebebi ise eğer iktidar bu adamları atmazsa DP’nin Meclis’ten çekileceğinin ilan edilmesiydi.

Hürriyet Misakı, CHP’lileri çok öfkelendirdi.

CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran, parti teşkilatına bir yazı göndererek kongre için “ülkeye zehirli telkinler saçılan zehirli propaganda” dedi, kongrenin CHP’ye karşı “içlerindeki sönmez kini gösterdiğini” söyledi.

Misak’a Başbakan Peker’in cevabı da çok sert oldu.

Peker, “İstiklal Mahkemeleri kanununun hala yürürlükte olduğunu” hatırlattı.

Menderes, bu sert hatırlatmaya sert bir cevapla karşılık verdi:

“Memlekette demokrasi devrini açıyoruz, iddiasını ileri sürenler bu devri hile fesat ve zor kullanma temeli üzerine kuracaklarını farz ediyorlar.”

Bu konuşma üzerine CHP, Menderes’in dokunulmazlığının kaldırılmasını talep etti. Komisyon dokunulmazlık dosyasını incelemeye başladı.

Bu arada 1947’de o zamanların belediye seçimleri olan muhtarlık seçimleri yapıldı. Seçimler bir kez daha skandala dönmüştü.

Muhalefet, bazı yerlerde seçimlerden çekildi, Arslanköy gibi örneklerde direnişler yaşandı.

Başbakan Recep Peker ile DP Lideri Celal Bayar arasında dozu artan sert münakaşalar yaşanıyordu.

Peker, DP’lileri Milli Şef’e saygı göstermemekle, Atatürk aleyhine olmakla, tahrikle, kışkırtmayla, bozgunculukla, ihtilale teşvik etmekle suçladı, CHP’liler DP için “ihtilal komitesi” demeye başlamışlardı. DP yanlısı gazeteciler tutuklanıyor, muhalefete baskılar artıyordu.

1,5 yıllık demokrasi büyük bir risk altındaydı.

Ama Türkiye’nin demokrasiden vazgeçme lüksü yoktu.

Aynı günlerde DP-CHP gerilimi dışında manşetlerde iki haber daha yer alıyordu.

Birincisi ABD’yle süren Marshall Yardımları görüşmeleriydi. Her gün askeri ya da sivil bir ABD heyeti Türkiye’ye geliyor, Amerika ve İngiltere ile dostluk gösterileri yapılıyordu.

ABD ordusunun Türk ordusuna hibe ettiği gemi, uçaklar gelmeye başlamıştı.

İkinci haberler ise Paris mahreçliydi. Savaşın ardından müttefik Sovyetleri hizaya getirmek için Paris’te görüşmeler sürüyordu. İngiltere, Fransa ve ABD’nin Sovyetler’i vazgeçirmeye çalıştığı başlıklar arasında Türkiye ile ilgili talepleri de vardı.

Siyasetçilerin ve gazetecilerin Amerikancılık, anti-komünizm duygularının en güçlü olduğu zamanlardı. Hasan Ali Yücel, DTCF hocaları gibi pek çok kişi hakkında da komünist cadı avı sürüyordu.

Yani Türkiye’nin demokrasiden vazgeçme lüksü yoktu.

İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü devreye girdi.

Başbakan Recep Peker ve DP Lideri Celal Bayar’la görüşmeler yaptı.

Önce İnönü’nün CHP liderliği ve üyeliğinden ayrılarak tarafsız bir Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili bir anayasa değişikliği gündeme geldi. Değişiklik önerisi gazetelerde bile yayınlandı.

Sonra İnönü’nün sadece genel başkanlıktan ayrılıp, basit bir CHP üyesi olarak kalacağı yazıldı. Hatta yeni genel başkan adayları bile tartışılmaya başlandı.

Ama bunlardan daha sonra vazgeçildi.

Nihayet 11 Temmuz günü Cumhurbaşkanı İnönü, radyodan halka seslendi, önce Peker ve Bayar ile yaptığı görüşmeler hakkında ayrıntılı bilgi verdi, sonra da şu tarihi sözleri söyledi:

“Benim, bu son dinlediğim karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.

İdare mekanizması, yani Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı bile şüphe götürür idi.

Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa götürmez. Fakat, meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.

Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin, onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır.”

Konuşma 12 temmuz günü gazetelerde yayınlandığı için 12 Temmuz Beyannamesi adını aldı.

yeni-proje-10.jpg

Bu açıklamayla parti-devlet sistemi resmen olmasa da fiilen bitti. İktidarın barışçıl olarak seçimlerle devredileceği en yetkili kişi tarafından teminat altına alındı.

12 Temmuz Beyannamesi’nden sonra Başbakan Recep Peker bir süre ortadan kayboldu, izne çıktı.

Kısa bir süre sonra da sertlik politikaları Milli Şef’ten veto yiyen Recep Peker kabinesiyle birlikte istifa etti.

Hasan Saka başbakanlığında yeni ve mutedil bir hükümet kuruldu.

Beyannameyi, reformlar izledi.

Yeni hükümet savaş nedeniyle 7 yıldır devam eden sıkıyönetimi kaldırdı. İstiklal Mahkemeleri lağvedildi. Partilerin kuruluşunu düzenleyen Dernekler Yasası liberalleştirildi.

Kasım 1947’deki CHP Kurultayı’nda parti programında değişiklikler yapıldı, partinin çizgisi siyasi merkeze taşındı.

Parti okulları haline gelmiş Köy Enstitüleri ve Halkevleri’nin statüleri değiştirildi.

İlahiyat kökenli Şemsettin Günaltay başbakanlığa getirildi.

İlahiyat fakültesi ve imam hatip okulları kuruldu. Bazı türbelerin açılmasına izin verildi.

Nihayet en önemli adım olarak seçin kanunu değiştirildi ve 21 Şubat 1950’de demokratik seçimlerin güvencesi olan Yüksek Seçim Kurulu kuruldu. Radyoda muhalefete de yer verilmeye başlandı.

Bu reformlarla Türkiye Batı ittifakının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Marshall Yardımları kapsamına girdi; ordu, sanayi ve tarımda ciddi yardımlar gelmeye başladı.

1949’da kurulmasından hemen sonra NATO üyeliği için başvuruldu.

CHP hem sağa ve dindarlara açıldı hem iktidar yumuşadı, siyaset normalleşti.

CHP, bu açılımlarla iktidarını koruyabileceğini düşünmüştü ama iş işten çoktan geçmişti.

1950’de özellikle YSK’nın kurulması ve serbest seçimlerin yapılması DP’yi iktidara getirdi.

Bugün şartlar tam olarak aynı değil.

Aynı olanlar; 22 yıllık yorgun ve bir şey yapmazsa seçimleri kaybedebilecek bir iktidar ve normalleşmeyi zorlayanın yine demokrasiye duyulan büyük aşk değil, ekonomik şartlar olması.

En büyük fark ise 22 yıllık güçlü iktidarın sandıktan ikinci çıkması, büyükşehirleri seçimle kaybetmesi.

Kaybettiği seçimlerde oyların çalındığı, Suriyelilerin oy verdiği gibi safsatalarla kendini teselli eden muhalefet de kazandığı seçimlerin keyfini çıkarıyor.

Yine bir fark; bugün normalleşmeye en çok muhalefetin değil, iktidarın ihtiyacının olması.

İktidarını korumak, daralan ve su kaçıran havuzunu genişletmek için tasfiyeciliği, içe kapanmayı, düşman kazanmayı bırakması gereken taraf, 22 yıllık iktidar partisi AK Parti.

12 Temmuz Beyannamesi siyaseti normalleştirmişti. Bakalım Mayıs görüşmesinin yarattığı ılımlı rüzgarlar Türkiye gemisini nereye kadar taşıyabilecek.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER