Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ayten Durmuş: Gılgamış Destanı’nın Kültür ve Medeniyetimize Etkilerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi (*)

Ayten Durmuş, hertaraf.com’da ” Gılgamış Destanı’nın Kültür ve Medeniyetimize Etkilerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi (*)” başlıklı bir yazı kaleme aldı

Ayten Durmuş: Gılgamış Destanı’nın Kültür ve Medeniyetimize Etkilerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi (*)

Gılgamış Destanı, şu an itibariyle insanlık tarihinin en eski yazılı metni kabul edilmektedir. Bu nedenle farklı yerlerde, farklı zamanlarda yapılan kazılarda bulunan tabletler bir araya getirilerek destanın tam metni oluşturulmaya çalışılmaktadır. Önemli bir kısmı bir araya getirilmekle birlikte tabletlerin bir kısmındaki ufalanma nedeniyle bu destanın bazı bölümlerinde ana dokuyu etkilemeyecek eksiklikler bulunmaktadır.

Sümerlere ait bu destan üzerinde tarihi önemi nedeniyle çok fazla çalışma yapılmış, destanda geçen ne varsa farklı bilim alanları tarafından değerlendirilmeye alınmıştır. Bazı bilim insanları ise destandaki bazı bölümlerin kutsal metinlere denk düşen yerlerine atıfta bulunarak buralardan ‘din adına’ çıkarımlarda bulunmaya çalışmışlardır. Tüm bilim alanlarında bu destandan hareketle yapılan çıkarımlar gibi ‘din adına’ yapılan çıkarımlar da -ne yazık ki- bu çalışmaları yapan kişilerin ‘varlığa’ bakışında temel olan bireysel inanç ve değerlerinden bağımsız olamamaktadır. Bu destanla ilgili olarak sıkça dile getirilen en önemli iddia, destanda anlatılan bazı olay ve durumların sonraki nesillerin hafızasında kaldığı, bunların da önce Tevrat’ta ve İncil’de daha sonra da Kur’an’da nakledildiği görüşüdür. Bu eseri dilimize kazandıran çevirmen de bu görüşü paylaşarak: ‘Üç kutsal kitabın içerdiği bilgilerin hiçbiri ‘gökten inme’ değildir. Bir örnek: Kur’an’da bir sayfalık, Tevrat’ta ve İncil’de iki-üç sayfalık yer tutan Tufan söylencesi Sümerlerden kalma, hem de çok ayrıntılı bir öykü olarak: tam 327 dize.’ (s.xı) demektedir.

Biz bu yazımızda, -bu iddiadan hareketle- bu önemli ve değerli destanın kültür ve medeniyetimize olan etkilerini, Kur’an’a denk düşen yerlerini belirlemeye ve bunlardan hareketle bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. 

Sümerler Hakkında Ulaşılan Bazı Bilgiler Şöyledir:

Sümerlerin Kökeni: Sümerler MÖ. 5000’lere doğru, Dicle-Fırat çevresinde, Aşağı Mezopotamya’da görülmüş bir halktır. Önceleri Hindistan’ın İndus yöresinden deniz yoluyla geldikleri sanılırken bugün Kafkasya’dan indikleri ileri sürülmektedir. Bugünkü bulgulara göre MÖ. 7500’lerdeki küresel ısınma sonucu eriyen buzullarla denizler yükselmiş, çukurlar dolmuş, bazı iç denizlerin birbirine bağlanması söz konusu olmuş, pek çok yaşam alanı da sular altında kalmıştır. İşte destanda uzun uzun anlatılan ‘tufan’ olayı, bu göçe neden olmuştur, denilmektedir.

Sümer Dili: İnsanlık tarihinde geliştirilmiş resim-yazı denilen ilk yazıyı da Sümerler MÖ. 3500’lerde bulmuş; bu yazı geliştirilerek MÖ. 2500’lerde bugün adına ‘çivi yazısı’ denilen yazıya dönüşmüştür. Bu yazı, sertleşmiş kil yüzeye, sivri uçlu aletlerle yazılan bir yazıdır. Son 150 yıl içinde bulunan ve ‘tablet’ adı verilen üstü yazılı killerden güneşte kurutulanları zamanla ezilip ufalanmış ancak pişirilen tabletler, üzerlerinden geçen yüzyıllara dayanmıştır. Sümerlerin kullanıldığı dil, bugün yapılmış olan dil tasniflerinden yani tek heceli, ek bükümlü veya kök bükümlü dillerden hiçbirine girmemektedir. Bazıları, yapısı kendine özgü olan Sümercenin, Türkçeye yakın olduğunu ileri sürerek bazı sözcükleri delil göstermektedirler: Ör: Sümerce ‘dingir: tanrı’, sözcüğü Orta Asya Türkçesindeki ‘tengri’ sözcüğüyle aynı köktendir, demektedirler.

Sümerlerin Kültür ve Medeniyet Düzeyi: Tabletlerden ulaşılan sonuçlara göre Sümerler, gökcisimlerinin birbirine uzaklıklarını, devinimlerini hesaplamakta büyük bir başarı göstermişlerdir. Toprak bölüşümü ve ürün paylaşımı konularında ölçülere sahip oldukları anlaşılmaktadır. İyonyalı matematikçi Tales’in (MÖ VII-VI) ünlü teoremlerini, ondan bin beş yüz yıl önce çözmeyi bildikleri ifade edilmektedir. Dahası Sümerler, daireyi 360 derece, günü 24 saate bölmüşlerdir. Bu ve benzeri bilgiler onlardan dünyaya yayılmıştır, denilmektedir. Fırat-Dicle çevresindeki verimli topraklarda bir sulama düzeni oluşturmuşlardır. Çinicilik sanatını icat etmişler, bulundukları coğrafyada taş ve mermer çıkmadığı için pişmiş topraktan taş/tuğla yapımını geliştirmişlerdir. Destanda sıkça söz edildiği gibi ağaçlardan gerekli eşyaları yapmakta ve ‘altın, bakır, gümüş, tunç’ gibi madenleri işlemektedirler. Sıfırdan kentler kurmuşlar ve kurdukları her kentin ortasına da bir mabet yapmışlar; bu mabetleri de kabartmalarla ve çinilerle süslemişlerdir. Kurdukları kentler arasında yollar yapmışlar, diğer ülkelere gidecek yolları da açarak bu ülkelerle ticaret yapmışlardır.

Sümerlerin İnançları: Gılgamış’ın yöneticisi olduğu Uruk kenti, Gök Tanrısı An ve eşi İnanna adına dikilmiş Eanna Tapınağına sahiptir. Sümer krallarının adlarını içeren bir yazıttı şu bilgi bulunmaktadır: ‘Tanrısal Lugalbanda, bir çoban 1200 saltanat sürdü. Tanrısal Dumuzi, bir balıkçı, Eriduda doğdu 100 yıl saltanat sürdü. Sonra Gılgamış, 126 yıl saltanat sürdü. Ur-Nungal, Gılgamış’ın oğlu, 30 yıl saltanat sürdü.’(s. xxi). Tabletlerde yöneticilerin tanrısal niteliklerinden söz edilmekte ancak bu nitelikler çok tanrılı bir inançtan kaynaklanmamaktadır. Sümerlerde bulunan Gök Tanrı inancı, Göktürklerin inancıyla yakınlık arz etmektedir; yerdeki hükümdar ve onun görevlendirdiği kişiler onun adına hüküm sürer. Yazıtta sözü edilen kişiler, tanrıdan (tanrısal kut denilebilecek) yöneticilik görevini almış kişilerdir. Adına tapınak dikilen An ve İnanna, Gök Tanrı’nın yeryüzünü yönetmekle görevlendirdiği, karı-kocadır ki bunların kral ve kraliçe olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar adına kentlerde yönetimde görevlendirilenler de tanrısal gücü kullanan kişilerdir. Bu nedenle destan sanıldığı gibi çok tanrılı bir inanca ait değil; tersine kullanılan unvanlar, Gök Tanrı’nın egemenliğinin paylaşımına işaret olan sözcüklerdir. Çünkü destanda bu unvanları kullanan kişilerin Tufan bölümünün sonunda kendilerinin ifadesiyle ‘Yaratan Tanrı’ değil, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş gücü kullanan yöneticiler olduğu görülmektedir. Bu anlatımları doğru anlayabilmek için günümüzden bir örnek: Sultanahmet Camii veya Mihrimah Sultan Camii denilince ne anlaşılıyorsa o günkü mabet adlarından da aynısı anlaşılmalıdır.

Gılgamış Destanı: Bu destan, günümüzden 5000 yıl önceye aittir. Yunan destanı İlyada’dan, Hint destanı Mahâbhârata’dan 1500 yıl önce yazıya geçirilmiştir. Yazıyı bularak insanlığa armağan eden Sümerlere ait 12 tabletten oluşan bir destandır.

Destan’ın Konusu: Yaşama sevgisi, ölüm korkusu, yiğitlik, aşk, cinsellik, topluma adanma gibi insanlığın en temel duygu ve durumlarıdır.  

Destanın Ölçüsü: Destanla ilgili önemli bir bilgi ise bu destanın Divan Edebiyatımızda bahr-i recez’ denilen ‘Müstef’ilün Müstef’ilün’ ölçüsünde oluşudur. Bu da Sümerlerden kalma tarihin -bilinen- en eski destanı olan Gılgamış Destanı’nda kullanılan aruz ölçüsünün köklerine işaret etmesi bakımından önemlidir.

Destanın Alanı: Mezopotamya bölgesidir.

Destanın Oluşum ve Yazımı: Okunabildiği kadarıyla destanda yaşamı konu edilen Gılgamış MÖ. 3000’lerdeki ilk Sümer bölgelerinden Uruk kentinin kralıdır. Sonraki yüzyıllarda Gılgamış efsanevi bir kimlik kazanır ve onun hakkında anlatılanlar, Asur daha sonra Babil döneminde yazıya geçirilir. Orta Asur döneminde destan yeniden yazılır ve tüm bölge dillerine çevrilir. Büyük İskender döneminde yeniden ve son biçimiyle yazıya geçirilir. Bu destan, bu tarihten sonra dönemin kültür ve medeniyetiyle birlikte 2000 yıl boyu insanlığın belleğinden silinir ve derin bir karanlığa gömülür.

Destanın Bulunuşu: Osmanlı Devletimiz döneminde Mezopotamya bölgesinde Fransız ve İngilizler 1839’da başlayan, 1842, 1847, 1852 yıllarında sürdürülen arkeolojik kazılar yapmışlardır. Bu kazılarda, kendi döneminin kütüphanesi sayılabilecek odalarda 75 bin tablet ve yüzlerce heykel bulunmuştur. Kazılarda bulunan ve görüntüsü nedeniyle ‘tablet’ adı verilmiş üstü yazılı killerden güneşte kurutulanların bazı bölümleri zamanla ufalanmış ancak pişirilenleri üstünden geçen zamana dayanmıştır. İşte Gılgamış Destanı da kazılarda bulunan bu tabletlerde yer almaktadır. Tarihin en eski yazılı metni kabul edilen bu destan, bölgenin farklı yerlerinde yapılan kazılarda bulunan tabletlerdeki metinler bir araya getirilip karşılaştırılarak tamamlanmaya çalışılmaktadır. Önemli bir kısmı bir araya getirilmekle birlikte tabletlerdeki ufalanma nedeniyle bazı bölümleri okunamamaktadır. Ne yazık ki buralarda yapılan kazılarda bulunan tüm eserlerin Louvre ve British Museum’da bulunuyor olması da coğrafyamız ve ülkemiz adına önemli bir kayıptır.

Destanda Geçen Önemli Kişiler:

Gılgamış (Anlamı: O ki her şeyi gördü) : Ninsun isimli dindar bir kadınla şeytandan dünyaya gelmiştir. İki bölümü tanrısal, bir bölümü insandan oluşan üçlü bir yapıya sahiptir. Gılgamış, Uruk kentinin kralıdır.

Ninsun: Gılgamış’ın annesidir. Kendisine ‘Kutsal İnek’ denilen bilge bir tanrıçadır. Tanrıçalığı güç sahibi oluşundandır. İneğe kutsallık atfedilmesi, tarım hayvancılıkla geçinen toplumlarda genel olarak görülen bir durumdur. Bu kutsama, tarımın öküzle yapılabilmesi ve insanın yiyeceklerinin bir kısmının inek yoluyla yapılabilmesi nedeniyledir. Bu görüş, Mısır ve Hindistan gibi tarım toplumlarının genel görüşlerine uygundur.

Enkidu (Anlamı: Enki tarafından yaratıldı): Çölde, kilden oluşmuş, hayvanlar arasında büyümüş, hayvanlarla yaşayan bir erkektir. Avcıların tuzaklarını bozup birlikte yaşadığı vahşi hayvanları avlayamamalarına neden olduğu için bir avcı tarafından yöneticilere şikâyet edilir. Bunun üzerine Enkidu’nun insanlar arasına katılması için bir kadın görevlendirilir. Bu kadın onu kendiyle yaşamaya alıştırır, bir süre sonra da Enkidu kadından ayrılamaz ve onunla kent ortamına gelir. Bir süre sonra da Gılgamış’ın en yakın yoldaşı olur. Nasıl, nerede, kimden doğduğu bilinmeyen kişiler için destanların pek çoğunda, hayvanlar arasında büyüme motifi bulunmaktadır. Bu motif ‘kurt tarafından emzirilip büyütülen veya bir kuttan dünyaya geldiğine inanılan olağanüstü yeteneklere sahip kişilerin yer aldığı eski Türk destanlarında da görülmektedir.

Humbaba: Ormanların bulunduğu bölgeyi hâkimiyetinde bulunduran, yedi parıltıyla donatılmış tanrı soyundan bir yaratıktır. Ormanların bulunduğu bölge onun kontrolünde ve yönetimindedir. Gılgamış ve Enkidu, onunla savaşarak öldürmüş ve bölgesinden ağaçları keserek kendi ülkelerine getirmişlerdir. Ancak bu durum, daha üst yönetici/Tanrı’nın hoşuna gitmemiş, Humbaba’nın öldürülmesinden sonra bu bölge, Humbaba’ya güç veren yedi parıltıya verilmiştir. Destandaki bu mecazi ifadeden ‘yedi parıltı’nın onun oğulları olduğu çıkarılabilir.

Hayvan isimleriyle anılan figürler: Bu destanın bazı kahramanları hayvan adlarıyla tanımlanmıştır. Çünkü pek çok hayvan, insandan daha güçlüdür. Bu adlandırmalar, o günün koşullarında o hayvanın gücü ve özellikleri bağlamında -en azından olayların başlangıcında- mecaz olmalıdır. Ör: Bir erkeğe ‘Aslanım’ denilince veya bir kişiye ‘Kartal, Şahin, Doğan, Bozkurt, Ceylan…’ gibi adlar verildiğinde ne anlaşılırsa o şekilde anlaşılmalıdır. Destandaki adlandırmalar da dünyadaki tüm destan kahramanlarının zamanla olağanüstü niteliklerle bezenerek efsanevi özellikler kazandığı hatırda tutularak anlaşılmalıdır.

Destandan Bölümler ve Günümüzdeki İzleri:

I. TABLET

Gıl ga mış: O ki her şeyi gördü, tanıtmak isterim onu ülkeye/ O ki her yeri tanıdı, her şeyi bildi.’ (1,2). ‘Gizli şeyleri gördü ve aktardı saklı olanı/ Tufan’dan daha eski bir bilgiyi iletti bize’ (5,6). (Bu bölüm, Gılgamış’ı gizli bilgileri bilen üstün bir kişi olarak anlatmaktadır.)

‘Uruk’un suruna çık, bir dolaş/ incele temeli, gözden geçir tuğla duvarı/ gör pişmiş tuğladan mı, değil mi/ Yedi Bilge koymuş mu, koymamış mı temellerini’ (16-19) (Yedi Bilge: Tanrı tarafından insanları eğitmek için yeryüzüne gönderilmiş görevliler.)

‘Gılgamış, ta doğuştan başkaydı: Üçte ikisi Tanrı etinden, üçte biri insan etinden!’ (45,46) (Bu bölüm, Hıristiyanların Hz. İsa için inandıkları ‘teslis/üçleme’ algısıyla uyum içindedir.)

Gılgamış bırakmıyor hiçbir kızı sevdiğine/ bir yiğidin söz kesilmiş kızını bile!’/ Onların sızlanışını dinleyen Gök Tanrıları/ bu işi Uruk’un Tanrısı Anu’ya aktardılar.’ (61-63) ‘Onların sızlanışını dinleyen Anu/ yanına çağırdı Aruru’yu, Büyük Tanrıça’yı:/ “Sensin Gılgamış’ı yaratan, bir eşini yarat şimdi de,/ yüreği onunkine eş olsun atılganlıkta, hep birbirleriyle kapışsınlar da Uruk rahat etsin!”/ Aruru bunu duyunca tasarladı Anu’nun istediğini,/ ellerini yıkadı, bir tutam kil alıp çölün ortasına bıraktı,/ orada yarattı yiğit Enkidu’yu, o kaya parçasını/ Gövdesi kıllıydı, saçları kadınlarınkine benzerdi/ buğday başaklarınca lüle lüle’ (74-83) (Bu bölüm, kutsal metinlerdeki insanın topraktan yaratıldığı bilgisiyle yakınlık arz etmektedir.)

Yosma diyordu ki Enkidu’ya:/ “Yakışıklısın Enkidu, Tanrı gibisin,/ ne diye hayvanlarla dolanır durursun ıssız yazıda?/ eni Büyük-Alanlı-Uruk’a götüreyim, gel,/ Anu’nun, İstar’ın yerine, kutsal tapınağa,/ oturduğu yere o yaman mı yaman Gılgamış’ın/ en yiğitleri bile sindirdiği yere bir boğa gibi!’ (180-186) (tabletin diğer nüshasından) ‘Enkidu anladı yosmanın dediklerini, kendini duymuştu, bir dost arıyordu şimdi.’ (87-88)/ ‘Delikanlılar güzel kemerler kuşanır orada,/ Her gün yeni bir bayramdır,/ sazlar, davullar çalınır her yerde’ (201-203) (Bu bölüm, iradeli bir erkeği kendi isteklerine baş eğdiren kadın tiplemesi bakımından pek çok toplumun kutsal metinlerdeki ‘saptıran kadın, saptıran Havva’ tiplemesine uygun görünmektedir.) 

‘Gılgamış ki sever Tanrı Şamaş onu’ (215) (Şamaş: Güneş Tanrısı’dır. Bu sözcük Arapçaya şems olarak geçmiştir. Bu cümleden, Gılgamış’ın o toplumda sevilen, sayılan, Tanrı ile de (vahiy alma da olabilir) sıkı bağı olan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.)

‘Gerçekten de bir gün uyandığında anasına dedi ki: / “Ana, bir düş gördüm bu gece/ alırken çevremi bütün yıldızlar’ (220-221) (Bu bölümün girişi, Hz. Yusuf’un yıldız rüyasına benzemektedir.)

II. TABLET

‘Büyük-Alanlı-Uruk’un kralı Gılgamış için/açıktır perde, insanı gözlerden saklayan perde/ Gelinlik kızla önce o yatar/ ondan sonra kocanın sırası gelir./ Böyledir Tanrı’nın yargısı:/ Daha göbek bağı kesildiğinde/ Tanrı bunu böyle belirlemiştir.’ (87-94) ‘Bir “Tanrıça İştar yatağı” serilmişti/ bu gece baş göz olacaktı Gılgamış./ Gerdek evinin kapısında Enkidu/ ayağını koydu enlemesine, içeri girmesin diye Gılgamış.’ (127-131) ‘Enkidu, fırladı Gılgamış’ın önüne/ kapıştılar büyük alanında Uruk’un./ Enkidu ayağıyla kapıyı tutup/ bırakmadı Gılgamış’ı içeri.’ (137-140) (Bu bölümde, o toplumda evlenen kızla herkesten önce Gılgamış’ın birlikte olması geleneğinden söz edilmiş; bu geleneğe vahşi hayvanlar içinde yetişen Enkidu karşı çıkarak engellemiştir. Bölümde bunun bir tanrı buyruğu olduğu da ifade edilmiştir. Destanda söz edilen bu geleneğin, ilerleyen yüzyıllarda tanrı adına hareket ettiği iddiasına sahip bazı kişiler eliyle oluşturulup yaygınlaştırılarak destana eklenmiş olması da mümkündür. Çünkü destanın yazılması, Gılgamış’ın ölümünden yüzyıllar sonradır.)

‘Enkidu çevirince göğsünü/ dedi ona, Gılgamış’a:/ “Evet, seni böyle benzersiz/ Tanrıça annen getirdi dünyaya,/ annen, Tanrıça Ninsun,/ o gökler ağılının körpe ineği./ Başın bütün erkek başlarından daha yüksekte!/ Enlik sana verdi yalnızca/ halklar üzerinde egemenliği’ (149-157) (Bu bölümde Gılgamış’ın yöneticiliğinin Tanrı tarafından kendisine verildiği ifade edilmektedir. Bu da eski Türk destanlarındaki ‘Kut verme/alma’ inancıyla örtüşmektedir.)

‘Kalktılar, birlikte demircilere vardılar/ ustalar baş başa verip akıl danıştılar birbirlerine./ Koca koca baltalar dövdüler,/ her biri altmış okkalık nacaklar dövdü/ koca koca hançerler dövdü/ namluları kırkar okkalık/ kabza siperi onar okkalık…/ Her birinin silahları iki yüzer okkalık oldu./ Uruk’un kapanınca yedi sürgülü kapısı/ haberi duyan herkes bir araya geldi’ (103-112) (Bu bölüm, o dönemdeki maden işleme düzeyini ortaya koyması bakımından önemlidir.)

Canavar Humbaba’ın üstüne gitmek isterim/ o çok anılanı görmek isterim/ adı her ülkede çok anılanı/ ona Sedir Ormanları’nda saldırmak/ ve bütün ülkeye göstermek isterim/ bir Uruk çocuğunun ne yaman olduğunu./ Sedir ağaçlarını devirmeye gidip/ ölümsüz bir ün bırakmak isterim ardımda.’ (119-126) (Bu bölümde, Gılgamış’ın ağzından aktarılan bir kişinin ‘aralarında yaratıldığı millete mensup olmakla üstün olduğu’ düşüncesi görülmektedir. Bu, tarihin her döneminde her toplumun yetişkinleri tarafından yeni kuşağa aktarılan bir düşüncedir. Oysa yine tarihin her dönemindeki insanlar, tüm insanlığın ortak bir soydan geldiğine inandıklarını da söylemektedirler.)

‘Tufan gümbürtüsüne benzer Humbaba’nın bağırması/ ateştir ağzı, ölümdür soluğu’ (135-136)

‘Kendi Tanrın sana yoldaşlık etsin,/ etsin de doğru yolu kolay bul/ Büyük-Alanlı-Uruk’un kıyısına dönünceye dek’/ Gılgamış diz çöküp Şamaş’a yakardı: “Dilerim gerçek olur bu sözler,/ gidiyorum Şamaş, elimi sana uzattım işte, oralarda başıma bir iş gelmesin,/ koruyucu bir gölge ya üstüme!” (152-159). ‘Yaşlar boşanıyordu Gılgamış’ın gözlerinden: “Hiç tanımadığım bir yoldan geçeceğim ya/ ne yöndedir bilmiyorum./ Başım belaya girmez de/ geri dönebilirsem gönül dirliğiyle, Tanrım, verdiğin mutluluğu tadacağım işte o zaman, seni tahtlara oturtacağım ey Şamaş!’ (169-175) (Bu bölümde yere diz çökerek ve el açarak yapılan bir yakarış anlatılmaktadır. Kral dahi olsan tahtından inip yere diz çökme, yere kapanma, el açma gibi davranışlar, dünyadaki tüm inanç sistemlerinde görülen Tanrı ile iletişim kurma esnasında gösterilen davranışlardır.)

III. TABLET

‘Şamaş ulaştırsın seni istediğin yere/ gözlerine göstersin ağzının dediğini/ çıkılmaz yolları açsın senin önünde/ düz etsin hepsini ayaklarına!/ Sana sevineceğin haberler getirsin gece/ dileğini gerçekleştirirken yanında bulunsun Lugalbanda’ (12-17) (Lugalbanda, Gılgamış’ın atası, tufandan sonraki üçüncü kraldır. Ülke yönetmiş bir atanın yol göstericiliği, her toplumda doğru bulunan bir durumdur. Bu duanın, ‘ruhu seninle olsun’ şeklinde anlaşılması yanlıştır.)

‘el ele tutuşup Egalmak’a (yüce saray/Tanrıça Ninsun’un Uruk’taki tapınağı) gittiler Gılgamış’la Enkidu/ yanına varmak için Ninsun’un, Ulu Ece’nin./ Tapınaktan içeri girip yanına varıp/ “Ninsun” dedi Gılgamış, “gücüm yerinde/ Humbaba’nın oturduğu uzak ülkeye ulaşıp/ bilmediğim bir dövüşe kalkışmak için/ bilmediğim bir yolu yürümek için./ Geri döneceğim güne dek/ Sedir Ormanı’na varıncaya dek/ öldürene dek dev Humbaba’yı, Şamaş’ın nefret ettiği o beladan ülkeyi temizleyene dek/ ey Ninsun, benim için Şamaş’tan yardım dile,/ dile ki Humbaba’yı öldürüp keseyim sedir ağaçlarını, erinç gelsin bütün ülkeye,/ sereyim ayaklarına ünümün kazançlarını.” Ninsun üzüntüyle dinledi oğlunun bu sözlerini.’ (7-23) (Bu bölümde, tüm inanç sistemlerinde bulunan kişinin kendisi için başkalarından özellikle iyi ve yakın kimselerden dua istemesi söz konusudur. Gılgamış da tapınakta bulunan ve ‘kutsal inek’ denilerek kutsanan annesinden kendisi için dua istemektedir. Bu da günümüzde de görülen ir durumdur. Gılgamış, düşmanı Humbaba’nın hâkimi olduğu ormandan onunla savaşarak ağaç kesip getirmek için gittiği halde onu ‘Şamaş’ın(Güneş Tanrısının) nefret ettiği o bela’ diyerek tanımlamaktadır. Bu durum tüm insanlık tarihi boyunca böyledir. Gılgamış da herkes gibi savaşına kutsallık vermekte, kendisi ile Tanrı’nın aynı yerde, düşmanın karşı tarafta olduğuna işaret etmektedir. Kendisi Tanrı’nın nefret ettiği bir bela ile savaşmaya gittiğine göre Tanrı da kendisine yardım etmeli, onu başarıya ulaştırmalıdır.)

(Başka bir tablette burasının devamı şöyledir)

‘Ninsun odasına çekildi/ yıkandı, üzerine tulal süründü/ geçirdi sırtına güzel bir giysi,/ boynuna güzel bir gerdanlık takıp,/ kuşanıp kemerini, başına tacını koyup/ yerlere su serperek/ damın üzerine çıktı merdivenleri tırmanıp./ Orada, Şamaş’a doğru tütsüler yaktı, saçılar sundu, ona kaldırarak ellerini’ (1-9) (İbadet için yıkanma ve dua için el açma ifadeleri bulunmaktadır. Bunlar da tüm inanç sistemlerinde görülen birer durumdur.)

‘Tütsüyü söndürdü, birçok kez okuyup üfledikten sonra/ Enkidu’yu çağırdı öğüt vermek için:/ “Sen benim karnımdan çıkmadın, yiğit Enkidu/ yine de kendimden sayıyorum seni/ Gılgamış’ın obla’larından (görevi boynunda asılı kişi) sayıyorum”/ Ve Enkidu boynuna belirteç asmışlar gibi,/ büyük rahibeler, tapınak görevlileri, kutsal kadınlar/ ve tapınakta yetişmiş Tanrı kızları (*)/ onu oraya adınmış bir çocuk gibi karşılarmışçasına/ dedi ki: Enkidu’yum ben işte’ (15-19) (Doğuran bir kadına tanrıça denilmesinin mecaz anlam olduğu açıktır. (*) Bu bölümdeki ‘Tanrı kızları’ sözüne, herhangi bir delil olmadığı halde Sümer ve Asur mabetlerinin giderini karşılamak için dışarıdan gelenlerle fuhuş yapan genç kadınlar anlamı verilmiştir. Oysa destanda buna işaret olan bir anlatım yoktur. Bu fuhşun bir amacının da kişinin tanrıyla bütünleşmesini sağlamak olduğu söylenmektedir. Destanda buna da işaret olan bir anlatım yoktur. Fuhuş yapan bu kadınların sokağa çıktıklarında fahişe oldukları bilinsin diye başlarını örttükleri de bölümün dipnotunda tıpkı önceki görüşler gibi kaynaksız olarak verilmiştir. Ancak bu görüşün de destan içinde hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hatta destanda bu kadınların başlarını örttüklerine dair bir anlatım da bulunmamakta, görevlerini gösteren bir işaretin boyunlarında kolye gibi asıldığı söylenmektedir. Üstteki alıntıda kendisini mabede adamış Tanrıça Ninsun’un başına tacını koyarak ibadete-duaya başladığına işaret edilmektedir. Bu yorumların bir önyargı ile yapılmış olduğu görülmektedir. Boyna asılı görev belirteci de Hıristiyan din görevlilerinin boyunlarına asılı bir takım alametlere benzemektedir.)

IV TABLET

‘Bir buçuk aylık yolu üç günde aldılar.’ (13) (Destan kahramanları, sıradan insanların yaptıklarını, olağanüstü yöntemle yaparlar. Bu da anlatının destan olmasını sağlayan bir durumdur.)

Enkidu, Gılgamış’a okuyup üfledi/ apansız bir bora kopup uzaklaşırken,/ sonra onu yatırdı/ çevresine büyülü bir çember çizip./ Gılgamış çenesini dizlerine dayamış dururdu,/ üstüne boşandı insanların yazgısı uyku’ (19-24) (Bu bölümdeki ‘okuyup-üfleme’ tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de insanların inançlarına göre Tanrı sözü saydıkları sözlerle veya dualarla ya da tılsımlı saydıkları sözlerle kötülüklerden korunma yöntemi olarak yaygındır. Bölümde geçen ‘tılsımlı çember’ denilen durum ise Anadolu’da, kaybolmuş hayvanların gece, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğramaması, yenilmemesi için başvurulan bir yöntemdir. Dua edilerek hayvanın gıyabında bir çember çizilir, bu yapılana ‘kurt ağzı bağlama’ da denilmektedir.)

V. TABLET

Şimdi tek bir çıkış yolu var:/ erimiş bakırı tam kalıba dökme sırası,/ iki saat ısıtıp bir o kadar soğutunca/ dehşet salmak, yıkım salmak istersen/ ayrılma burulardan, geri dönme!’/(…) daha beter vur!’ (20-25) (Bu bölüm, Zülkarneyn’in(çift boynuz sahibi) set yapmasına benzemektedir. Bu konuda, Oğuz Kağan Destanı’nda adı geçen ‘Oğuz’ sözcüğünün ‘çift boynuz sahibi’ anlamına geldiği, ‘og-uz: öküz’ sözcüğünün de buradan türediği söylenmektedir. Destan, demir eritip yol açma bakımından da Ergenekon Destanı’na benzemektedir. )

VI. TABLET

(Tanrıça İştar (kralın kızı), Gılgamış’ın kocası olmasını ister)

‘Gılgamış ağız açıp konuştu, dedi ki İştar Ece’ye:/ “Sana ne vermem gerekir kocan olursam/ güzel kokular mı, giysiler mi vermem gerekir/ yiyecek azık mı vermem gerekir?/ Tanrısallığına yaraşan ekmek yersin sen/ saraylara uygun içki içersin sen!’ (22-27) (Bu bölümde, (Hindistan) dünyanın pek çok bölgesinde tersi yaşanan, evlenilecek kıza, evleneceği erkek tarafından verilmesi gereken bir bedel/çeyiz’den söz edilmektedir. Bu da Sümerlerin, bunun tersi bir geleneğe sahip olan Hindistan taraflarından geldiği görüşünü değil, benzer geleneğe sahip bir toplumun devamı olması gerektiği görüşünü kuvvetlendiren bir husustur.)

(Aşağıda edebi değeri çok yüksek benzetmeler eşliğinde Gılgamış, İştar Ece’nin evlilik teklifini ret nedenlerini sayar.)

‘Yoo hayır, evlenemem seninle, kocan olamam!/ Soğukta insanı ısıtmayan ocaksın sen/ rüzgârı tutmayan derme çatma kapısın/ savunucularının üstüne devrilen saray/ altında yatanı boğan bir yorgan/ götürenin üstünü kirleten zift/ taşıyanın üstüne boşalan su tulumu/ taş duvarı çatlatan kireç/ çökerten koçbaşı bir dost ülkeyi/ giyenin ayağını vuran çarık!/ Hep sevdiğin bir aşığın oldu mu senin/ tuzağından kaçan bir gözden oldu mu?/ bir bir sayayım sana âşıklarını!/ O gençlik sevgilin Tammuz’a/ her yıl gözyaşı döktürüp ağıt yaktırdın/ renk renk alallu’yu (yeşil-alaca karga) sevdin de/ sonra vurup kanatlarını kırdın/ kappî kappî (kanatlarım kanatlarım) diye bağırır ağaçlıklarda o gün bugündür,/ Güçlülükte üstüne yok Aslan’ı sevdin,/ sevdin de bir çok çukur kazdın ona her yerde,/ At’ı sevdin, o savaş ustasını/ onu kamçıya, kayışa yazgılı kıldın,/ iki kez yedi saat koşmaya yazgılı kıldın/ suyu bulandırıp içmeye yazgılı kıldın/ anası Silili’yi yas tutmaya yazgılı kıldın!/ Çoban’ı sevdin, o Çoban ki/ külde sana çörekler pişirirdi her zaman,/ oğlaklar keserdi her gün;/ ona vurdun, kurda çevirdin/ kendi yardımcıları yanından kovdu onu/ kendi köpekleri arkasından ısırdı onu!/ Babanın bahçıvanı Işullanu’ya tutuldun,/ sana her gün bir küfe hurma getirir/ sofranı donatırdı güzelce./ Ondan gözlerini hiç ayırmazdın, gittin yanına/ “Gel, erkekliğinden zevk alalım Işullanu’m/ elini uzatıp dokun orama!” dedin./ Ama Işullanu dedi ki sana:/ “Anam yemek pişirmedi mi, ben de getirmedim mi az önce,/ neden yiyeyim utanç ekmeğini şimdi/ sazdan örtü olur mu soğuktan korunmak için?”/ Sen bu sözleri duyunca/ vurdun, tallallu’ya (kurbağaya) döndürdün onu/ bahçenin bir yanına bıraktın/ ne inebilir ne çıkabilir artık./ Sen beni sevmeyegör, onlar gibi olurum ben de!’ (31-77) (Eşsiz güzellikteki bu bölümde anlatılanlar elbette mecaz olarak anlaşılmalıdır. Masal dünyasında yaygın olan ‘vurup kurbağaya çevirme’ anlatısının kökeninin de bu destan olduğu anlaşılıyor.)

(Tanrı/Kral Anu, İştar Ece’nin babasıdır. İştar Ece, babasından, kendisiyle evlenmeyi reddeden Gılgamış’ı cezalandırmasını ister.)

‘Anu ağız açıp konuştu/ dedi ki İştar Ece’ye:/ “Sen benden Gök Boğası’nı istersen/ Uruk ülkesinde yedi yıl saman yılı olacaktır/ bu nedenle buğday biriktir önceden bol bol/ ot biriktir önceden bol bol’ (99-104) (Bu ve sonraki bölümlerde geçen Gök Boğası’nın yeryüzüne gökten inen, soluğuyla depremler oluşturan, kıtlığa neden olan ilahi azap olduğu anlaşılmaktadır. Gök Boğası’yla yapılan savaşta Enkidu kuyruğundan tutar, Gılgamış’ta onun kafasını kesip öldürür. Bu bölümün az bir kısmı Dede Korkut’ta yer alan ‘Boğaç Han’ destanıyla benzerlik göstermektedir. Burada Anadolu’da bugün de yaygın olarak kullanılan, büyük baş hayvanın kuyruğunun dibinden tutup kıvırarak yere yıkılmasını sağlama şeklinde bir yöntemden söz edilmektedir. Bu yöntemin o günkü toplumda da bilindiği anlaşılmaktadır.)

VII. TABLET

(Bu bölümde cehennemden şöyle söz edilmektedir)

‘Beni güvercine çevirdiler/ kollarım teleklerle kaplanmıştı kuş gibi,/ aldı beni, İrkalla’nın(cehennem) karanlık yurtluğuna götürdü/ girişi olan çıkışı olmayan o yurtluğa/ geçtiği yerlerden dönülmeyen o yola/ içindekilerin ışıktan yoksun olduğu/ açlıklarını tozla giderdikleri, ekmeklerinin kil olduğu/ kuş tüyü gibi bir örtüyle kaplandıkları yere/ ışık yüzü görmeden karanlıkta oturdukları yere/ Ben toz içindeki yurtluktan içeri girdiğinde/ nereye baktıysam bir sürü taç gördüm/ ne yana döndüysem konuşan taçlı başlardı/ başlar ki yeryüzünün efendileriydi bir zaman/ Tanrı Anu ile Enlil’e kızarmış et yetiştirir/ pişmiş ekmek, serin su taşılardı hep.’ (132-146) (Bu bölüm, pek çok kimsenin ‘ölenin uçup gittiği’ düşüncesine uygundur. Cehennem tanımı da kutsal metinlere az-çok benzerlik göstermektedir. Dünyada gücü elinde bulunduranların çoğunun sonsuz yaşamda cehennemle cezalandırılacak olan ağır suçlular olduğu anlayışı da görülmektedir.)

VIII TABLET

(Bu bölümde, Gılgamış herkesin ortasında güzel betimlemeler eşliğinde ve acı içinde Enkidu’nun ölümüne ağlamaktadır.)

‘Kentin uluları, dinleyin beni:/ Enkidu’ya, kardeşime ağlayan benim,/ ağlayıcılar gibi yanıp yakılan böyle!/ Enkidu, seni yanıma astığın balta, sen kolumun gücü/ kemerimdeki kılıç, önümdeki kalkan/ bayramlık giysim/ kasığımın örtüsü/ olmaz olası bir cin elimden kaptı seni! Kardeşim, sen başıboş katır, bozkır eşeği, çöl kaplanı’ (43-50) (Bu bölümde, Anadolu’nun bazı yerlerinde hala yaygın olan ‘ölü için ağıt yakma’ durumundan söz edilmektedir. Enkidu için yapılan ‘balta, kol gücü, kılıç, kalkan, bayram ve diğer gün giyeceği(/iyi ve kötü hali bilen kişi), katır, eşek, kaplan’ gibi sözlerle yapılan tüm benzetmeler o günün koşullarında en değerli olan şeylerdir.)

‘ Ama başını kaldırmıyordu Enkidu/ Gılgamış göğsüne dokundu: Çarpmıyordu yüreği; / bir gelin gibi hemen yüzünü örttü.’ (58-60) (Bu bölümde, bugün de hala yaygın olarak yapılan gelinin yüzünün örtüsü olan ‘duvak’ ve ölenin de yüzünün örtülmesinin o günkü toplumda da var olduğu anlaşılıyor.)

X. TABLET

(Gılgamış, ölümsüzlüğü bulmak için bir yolculuğa çıkar ve Siduri’yi bulur.)

‘İçkicibaşı Siduri bir başına yaşardı denizin kıyısında/ bir şarap fıçısı verilmişti ona bir de altın testi/ Bir peçeyle örtülüydü yüzü/ Gılgamış bir hayli dolandı, sonra ona doğru geldi./ Hayvan postlarıyla kaplıydı üstü, ama Tanrı özü vardı kendisinde.’ (1-2) (Buradaki ‘şarap ve altın testi’ metaforu, ‘Tanrı özü vardı kendisinde’ kısmıyla birlikte değerlendirildiğinde, bu kişinin görüşlerine başvurulan bir nebi veya bir nebi takipçisi olduğu sonucuna ulaşılabilir. Bu bölümde geçen ‘peçeyle yüz örten erkek’ daha sonraki toplumlarda da farklı nedenlerle görülen bir durumdur.)

‘İçkici başı, Gılgamış’a dedi ki:/ “Nereye koşuyorsun böyle, Gılgamış?/ Eline geçmeyecek aradığın yaşam./ Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında/ yalnız ölüm oldu ona verdikleri/ kendi ellerinde tuttular yaşamı.’ (15-50) (Bu bölümde, insanın yaratıldığı ve ölümsüz olmadığı, kendisinde ‘Tanrı özü’ bulunan bir kişi tarafından açıklanmıştır. Bu açıklama, tarihin her dönemindeki kutsal metinlere uygundur. ‘Tanrı özü bulunması’nın, elçilik anlamında olması mümkündür.)

(Ut-Naptişim adlı bir başka bilge, Gılgamış’a insanın ölüm karşısındaki durumunu edebi değeri yüksek şu betimlemelerle açıklar.)

‘Ne geçti eline kendini böyle hırpalamaktan,/ tükenmekten, acı çektirmekten kendine/ etlerini üzüp, sızlatıp/ uzak ölümünü yaklaştırmaktan?/ İnsan soyu kırılmalı hep sazlıktaki bir kamış gibi!/ Ne seçkin kızlar, ne seçkin delikanlılar/ götürüldü, bir düşün, ölümün eliyle/ ölüm ki hiç kimse görmemiştir onu/ ölüm ki yüzünü görmemiştir hiç kimse daha/ sesini duymamıştır hiç kimse/ insanları kırıp geçiren acımaz ölüm!/ Evler kurmuyor muyuz her zaman, anlaşmalar yapmıyor muyuz her zaman,/ mal bölüşmüyor muyuz her zaman/ düşmanlık mı yok ülkede her zaman/ deniz kabarmıyor mu her zaman, dalga götürmüyor mu her şeyi!/ Güneşi gören gözler/ yok oluveriyor günün birinde!/ Uyuyanla ölü aynı şeydir;/ ölümün resmini çizen çıkmamıştır,/ ne var ki insan, var olduğundan eri/ (…) nin tutsağıdır hep. Günün birinde (…)./ Toplandı Büyük Tanrılar, Anunnakiler,/ Yazgı Tanrıçası Mammitu (bir unvan)/ yazgıları belirledi onlarla birlikte;/ hem yaşamı verdi iz insanlara hem de ölümü,/ ama ölümün zamanını vermedi.’ (1-29) (Bu bölümdeki ‘ölümün resmini çizen çıkmamıştır’ dizesi ‘mutluluğun resmini’ konu edinen dizeleri akla getirmektedir; acaba şair bu destanı okumuş ve etkilenmiş midir? Çünkü bu kadar üst seviyedeki bir şiir, kendisinde etkilenmeyi hak eder. ‘Yazgı Tanrıçası’ sonraki kültürlerde ‘yazılmış kader’ inancına benzemektedir.)

XI. TABLET

(Bu bölümde Ut-Naptişim, Gılgamış’a uzun zaman önce yaşanmış büyük bir tufanı ve ölümsüzlüğü nasıl elde edeceğini anlatır. Önemi dolayısıyla çoğu bölümünü alıntıladığımız tufan anlatısı şöyle)

‘Ut-Naptişim, Gılgamış’a dedi ki:/ “Bak sana şimdi bir gizi açacağım,/ Tanrıların bir gizini açacağım./ Bilirsin Şuruppak kentini/ bilirsin, Fırat’ın kıyısındadır;/ Tanrılar eskiden orada otururdu./ Büyük Tanrılar bir gün Tufan’a karar verip/ Anu Tanrı’yla görüştüler, babalarıyla;/ danışmanları Yiğit Enlil’di./ gözcüleri Ninurta, su ustaları Ennigu; gizlilik üzerine ant içen Ea da yanlarındaydı;/ Orada konuşulanları sazdan bir duvara aktardı:/ Sazdan duvar, kamıştan duvar,/ dinle beni sazdan duvar, dinle beni kamıştan duvar!/ Şuruppak adamı, Ubar-Tutu oğlu,/ yık evini, ondan bir gemi yap kendine hemen!/ Bırak malı mülkü, kurtar yaşamı,/ neyin varsa koyver gitsin, kurtar yaşam soluğunu/ her canlıdan bir örnek koy gemiye/ elinle kuracağın gemiye./ Boyutları yerli yerinde olmalı,/ eni boyuna denk olmalı/ üstünü Apsu gibi (gökkubbe gibi) çatıyla kapat!/” Ben bunu anlayınca dedim ki efendime, Ea’ya: “Buyruğun can baş üstüne, hemen yaparım,/ ama ne diyeceğim halkıma, kentime, ululara?” Ea ağız açıp konuştu/ ve ben kuluna dedi ki:/ “Yiğidim, onlara diyeceğin şu:/ Anladığıma göre artık Enlil beni sevmiyor, bu yüzden daha çok kalamam kentinizde, Enlil’in toprağına ayak basamam./ Apsu’ya ineceğim, Tanrım Ea’nın yanında oturmak için./ Ben gidince Enlil Bereket yağdıracak üzerinize/ sürü sürü kuşlar, sepet sepet balıklar yağdıracak;/ öyle bol ürünler verecek ki/ sabahları çörekler yağdıracak üzerinize/ akşamları da peynir sağanakları!’ (9-47). (Oğulların küçük tanrı sayıldığı bir yönetim anlayışında büyük tanrı tüm ülkenin yöneticisidir. Sulama kanallarıyla bayındır bir bölgenin sular altında kalarak yok olması, ironik bir durumdur. Tufan kararını öğrenen Yiğit Enlil’in bu bilgiyi sazdan-kamıştan duvarlara anlatması, kendisi hakkındaki bilginin sazlıklara söylendiği ‘Eşek Kulaklı Midas’ anlatısını akla getirmektedir. Yiğit Enlil de bu kararı insanların öğrenmesini sağlamaya çalışmıştır. Enki, Enlil, An, Ninmah, Sümer inancındaki dört melektir. Bunlar sonraki kutsal metinlerde dört büyük melek olarak yer alır. Yiğit Enlil/Enlil’in Yiğidi/Enlil’den haber alan kişidir. Bu öyküdeki Yiğit Enlil, kutsal metinlerdeki Nuh’a denk düşmektedir. Nuh, insanlara doğruları söyleyerek kurtuluşa çağırmıştı ancak bu destanda Enlil, Yiğit Enlil’e insanları uygun şekilde kandırarak gemiye binmelerini sağlamalarını istiyor. Bu bölümdeki gökten yiyecek yağması da Hz. Musa kıssasındaki ‘men ve selva’ adlı yiyecek verilmesi olayıyla benzerlik göstermektedir.)

‘Sabahleyin gün ışıyınca/ bütün halk çevreme toplandı, (…) koyun getirenler,/ (…) koç getirenler,/ (…) delikanlılar (…)/ evlerden (…) gizlice (…)/ Varlıklılar zift getiriyordu,/ yoksullar birtakım gereçler./ Beşinci gün geminin kaburgası çatılmıştı;/ alanı bir iku’ydu( yaklaşık: 3600 metrekare), iç bölmeleri iki kez on iki ninda (ninda: 60 metre)/ böylece belirledim genel biçimi/ altı güverteye böldüm iç alanı/ gemi yedi katlı oldu böylece./ Dokuz bölmeye ayırdım üç boşluğu/ böğürlerine takozlar çaktım/ gerekli donanımı bir güzel düzenledim;/ altı sar (yaklaşık 3600 litre) zift döktüm eritme teknesine/ üç sar katran döktüm/ üç sar yağ getirdi gerdelciler/ kalafat için gereken bu yağdan başka/ iki sar da gemici bir yana koydu./ Her gün öküzler kestirdim ustalara/ her gün koyunlar kestirdim./ İşçiler bir ırmağın suyu kadar şarap içtiler/ türlü türlü içki içtiler./ Bir şölen düzenledim sonunda/ akitu (Sümerlerin en büyük bayramı) şöleni gibi; / sonra gidip yıkandım, ellerimi dinlendirdim./ Yedinci günün sonunda gemi bitmişti;/ onu suya indirmek çok güç olacağından/ kaydırmak için kütükler koydurdum her yanına/ böğürleri yarı dek suya batsın diye.” (48-80). (Bu anlatımlardan, o dönemde gemi yapımıyla ilgili bilgilerin düzeyi de anlaşılmaktadır.)

“Varımı yoğumu gemiye götürdüm ertesi gün/ elimde ne gümüş varsa/ elimde ne altın varsa gemiye götürdüm;/ ne evcil hayvan varsa büyük küçük hepsini/ evimde kim varsa çoluk çocuk hepsini gemiye götürdüm/ yaban hayvanları bindirdim/ ustalar bindirdim gemiye/ kalkış zamanını Şamaş bana bildirmişti:/ Sabahleyin çörekler, akşam da peynirler yağdıracağım/ o zaman gemiye bin, kapısını sıkıca kapat!”(81-89). (Toplumların yok edilmesinden önce varlıklıların azgınlıkları iyice artar. Burada anlatılan durum da buna kinaye olsa gerektir. Kalkış zamanının Şamaş tarafından bildirilmesi, kutsal metinlerdeki kalkış vaktinin Nuh’a, Allah tarafından bildirilmesi durumuna uygundur.)

‘Derken geldi çattı uğursuz zaman:/ sabah çörek yağdı, akşam da peynir./ Ortalığa baktım, ortalık korkunçtu./ Hemen gemiye girdim, kapattım kapıyı./ Gemimi kalafatlayan Puzur-Amurru’ya bağışladım/ kentteki sarayımı, içindeki her şeyle.” (90-95)

“Sabahleyin gün ışıyınca/ baktım, göğe kara bir bulut ağdı/ artasında Adad gürleyip duruyordu/ önünde de Sullat’la Haniş,/ düzlerden, doruklardan aşan Tanrı sözcüleri. Nergal göğün bütün tıkaçlarını kırdı/ Ninurta yukarıdan bütün sarnıçları taşırdı/ ve Anunnakiler, Cehennem Tanrıları, meşaleler sallayarak/ öz alevleriyle tutuşturdular bütün ülkeyi./ Adad öldürücü sessizliğini yaydı göğe boydan boya, karanlığa gömerek ışıklı her şeyi.” (96-106)

“Testi gibi kırıldı yeryüzünün temelleri./ Fırtına bütün gün esti kudurmuştan beter,/ ortalığı kasıp kavurarak/ ve belanın büyüğü, kaşuşu (öldürücü silah) gibi/ insanların başına çöktü;/ kimse kimseyi görmez oldu böylece,/ ayırt edilmez oldu gök varlıkları./ Bunun üzerine Tanrılar korkup Tufan’dan yukarılara kaçtılar, Anu Tanrı’nın göğüne/ orada köpekler gibi kıvranıp yattılar.”(107-116) (Bu bölümde Tufan’dan korkup yukarılara doğru kaçan Tanrılar, o bölgedeki yöneticiler olmalıdır.)

“Doğuran bir kadın gibi bağırıyordu İştar Tanrıça/ o güzel sesli Tanrılar Ecesi yakınıyordu:/ Çamura dönsün o gün, Tanrılar Kurulu’nda kötü sözler ettiğim gün!/ Tanrılar kurulunda neden kötü sözler ettim,/ neden kıyım buyurdum kullarımı kırıp geçirecek?/ Denizi doldursunlar diye mi yarattım onları ben/ balık yavruları gibi?”/ Tanrılar, Anunnakiler onunla ağlardı/ gözü yaşlı, bitkin Tanrılar/ topluca yakınır, inlerlerdi.” (117-127)

“Altı gün yedi gece boyunca/ Tufan kasırgası yurdu kasıp kavurdu,/ yedinci gün geldiğinde/ sona erdi fırtına, kasırga, bora/ doğuran bir kadın gibi çırpıntılar içinde./ Deniz dündü, rüzgâr dindi, Tufan kesildi./ Kapağı bir açtım, temiz hava çarpıyor yüzüme, ortalığa baktım, ortalık sessizdi/ çamura dönmüştü insanoğlu her yerde/ çatılar üstü baştanbaşa bataklıktı./ Diz çöküp ağladım kımıldamadan/ yanaklarımdan yaşlar süzüldü./ Kıyılar aradım denizin sınırlarında,/ ötelerden bir kaya parçası yükselmekteydi/ gemi Nizir Dağı’na oturdu./ Dağ onu tuttu, sallanmaya komadı./ Bir birinci gün, bir ikinci gün/ dağ onu tuttu, sallanmaya komadı./ Bir üçüncü gün, ir dördüncü gün/ dağ onu tuttu, sallanmaya komadı./ Bir beşinci gün, bir altıncı gün/ dağ onu tuttu, sallanmaya komadı./ Yedinci gün gelince/ dışarı bir güvercin saldım/ konacak yer bulamayıp geri döndü./ Dışarı kırlangıç saldım/ konacak yer bulamayıp geri döndü./ Dışarı karga saldım/ karga gitti, suları alçalıyor gördü,/ kondu yere, gaga çaldı, geri dönmedi./ Bütün canlıları dört yöne saldım,/ Tanrıları bir kurban kestim/ dağın doruğunda bir sunu hazırladım/ her yanda yedişer tütsü ocağı koydum/ içlerine sedir, mersin kokulu saz ufaladım./ Tanrılar kokuyu aldılar/ Tanrılar hoş kokuyu aldılar/ sinekler gibi üşüştüler sununun yanına/ Tanrılar ecesi gelir gelmez/ Anu Tanrı’nın onu sevindirmek için yonttuğu/ lacivert taşından sinek’lerini (boncukları sinek gibi yontulmuş gerdanlık) salladı: Ey buradaki Tanrılar, dedi/ bugüne kadar unuttum mu hiç/ şu lacivert taşından gerdanlığımı/ bugünleri de unutmam, anımsarım elbet/ hiç mi hiç unutmam/ Buyursun Tanrılar, bu sunudan pay alsınlar/ yalnız Enlil gelmesin!/ Odur çünkü Tufan’ı düşüncesizce salıp/ kullarımı yok etmeye kalkışan!” (128-176). (Bu bölümde, gemiden çıkanların kurban kesip yedi ocak kurmalarından sonra kokuyu alıp gelenlerin bölgedeki yöneticiler olduğu ‘yaratan tanrı’ farkını ifade ettikleri yerden de anlaşılmaktadır.)

“Ama Enlil çıkageldi/ çok kötü kızdı gemiyi görünce./ Çok kötü kızdı Tanrılara, İgigilere:/ “Yaşamı bir kurtaran oldu demek ki/ oysa tek bir canlı sağ kalmamalıydı!”/ Ninurta ağız açıp konuştu/ ve Yiğit Enlil’e dedi ki:/ “Bir şey yaratabilen kim var ki Ea’dan başka?/ Ea’dır bilen her türlü yolu yöntemi!”(178-186) (Bu bölümdeki ‘tek bir canlı sağ kalmamalıydı’ cümlesi, Kur’an’da Nuh Suresi 26-27: ‘Nûh “Rabbim” dedi, “Yeryüzünde inkârcılardan hiç kimseyi sağ bırakma! 27. Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve sadece günahkâr nankör nesiller yetiştirirler.’ isteğiyle benzerlik göstermektedir. Bu bölümde, kendilerinden ‘Tanrılar ve Tanrıçalar’ olarak söz edilenlerin, ‘Yaratan tek tanrı’ inancına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Yine mümkündür ki burada ‘tanrılar’ karşılığı kullanılan sıfatlar, farklı dinlerde dini öğretmekle görevli kimseler karşılığı olarak kullanılan sözcükler olabilir.)

“Ea ağız açıp konuştu/ ve Yiğit Enlil’e dedi ki: “Sen Tanrıların en bilgesi, sen Yiğit,/ nasıl saldın Tufan’ı düşüncesizce?/ Suçu suç işleyene çektir, günahı günah işleyene çektir;/ öldürmenin ne gereği var onları?/ Bağışlayıcı ol, yok etme!/ Daha yeğdir bu Tufan’dan/ insanların aslanlarla yok edilmesi/ daha yeğdir bu Tufan’dan/ insanların kurtlarla yok edilmesi/ daha yeğdir bu Tufan’dan/ ülkenin kıtlıkla boşaltılması/ daha yeğdir bu Tufan’dan/ Era’nın (cehennem, veba, yıkım tanrısı) insanları kırıp geçirmesi!/ Büyük Tanrılar’ın gizini ele vermedim ben, Bilgeler Bilgesi’ne (Ut-Napiştim) bir düş gördürdüm de ondan öğrendi/ yazgısına şimdi siz karar verin!” (187-205)

“Bunun üzerine Enlil gemiye çıktı/ elimi tuttu, yanına kaldırdı beni/ karımı da kaldırıp diz çöktürdü yanına./ Alınlarımıza dokunup kutsadı bizi:/ “Ut-Napiştim insan soyundandı eskiden/ bize, biz Tanrılara benzesin şimdi o da, karısı da/ gitsin uzağa yerleşsin, ırmakların döküldüğü yere!”/ Alıp uzağa yerleştirdiler beni, ırmakların döküldüğü yere/ senin için şimdi Gılgamış, nasıl bir araya gelir Tanrılar/ aradığın ölümsüz yaşamı bulasın diye?/ Altı gün yedi gece uykusuz kal şimdi.” (206-216). (Tufan anlatımı bu böylece sona ermektedir. Tufanı anlatan dizeler, bu olayın sanat değeri yüksek bir edebi bir metin içinde yeniden kurgulandığı gözden kaçırılmadan okunup anlaşılmalıdır. Destana göre Gılgamış, Tufan’da gemide olan bir kişiyle yüz yüze görüşmüş ve tanışmıştır. Destanın diğer bir bölümünde, büyük atasının tufandan sonraki üçüncü kral olduğu söylendiğine göre ya destanın bu kısmında zaman açısından bir tutarsızlık bulunmakta ya da insanların yaşam süreleri o dönemlerde daha farklıydı. Bu destanın ana kahramanı kutsal metinlerde Nuh olarak geçmektedir. Destandaki anlatıma göre Tufan’dan kurtulanlardan biri olan Ut-Napiştim, Enlil tarafından kutsandığı gibi karısı da kutsanmıştır.)

(Ut-Napiştim, yanlarında uyuyakalan Gılgamış için karısına şöyle demektedir)

“İnsanoğlu kötüdür,  sana kötülük eder bu/ ama günlük ekmeğini pişir, başucuna koy/ duvara bir çizik çiz uyuduğu her gün için.” (227229). (Uyandıktan sonra Ut-Napiştim, Gılgamış’a denizin dibindeki bir otu bulabilirse onun insana ölümsüzlük verdiğini anlatır.)

XII. TABLET

(Şiirlerine Tanrı betimlemeleriyle başlayan Sümer ozanları, bu bölümde de aynı şekilde ilginç bir beş dizeyle başlamaktadırlar)

“Nice ki Gök Yer’den uzaklaşmış oldu/ nice ki Yer Gök’ten ayrılmış oldu/ nice ki İnsan’ın adı belirlendi/ nice ki An Göğü götürdü/ nice ki Enlil Yeri götürdü…” (1/5) (Bu bölüm Kur’an’da Enbiya 30: ‘İnançsızlar, göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, bizim onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen inanmayacaklar mı?’ ayeti ile benzerlik göstermektedir. Destana göre An, gökteki işlerle görevli; Enlil, yerdeki işlerle görevli Tanrı/melektir.)

Tüm Bu Bilgilerden Ne Çıkarılabilir

Destandan elde edilen ve bir bölümünü yukarıya alıp bugüne benzerliklerini ele aldığımız bu bilgiler, insan hayatını vahşi-ilkel bir zamandan başlatıp geçen süreyi kendilerince dönemlere ayıranların tezlerini çürütmektedir. Tıpkı Göbeklitepe buluntuları gibi tarihe ait buluntuların tamamı, ‘bilim’ adına ortaya konulan ve öğretilen tezlerin çoğunun doğru olmadığını ortaya koyan kanıtlardır.

Birkaç yüzyıldır insanlık ‘tanrısız’ bir evren ve yaşam olabileceği iddiası temelinde, ‘bilimi ve yaşamı’ yeniden tanımlayıp anlatmaya ve şekillendirmeye çalışmaktadır. İnsanlık tarihinin her döneminin bir ‘tanrı’ inancı bulunduğu gibi, insanlık yaşamı da bu inancın ekseninde biçimlenmiş ve yaşanmıştır. Bu destandaki verilerden sonraki kutsal kitaplarda bir şekilde yer alan ne varsa esasında o topluma gönderilen önceki kitaplarda da bunların bulunduğu ve halkın bu bilgilere az-çok veya tahrif olmuş olarak da olsa sahip olduğu anlaşılmaktadır. İşte ellerindeki kutsal metinlerden insanların zihinlerinde kalan bu bilgiler, edebi bir metin çerçevesinde bu destanda da geçmektedir. Bu nedenle bu destanda bulunup sonraki kutsal kitaplarda da geçen konular: ‘Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı/elçi gelip geçmiştir.’ (Fatır 35/24) ayetiyle bildirildiği şekliyle Sümerlerin de ilahi bilgiye muhatap olduklarını ortaya koyan bir kanıttır.

İnsanlık kendi tarihini kazı ve buluntular yoluyla geriye doğru öğrendikçe tarihin her döneminde insanların ‘vahiy’ bilgisine sahip olduğu ve yaşamlarını ‘tanrı’ inancı çerçevesinde biçimlendirdikleri ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda şu konunun da açıkça söylenmesi gereklidir: Geçmişe ait buluntularda ‘yaratan çok tanrı’ inancı yok; ‘yaratan tek tanrı’ inancı vardır. Tıpkı şimdi olduğu gibi insanlığın hayatı üzerinde etkili olan güçlü kişiler veya varlıklar ‘tanrı’ adıyla anılmışlardır. Bir edebiyatçının eserindeki ‘yeryüzü tanrıları’ bugün için hangi anlama geliyorsa edebi değeri yüksek bu destanda da ‘tanrılar’ sözcüğü aynı anlama gelmektedir. Bunun dışında soyut olarak söz edilen ‘tanrı’ ise bu destanda Yaratan tanrının belli bir görevi kendisine verdiğine kutsal metinlerde ‘melekler’ olarak bilinen ‘soyut güç’ anlamında kullanılmaktadır; ‘rüzgâr gücü/tanrısı’, ‘su gücü/tanrısı’, ‘güneş gücü/tanrısı’ gibi. Bunun dışında yine tarihin her döneminde insanların çoğu, burçlarına etki eden yıldızların kendi hayatlarını etkilediğine inanmaktadır. Tarihin çoğu döneminde astroloji, astronomi kadar ilgi görmüştür.

Gılgamış Destanı ve benzeri tarihi eserler, insanlığın elinde her zaman bir ‘kutsal kitap’ bulunduğunu kanıtlayarak varoluşçu-ateist tezlerin; Yaratıcının her zaman yarattığı varlıklarla yakından ilgili olduğunu ortaya koyarak deist tezlerin çürütülmesinin sağlam birer kanıtı olmaktadır. Bu metin, medeniyetin gittikçe yükselen bir süreç değil de toplumlara ve zamana göre ‘alçalıp yükselen’ bir seyir izlediğinin de kanıtıdır. Çünkü kim okursa görecektir ki bu güzel destan, sanki henüz yazılmış kadar insana yakın, henüz yazılmış kadar edebi değeri yüksek bir metindir. 

(*) Gılgamış Destanı, Çev: Sait Maden, Hasan Âli Yücel Klâsikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, XII. Basım, 2020, İstanbul

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER