Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ayhan Aktar – İştar Gözaydın: ‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme – 2. bölüm

Ayhan Aktar ve İştar Gözaydın, t24.com.tr’de “‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme – 2. bölüm” başlıklı bir yazı kaleme aldılar. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Ayhan Aktar – İştar Gözaydın: ‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme – 2. bölüm

1930’larda Cumhuriyet elitinin köye bakışlarını belki de iyi yansıtan görsel malzeme “İdeal Cumhuriyet Köyü” planıdır. Atatürk’ün manevi kızı Prof. Afet İnan’ın Cumhuriyet’in 50. yılı dolayısıyla yayımladığı Devletçilik İlkesi başlıklı kitabın sonuna iliştirilen bu plan, köy hakkında pek bilgisi olmayan bir mimarın çizdiği, fakat zihninde ve gönlünde görmek istediği ideal Cumhuriyet köyünü beyaz sayfa üzerinde yansıttığı politik/ideolojik –ve de ütopik (!)– bir canlandırmadır. Afet İnan, kitaba yazdığı önsözde planı 1937 yılında Trakya Umumi Müfettişi General Kâzım Dirik’ten aldığını ifade ederek, bu planın herhangi bir yerde uygulanmamış olmasını “büyük bir kayıp” olarak nitelendirmekte, “bugün yeni kurulmakta olan köylerimizde uygulanmasını candan dilerim” diyerek dönemin hükümetine tavsiyede bulunmaktadır.[1]

Ağustos 1935 ile Temmuz 1941 tarihleri arasında Trakya Umumi Müfettişi olarak görev yapan Kâzım Dirik daha önceki dönemde İzmir valiliği sırasında Yunan ordusunun yakıp yıktığı köylerin yeniden inşası ve mübadillerin iskânı için çaba göstermiş bir yöneticidir.[2]Ama yukarıdaki planın tam anlamıyla olarak uygulanmış olduğu bir köy var mıdır? Bunu bilemiyoruz.

İdeal Cumhuriyet Köyü Planı (Kaynak: Afet İnan, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı1972).

İdeal Cumhuriyet Köyü planını, Michel Foucault’nun siyasi iktidarın egemenlik kurmak için geliştirmiş olduğu denetleme ve kontrol mekanizmalarını anlatmak amacıyla kullandığı ‘panopticon’ kavramı ile analiz edebiliriz. 19. yüzyılda J. Bentham’ın geliştirdiği mimari proje ile hapishaneler, tımarhaneler, okullar ve fabrikaların özel bir biçimde inşa edildiğini, önceden fiziki güç, şiddet uygulanması ve işkence yolu ile sağlanan denetimin artık bu mimari sayesinde bireylerin sürekli denetlenmesi ile istenen siyasi sonucun elde edildiğini anlatmaktadır.[3] Örneğin, ‘panopticon’ mantığına göre inşa edilmiş hapishanelerde, ortada bulunan bir kulenin etrafında dairesel olarak inşa edilmiş hücrelerde kalan mahkumlar, kulede bulunan gardiyanların yirmi dört saat denetimi altında bulunmaktadır.

İdeal Cumhuriyet Köyü planını Foucault’nun kavramları ile incelediğimiz zaman bu projeyi çizen zihniyetin merkeze yerleştirmiş olduğu ve aslında devletin ideolojik aygıtlarının köye ulaşmasına hizmet eden birimleri plandan bakarak şöyle sıralayabiliriz: Ortada muhtemelen bir Atatürk anıtı, çevresinde CHP teşkilatı/Halk Odası, Konferans Salonu, Okuma Odası, Gençler Kulübü, Sosyal Kurumlar, Kooperatifler, Okul, Radyolu Köy Gazinosu. Tahmin edilebileceği gibi, CHP köy örgütü anıtın tam karşısında bulunurken, köyün camii arka sokağa yerleştirilmiştir. Homo Kemalismus zihniyetinin köye bakışını, Ankara’da oturan seçkinlerin gönlünden geçen toplumsal/siyasal değişimin yönünü ve sonunda ulaşılması düşünülen ütopik köyün siyasal/toplumsal koordinatlarını fiziki plana yansıtmış olması bakımından ‘İdeal Cumhuriyet Köyü Planı’ son derece önemlidir.[4]

Homo Kemalismus’un devamcılarının tek parti döneminden kalma bu tip ütopik önerileri ciddiye almak gibi bir takıntıları olduğunu da biliyoruz. Örneğin, CHP lideri Bülent Ecevit’in 1978’deki başbakanlığı sırasında Van-Özalp ve Bolu-Taşkesti’de hayata geçirilen Köykent projesinin bugün ne durumda olduğunu merak ediyoruz. Aynı şekilde, 2000 yılındaki DSP iktidarında Ordu’nun Mesudiye ilçesinde kurulan Köykent şimdi ne âlemde acaba? CHP’nin akrabası sayılabilecek MHP’nin de benzer bir mantıkla parti programlarında Tarımkent projelerinden bahsettiğini biliyoruz. İktidar imkânı bulamadığı için MHP’nin hayata geçiremediği bu projenin alaturka Homo Kemalismus’un hayal âleminde hâlâ sağlam bir yer tuttuğunu tahmin ediyoruz. Tanıl Bora, yazdığı uzun reenkarnasyon bölümünde nedense bu çabalardan bahsetmiyor. Ama nostaljik önerilerin hep hayalhanede kalmadığını, bazen de ‘çılgın proje’ kıvamında hayata geçirildiğini unutmamak gerekiyor.

İdeal Cumhuriyet Köyü Planı: Köyün merkezi, yakın plan.

Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde bizce eksik olan boyut Yücel’in top koşturduğu siyasal ve ideolojik sahanın topoğrafyasının çizilmemiş olmasıdır. Yücel bütün enerjisine, uyum kabiliyetine, ikbal basamaklarını tırmanmak konusunda gösterdiği çabaya rağmen bir grubun parçasıdır. Bu nedenle Yücel’i Homo Kemalismus olarak adlandırmayı tercih ettik.

Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde prosopografik boyut maalesef yok sayılmaktadır. Prosopografi özellikle siyasal/sosyal tarih araştırmalarında kullanılan, kısaca “grup biyografisi” ismini verebileceğimiz bir yöntemdir. Grubun mensuplarının biyografik özelliklerinden hareket ederek belirli bir grubun toplum içindeki konumu, işlevi, siyasal etkisi, parasal ya da maddi imkânları, toplumsal ve siyasal değişimi yönetmekteki rolü üzerinde yoğunlaşmak prosopografik yöntemin esasını teşkil eder.[5] Evet, Hasan Âli Yücel kanlı canlı bir bireydir, biyografi de işin sonunda bir bireyin hikâyesidir. Fakat bizim Yücel’i de dahil ederek adını Homo Kemalismus koyduğumuz bu katman 1875 ile 1900 arasında doğmuş, kentli, orta sınıf ailelerde dünyaya gelmiş olan bir insan grubudur. Bu katmanın sosyolojik ve siyasal konumlanışını İsmail Kara şöyle özetlemektedir:

“Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere bu katmanda yer alan insanların bazı ortak özellikleri var: XIX. asrın son çeyreğinde dünyaya gelmiş, Sultan Abdülhamit döneminde çocukluk ve eğitim devrelerinden geçmiş ve ilk memuriyetlerine başlamış; II. Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde veya yanında bulunmuş; Osmanlıcılık, İslâmcılık, Milliyetçilik politikalarından ve fikirlerinden birlikte etkilenmiş; fiilî dindarlıkları farklılıklar gösterse de kendisi, milleti ve devleti için İslâmı/dini birinci derecede önemseyen, bilim ve teknolojiye hayranlığı olan, pozitivist fikirlere mütemayil, zor şartların içinden gelmiş, mütehammil, cesur ve aynı zamanda ihtiyatlı; kültür ve medeniyet itibariyle Batı hayranı (ve müttefiki), bağımsızlık, emperyalizm söz konusu olduğunda Avrupa düşmanı ve milliyetçi.” [6]

Bu görece geniş tanıma İsmail Kara daraltıcı bir kayıt da koyuyor: “İslâmcı ve Hilafetçi” bir söylemle Millî Mücadele’yi sürdüren, 23 Nisan 1920’de Meclis’i Cuma namazından sonra dualarla açan, 1921 Anayasası’na “devletin dini İslâm’dır” maddesini koyan bu heyet, Lozan’dan sonra yaptığı bir iç temizlik sonucunda “muhalif” olarak gördüğü mebusları tasfiye etmiştir. II. Meclis’in açılmasından sonra artık sadece Cumhuriyet’i ilan edecek ve devrim yasalarını çıkaracak türde bir heyet kalmıştır. İsmail Kara, tek partili Cumhuriyet rejiminin ve yönetiminin esas olarak bu dar kadronun eseri olduğunu ifade etmektedir.[7]

Erik J. Zürcher prosopografik yöntemi kullanarak İttihatçılar ile Cumhuriyet’i kuran heyet arasındaki devamlılıklar üzerine çalışmalar yapmıştır. Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında kurulan kabinelerin en az dörtte birinde yer alan 23 kişiyi, TBMM Başkanı Kâzım Özalp’ı, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ı ve Atatürk’ün Çankaya’daki sofrasının ‘mutat misafirlerini’ oluşturan on kişiyi de bir ‘dar kadro’ olarak kabul ederek ilginç bir prosopografik analiz yapıyor. 36 kişilik ve muhtemelen Yücel’in de dahil olduğu bu en üst düzey Homo Kemalismus tabakası şu sosyolojik özellikleri gösteriyorlar:

“Coğrafi açıdan bu grubun % 35’i Osmanlı Balkanları’ndan, % 20’si Ege’den, % 20’si İstanbul’dan ve % 11’i Marmara Bölgesi’nden gelmektedir. Başka bir deyişle bu insanların % 86’sı ayrı bir dünya olarak atfedilebilecek bir bölgede doğdular. Bu öyle bir dünya ki, Avrupa’yla entegrasyonu, okuryazarlığı, maddi ve kültürel gelişimi Orta ve Doğu Anadolu’dan tamamen farklı. Kemalistler tarafından Türklerin gerçek anavatanı olarak benimsenen Orta ve Doğu Anadolu, Ankara’daki CHP lider kadrosuna 5’ten fazla üye sokamadı. Yani Cumhuriyet’i idare eden insanların en az yarısı 1911-13 yılları arasında imparatorluktan kaybedilen topraklardan gelmişlerdir. Teknik olarak bu insanlar göçmendiler. Başka bir biçimde ifade edecek olursak: Cumhuriyet’in lider kadrosu, aynı onlardan önceki İttihatçılar gibi, seküler okullarda, Avrupa standartlarında modern eğitim almış insanlardır. Her birinin en azından bir yabancı dili vardı (genellikle Fransızca). Geleneksel dinî eğitim almış hiç kimse bu grupta yer almıyordu; aralarında medrese öğrenciliği yapmış bir tek kimse bile bulunmuyordu.”[8]

Bizim Homo Kemalismus olarak adlandırdığımız insanlar, Zürcher’in üzerinde çalıştığı üst düzey katmanın daha genişletilmiş halinden oluşmaktadır. Ama Zürcher ile aynı anlayışı paylaşıyor ve prosopografik yöntemi kullanmanın önemini vurguluyoruz. Bizim yaklaşımımıza göre, Homo Kemalismus da kendi benzerleri ile birlikte, Margaret Gilbert’in kurguladığı biçimde, bir misyonu veya görevi gerçekleştirmek niyeti ile birbirine bağlanmış insanlardan oluşan grubun “çoğul özne” olarak parçasıydı.

Millî Şef İnönü, Hasan Âli Yücel ve Tonguç bir Köy Enstitüsü teftişinde…

Cumhuriyet döneminde Homo Kemalismus dediğimiz insanları içinde barındıran ve ülkeyi yöneten elit tabakanın duygu, düşünce, tavır, zihniyet ve hassasiyetlerini anlatmadan veya grup dinamiklerini ortaya koymadan tekil bireylerin hikâyesini anlatmak maalesef eksik ve cılız kalıyor. Bu bağlamda Hasan Âli Yücel, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ziya Gevher Etili, Nusret Kemal Köymen, Behçet Kemal Çağlar, İbrahim Tali Öngören, General Kâzım Dirik, İdeal Cumhuriyet Köyü planını çizen ismi meçhul mimar ve Afet İnan bizce aynı çoğul öznenin parçasıydılar. Tabii ki aralarında belli mevkilere ulaşmak için rekabet ediyorlardı, ama aynı gemide seyahat ediyorlardı. Bir kısmı Birinci Mevki’de yâni Lüks Kamara’da kalıyordu, bazıları da güverte yolcusuydular. Ama işin sonunda aynı yolun yolcusuydular. Kaptanın çizdiği rotaya da pek itiraz eden yoktu. Kaptan yanaşılacak son limanın cennet gibi bir yer olduğunu tekrarlayıp duruyordu, yolcular da kendisine inanıyorlardı.

Tanıl Bora’nın “tematik bölümler” olarak kaleme aldığı kısımlarda tek parti döneminin kendine mahsus bazı özellikleri ve bir anlamda zamanın ruhu (zeitgeist) anlatılıyor. Ama Homo Kemalismus’un zihniyetine ve duygularına pek nüfuz edilemediği için Yücel’i tam bir yere oturtmak zorlaşıyor. Aksine, Hasan Âli Yücel her devirde memleketi yöneten şefler için manzumeler yazan bir dalkavuk olarak ortaya çıkıyor. Ama mesele biraz daha derin sanki. Bu derinliği yakalamak için gereken prosopografik yaklaşım benimsenmediği için Yücel her yola gelen bir ‘uyaroğlu’ gibi resmediliyor.

Hasan Âli Yücel ve Köy Enstitüleri

Cumhuriyet yönetimi köylü nüfusu eğitmek ve köyü tam anlamıyla ülkenin ve milletin parçası yapabilmek için Köy Enstitüleri’ne gelinceye kadar çeşitli atılımlarda bulunmuştu. Köy Muallim Mektepleri, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen Okulları denemeleri yapılmıştı. İlk hazırlıkları Saffet Arıkan’ın Maarif Vekili olduğu dönemde, 1935 yılında İlköğretim Umum Müdürü olan İsmail Hakkı Tonguç’un çabaları ile başlayan Köy Enstitüleri projesi, Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği’ne getirilmesi ile hızlanmıştır. Şimdi bu hızlanmanın nedenlerini ele alalım.

Bu noktada, Cumhuriyet aydınlarının fakir köylü çocuklarını Köy Enstitüleri’ne öğrenci alarak onları öğretmen olarak yetiştirmek için çaba göstermelerini aydın sorumluluğu açısından son derece asil ve özveri dolu bir çaba olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. İsmail Hakkı Tonguç ve çalışma arkadaşları yeni bir öğretmen kuşağını yetiştirmek amacıyla gecelerini gündüzlerine katmışlar, binlerce gencin hayatına dokunmuşlardır. Ama köyün içinde bulunduğu maddi şartlarda hiçbir değişiklik yapmadan, sadece eğitim yolu ile köylerin kalkındırılmasını ummak ne kadar gerçekçiydi, bilemiyoruz. Bu okullardan mezun olan gençlerin gittikleri köylerde geleneğin baskısı ile karşılaşması üzücüdür, ancak anlaşılabilir bir şeydir. 1947’den sonra siyasal iktidarın tercihlerinin değişmesi ve “Enstitülü” öğretmenlerin hedef tahtasına konmuş olması bu mezunların belki hayatlarında yaşamış oldukları en ciddi dramdır. Buna ilaveten, Mayıs 1950’de başlayan DP iktidarı ile bu genç insanlar anti-komünist zulüm ortamının kurbanı olmuşlar, “solcu” olarak fişlenmişler, belki o dönemde Türkiye’nin en ücra köylerinde, son derece olumsuz şartlar altında mesleklerini sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bütün bunları ifade ettikten sonra enstitülerin hikâyesinin anlatımında gördüğümüz sorunları dile getirmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrencileri geçit töreni esnasında, 1948.

Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde, eksik kaynak kullanımı nedeniyle yaptığı analizlerin cılız kalmasına neden olan bazı zaaflar görüyoruz. Örneğin, Millî Eğitim Bakanlığı’na atanmasından sonra Millî Şef İnönü’nün desteğini alan Yücel aslında içinde bulunduğu kabineyi yok sayarak ve diğer bakan arkadaşlarının üzerine basarak işleri İnönü ile götürmeyi tercih etmiştir. Yücel ile aynı kabinede görev yapmış olan Dahiliye Vekili Hilmi Uran, anılarında Millî Şef İnönü’nün köylü nüfusun eğitimi ve köy okulları meselesine yaklaşımı konusunda şunları söylemektedir:

“İnönü, pek haklı olarak bizim hakiki kalkınmamızın irfan yolu ile sağlanacağına inanırlardı. Bu düşünce ile bütün köylerimizin en kısa zamanda birer mektep binasına sahip olabilmesini ve köy enstitülerinden yetişecek öğretmenlerin de köylerde irfan işini sağlamasını isterlerdi. Sayın İnönü, bu mevzu üzerinde vazifeli olanlarla hemen her gün bu mekanizmayı planlaştırma ve meydana getirme konusu üzerinde müzakereler yaparlardı.” [9]

Tanıl Bora’nın pek itibar etmediği ve bizce tek parti dönemi hakkında son derece önemli tespitlerin bulunduğu Hilmi Uran’ın anılarında kibarca ifade edilen mesele şudur: Köy Enstitüleri projesinin esas ‘mal sahibi’ Millî Şef İnönü’dür. Yapılan işleri günü gününe takip etmekte ve görevli kişilerle görüşmeler yapmaktadır. Meseleye inşaat terminolojisini kullanarak devam edersek, Tanıl Bora’nın da ifade ettiği gibi projenin fikir babası, proje müellifi, müteahhidi ve inşaatın bilfiil kalfası olan kişi de İsmail Hakkı Tonguç’tur. Hasan Âli Yücel ise ancak bu projenin ‘fenni sorumlusu’ sayılabilir. Doğrudur, Yücel’in Millî Şef İnönü ile ‘iş takibi’ düzeyinde gayet sağlam bir ilişkisi vardır. Ama kabul etmeliyiz ki, mal sahibi de Millî Şef İsmet İnönü’dür. Gerek 1960’ların ikinci yarısında ve gerekse de 28 Şubat döneminde yaşanan reenkarnasyon dönemlerinde Köy Enstitüleri projesini sadece Yücel ile birlikte anmanın veya bu okulları bir tek Yücel’in ismi ile eşitlemenin yanlış ve merhum İsmail Hakkı Tonguç’a karşı yapılmış ciddi bir haksızlık olduğunu düşünüyoruz.

Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde Köy Enstitüleri ile ilgili geniş bir literatür oluştuğunu görüyoruz. Yayınlanmış malzemenin bir kısmı 1960’ların ikinci yarısında, diğerleri 1990 sonrasında ve özellikle 28 Şubat döneminde ortaya çıkmıştır. Reenkarnasyon sürecinde yayımlanan malzeme çoğunlukla “Ne güzel bakanımızdın sen, Hasan Âli Yücel” kıvamında güzellemeler ve birbirini tekrarlayan tespit ve analizlerdir. Tanıl Bora’nın bunların dişe dokunur olanlarını okuyup faydalandığını dipnotlarından anlıyoruz. Fakat Bora’nın yazdığı Yücel biyografisinde eksikliğini gördüğümüz bir kaynak türünü de anmadan geçemiyoruz: TBMM Zabıtları.[10]

Köy Enstitüleri Kanunu Nisan 1940’ta, Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ise Haziran 1942’de çıkarılmıştır. TBMM’de bu kanunlar tek parti dönemi için istisna sayılabilecek şekilde uzun tartışılmıştır. Şubat 1947’den itibaren de değişiklikler yapılmıştır. Yücel’in TBMM’de yaptığı konuşmalar kitap olarak yayınlandığı için Tanıl Bora’nın o derlemeye bol referans verdiğini görüyoruz. Ama kanunu eleştiren, değişiklik isteyen diğer mebusların konuşmaları ve/veya verdikleri değişiklik önergeleri? Bu noktada, Köy Enstitüleri ile ilgili olarak meclis zabıtlarından çıkardığımız iki af kanunu üzerinde durmak istiyoruz.

Köy Enstitülü yazar Talip Apaydın, 1938 Kasım ayında Çifteler Köy Enstitüsü’ne kayıt olabilmek için okul yönetiminin kendisinden 30 TL istediğini anılarında anlatır. Babası ancak 20 TL toparlayabilmiştir. Memurlar eksik para nedeniyle kayıt yapmak istemezler, küçük Talip ağlamaya başlar. Gözü yaşlı çocuk geri kalan 10 TL’yi borçlanmak zorunda kalır.[11] Köy Okulları ve Köy Enstitüleri Teşkilât Kanunu’na göre de iki defa üst üste sınıfta kalanların okul ile ilişkileri kesilmekte ve okulda geçirdikleri yıllar için devlet tarafından kendileri için harcanan meblağ kendilerinden veya onlara kefil olanlardan istenmektedir.[12] Enstitülü öğrencilerin anılarından okul ve çalışma şartlarının çok sert ve yorucu olduğunu biliyoruz. Zayıf bünyeli veya sıkı disipline gelemeyen bazı köylü çocukların bu okullarda başarısız olması mümkündür. Bu durumda çocuklara kefil olmuş akraba ve aile dostlarının mallarına ‘devlet alacaklarının tahsili’ yasasına göre haciz işlemi uygulanmaktadır. 24 Mart 1950 tarihinde, CHP iktidarı kaybetmeden yaklaşık iki ay önce CHP grubu bir af maddesini Meclis gündemine getirir. TBMM Bütçe Komisyonu sözcüsü Muzaffer Akalın (Kastamonu) şunları söyler:

“Sayın arkadaşlar, görüşme mevzuu olan kanun tasarısı Köy Enstitüleri talebelerinin tazminatına taallûk etmektedir… 2.400 köylü çocuğu tazminatının affı bu kanunun çıkmasına bağlıdır.”[13]

Aynı oturumda söz alan Bolu Mebusu Lütfi Gören de af önerisini desteklemek amacıyla şunları söyler:

“Muhterem arka­daşlar, Köy Enstitüleri fakir köy çocuklarını toplamaktadır… Yetişmek için alındıkları yere girmek için, [kendilerine] kefalet [senedi imzalayacak kişileri] bulmak zaruretiyle bu çocuklar şuna buna müracaat etmektedirler. Bu kefaletnameyi hüsnüniyetle imza eden insanların, bugün tahsilat için peşlerinden kovalanmaktadır.”[14]

Nihayet Meclis af yasasını oylar ve 2.400 köylü çocuğuna kefil olanlar böylece icra memurlarının tacizinden kurtulurlar. 17 Nisan 1940’ta kabul edilen Köy Enstitüleri Kanunu’nun 3. maddesine göre bu okullarda eğitim süresi en az beş yıldır. 5. madde de şöyledir:

“Bu müesseselerde tahsillerini bitirerek öğretmen tayin edilenler Maarif Vekilliği’nin göstereceği yerlerde yirmi sene çalışmağa mecburdurlarMecburî hizmetlerini tamamlamadan meslekten ayrılanlar Devlet memuriyetlerine ve müesseselerine tayin edilemezler. Bu gibilerin kendilerinden veya kefillerinden müessesede bulundukları zamana ait masrafın iki misli alınır.”

Günümüzün değer yargıları doğrultusunda, yirmi yıllık bir mecburi hizmet ‘modern kölelik’ olarak görülebilir. Yani yapılan iş, 12-13 yaşında bir çocuğun hayatının gelecek 25 yılına “devletin köylere medeniyet götürmesi” adına el konmasıdır. Meclis görüşmelerini okuduğumuz zaman ilk olarak mecburi hizmet süresinin 30 yıl olmasının düşünüldüğünü, sonra komisyonun insaflı davranıp süreyi 20 yıla indirmiş olduğunu görüyoruz! Yani 13 yaşında enstitüye girip başarılı olarak 18 yaşında bitiren bir genç 38 yaşına kadar köyde kalmak zorunda kalacak. Eğer köyden bir nedenle ayrılırsa tazminat ikiye katlanacaktır! Homo Kemalismus takımının güle oynaya yasalaştırdığı böylesine acımasız bir ‘mecburi hizmet’ anlayışının pre-modern dönemin ‘angarya’ rejiminden ne farkı vardır? 1950’de affa uğrayan 2.400 çocuk hakikaten başarısız mı olmuşlar, yoksa “yol yakınken dönelim” mi demişlerdir? Bizce üzerinde düşünmeye değer bir mesele!

İşin ikinci bir boyutu da var: Tanıl Bora 1946 yılı sonuna kadar Köy Enstitüleri’nin 5.442 öğretmen ve 8.756 eğitmen mezun ettiğini ifade ediyor, yani toplam olarak 14.198 kişi (Bora, s. 310). Bu toplama okuldan atılan öğrencileri de ilave ettiğimiz zaman toplam 16.598 kişiye yükselmektedir. Eğer atılanların toplamı 2.400 ise, alınan her 100 öğrenciden yaklaşık 15’i başarısız olup okuldan atılmış demektir. Bugün Köy Enstitüsü güzellemesi yapanların bu tür sorulara cevap vermesi gerekmez mi? Yahut bize bu güzellemeleri uzun uzun anlatan Tanıl Bora’nın bu soruları tartışması gerekmez mi? Ama bu tür soruların akla gelebilmesi için önce TBMM Zabıtları’nı okumak ve bu meseleler üzerinde düşünmüş olmak gerekiyor.

İkinci af meselesi biraz daha da ilginç. 11 Şubat 1950 tarihinde, yani DP iktidara gelmeden hemen önce, CHP grubu eski Adana, Karaisalı Kaymakamı için Meclis’te kişiye özel af istiyor! Sözü Elazığ Mebusu Fahri Karakaya’ya bırakıyoruz:

“Muhterem arkadaşlar, milletvekili olmakla beraber hepimizin bir insan olmamız itibariyle şüphesiz merhamet ve şefkat tarafımız da vardır. Ama hâdiseyi kısaca arzedeyim: Bu vatandaş, Karaisalı kazasında kaymakam imiş. Köylere ilkokul binaları yapılması seferberliği kanunu çıktığı vakit hakikaten Hükümet, Devlet, Yüksek Meclis bu işin üzerinde ehemmiyetle durmuş ve buna göre kanun çıkarmış ve kaymakamlar, valiler bununla fazla çalışmaya teşvik edilmiştir. Bu kaymakam da bir köyün halkından, okul yapısı işinde kum-çakıl getirmeyenleri tehdit için, hiç münasebeti yokken … köyün iki muhtarını jandarma vasıtasiyle celbedip hapsediyor. Bunlar orada saatlerce ve sabaha kadar bekliyorlar, bir vasıtayla da Müdde-i Umumi’ye [Savcı] haber gönderiyorlar, savcının müdahalesiyle ancak hürriyetlerine kavuşuyorlar. Cumhuriyet Savcısı’nın müdahalesi olmasaydı bunlara belki işkence de yaptıracaktı. Bu işin enteresan tarafı, iş Memurin Muhakemat Kanunu’na göre, vilâyet idare heyetine veriliyor. Bugün kıymet verdiğimiz seçimle mevki alan muhtar ve azaları kaymakam hakkında şikâyette bulunuyorlar. Evrak İl İdare Heyeti’ne geliyor, men’i muhakeme kararı veriliyor. Sonra savcının itirazı üzerine Danıştay’a gidiyor. Danıştay’da lüzum-u muhakeme kararı veriyor ve Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılan uzun boylu muhakeme neticesinde; bu vatandaşın mektep yapması için iyi niyetle bu suçu işlediği esbabi muhaffife [hafifletici sebep] olarak kabul ediliyor. Bu suretle verilen bir sene ceza, üçte bire indiriliyor, 8 aya mahkûm ediliyor.”[15]

Eski Karaisalı kaymakamının memuriyetten atıldığı, ailesinin sefil olduğu, beş parasız kaldığı diğer mebuslar tarafından da dile getiriliyor. Tabii ki CHP grubu gerekeni yapmış ve okul inşaatında ayak sürüyen köylüleri hapseden kaymakam için kişiye özel affı kabul etmiştir. Buraya kadar bizi şaşırtan bir şey yok. Ama bu görev bilinci yüksek (!) kaymakam için çıkarılan kişiye özel af önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Dönemin kamu yöneticileri ile köylüler arasında yaşanan bu tip gerilimler acaba ne kadar yaygındı? Bu soruya eski Dahiliye Vekili Hilmi Uran anılarında cevap veriyor:

“… köylerde inşa edilen mekteplerle öğretmen evlerinin inşa masrafları, hükümet bütçelerinin kifayetsizliği sebebiyle, büyük mikyasta köylünün sırtında idi ve İnönü’nün israrla istediği gibi, köylünün bir mektep binası ile onun öğretmeninin evine ne kadar kısa bir zamanda kavuşması iltizam edilirse köylünün yükü de o kadar ağırlaşıyor ve takatının üstüne çıkıyordu.

Biz, köylünün sırtına yükletilen bu ağır masrafların yer yer yarattığı hoşnutsuzluklardan ve çoğu alelacele, rastgele yapılan mektep binalarının da çürüklüğü hakkındaki muhalefet propagandalarından, parti olarak bilhassa seçimlerde çok zarar görmüştük.”[16]

Hilmi Uran herhangi biri değildir. Dönemin İçişleri Bakanı’dır. Yukarıdaki satırları yazarken konuya mesafeli bakmaya gayret etmiş olsa bile, “köylünün sırtına yükletilen bu ağır masrafların yer yer yarattığı hoşnutsuzluklardan” kendisine rapor yollayan kaymakam ve valiler sayesinde birinci derecede bilgisi olduğunu tahmin ediyoruz. Köy Enstitüleri’nin mezunları her yıl mezun olup köylere dağıldıktan sonra, 1940 ile 1946 yılları arasında 7.090 köyde “köylünün angarya emeğini kullanarak” üç sınıflı ilkokul inşa ettiklerini biliyoruz.[17]Genç bir doktora öğrencisi için bu köylerin dökümünü çıkarmak ve “acaba bu köylerde 1946 ve 1950 seçimlerinde köylü hangi partiye oy vermiş?” sorusunu sormak ve sonuçlarını tartışmak ilginç bir akademik çalışma olabilir. Böyle bir çalışma yapılana kadar, Uran’ın “bilhassa seçimlerde çok zarar görmüştük” tespitine mesafeli durmakta yarar vardır.

Tanıl Bora da kamu bürokrasisi ile enstitü müdürleri arasındaki gerginliklerin farkında aslında. Trabzon, Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müdürü Hürrem Arman’a, Trabzon Valisi’nin “Bu işler çocuk oyuncağı değildir. Tonguç’u tanımam ama Hasan Âli’yi biraz akıllı zannederdim … sizin özel kanunlarınız var, devlet içinde devletsiniz” dediğini aktarır. Bora, Yücel’in solcu bilinen Emin Türk Eliçin’in köyünden çocukların enstitüye öğrenci yazıldığını ve işgüzar Kırşehir Valisi’nin durumu Millî Eğitim Bakanlığı’na ihbar etmiş olduğunu anlatır. Yücel de hem “valiyi kınayan bir yazı ile karşılık” verir hem de bunu Çankaya sofrasında Millî Şef İnönü’nün huzurunda, tadını çıkararak nakleder. Bora bu gibi nedenlerle “devlet erkânında Yücel’e ve ‘enstitülerine’ karşı hınç ve haset biriktiğini” vurgular (Bora, 273).

Niyazi Berkes, Ankara Üniversitesi’nde çalışırken Trabzon, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nü ziyaret etmek ister. Enstitü Müdürü Hürrem Arman eski öğrencisidir. Ayrıca Nafıa Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) kadrosunda çalışan yakın akrabası Cemil Bey de Trabzon’da başmühendis olarak çalışmaktadır. Nafıa Vekâleti’nin kamyonu ile Niyazi Berkes ve Cemil Bey Ankara’dan Trabzon’a doğru yola çıkarlar. Beşikdüzü’ne yakın bir yere geldiklerinde, Cemil Bey, Berkes’e yolu gösterir ve artık yola yalnız devam etmesi gerektiğini söyler. Berkes şaşırır, “Sen gelmiyor musun?” diye sorunca, şu cevabı alır:

“Gelemem. Bize Nafıa Bakanlığı’ndan emir var, bunlarla temas etmememiz için. Bizden habersiz neler yapıyorlar? Çoluk çocuğa yaptırdıkları binalar da hep yıkılacak … Hiç mühendissiz, müteahhitsiz bina yapılır mı?”[18]

Bu diyalogdan Köy Ensitüleri’nin devlet bürokrasisi içinde pek itibarı olmadığını anlıyoruz. Tabii ki burada mesele yapılan binaların çürük veya dayanıksız olması değildir. Çoğu bugün bile ayakta durduğuna göre binaların çürük olduğunu söylemek mümkün değildir. Fakat Kemalist bürokrasi içindeki müteahhit lobisinin o devirde bile ne kadar güçlü olduğunu görüyoruz.[19] Ayrıca, Cemil Bey’in “Bize Nafıa Bakanlığı’ndan emir var, bunlarla temas etmememiz için” sözleri meselenin Yücel’e ve Köy Enstitüleri’ne ‘gıcık olma veya haset duyma’ aşamasını çoktan geçtiğini, kamu bürokrasisi içinde Yücel’e karşı husumetin ciddi düzeyde olduğunu ve merkezden taşra teşkilatına bu konuda sözlü ve belki de yazılı emir yollandığını göstermektedir.

 

Köy Enstitülü öğrenciler müzik dersinde.

Bu bağlamda, 17 Nisan 1944 günü enstitülerin kuruluş yıldönümünde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ziyaret eden Millî Şef İnönü’nün, rejimin diğer ağır toplarının yanında, “Yücel, bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi tutacaklar mı?” sorusunu yöneltmiş olması anlamlıdır (Bora, 269). Belki de doğru soru şudur: “Yücel, bu köylere yolladığımız çocuklara Anadolu köylüsü acaba Yaban kahramanı Ahmet Celâl muamelesi yapar mı?” Bu önemli sorulara içeriden verilebilecek cevaplar, Köy Enstitülü yazarların eserlerinde veya anılarında vardır.[20] Maalesef biz bu literatüre Tanıl Bora kadar hâkim değiliz, dolayısıyla cevabı bilemiyoruz.

Tanıl Bora, Yücel’in düşüşünü ve enstitülerin tasfiye sürecine girmesini açıklarken esas olarak dış faktörleri gündeme getirmektedir. Genel olarak bu tespitinde haklıdır, ama Şubat 1943 seçimleri sonrası CHP içinde oluşan ‘yerli ve millî’ muhalefeti de biraz mercek altına almak gerekir. Yücel’in enstitüler hakkında 1959’da kaleme aldığı bir yazıda “Harp bitmek üzere olunca, memlekette demokratik rejim kurulmaya teşebbüs edilince 1946’dan sonra bu faaliyet, demokrasi prensipleri bakımından siyasi tenkidlere konu oldu. Bir kısım aydınlar ve bunun arkasından köylü, bu sistemden şikâyete başladılar. Yavaş yavaş bu usul baltalandı ve değişti” şeklinde bir analizi vardır (Bora, s. 272).

Bu tespitin birinci kısmı, yani “memlekette demokrasi rejimi kurulması” süreci doğrudur. Savaş sırasında ‘Rus korkusu’ nedeniyle gönlü Almanya’nın zaferinde olan Homo Kemalismus, 1943 başında Stalingrad önlerinde Nazilerin mağlup olması ile sıkışmıştır. Bir an önce kendisini Anglo-Sakson dünyasının egemenliği altında olan “İngiliz-Amerikan demokrasi cephesine” atmak için elinden geleni yapar. Önce, 1944 Mayıs ayında Nazilerin Türkiye şubesi gibi gösterilen Türkçü-Turancı takımı hapishaneleri boylar. 25 Nisan’da San Fransisco’da yapılacak Birleşmiş Milletler kuruluş toplantısına katılmanın ön koşulunu yerine getirmek için, Türkiye, Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya mecburen savaş ilan eder. Aralık 1945’te Sovyet yanlısı olduğu iddia edilen Tan gazetesi ve matbaası faşist militanlarca yerle bir edilir. Temmuz 1946 seçimlerinin ardından da “solcu yetiştirdiği” iddia edilen Köy Enstitüleri’ne karşı anti-komünist cihat bayrağı açılır. Böylece Anglo-Sakson dünyasına şirin görünme operasyonunun parçası olarak, Köy Enstitüleri’nin mal sahibi olan Millî Şef İnönü projeden elini ayağını çeker. Kısaca ‘malı satar.’ Bizce yaşanan budur.

Bütün bunlara rağmen, Yücel’in ikinci cümlesindeki sistemden şikâyet eden “bir kısım aydınlar ve bunun arkasından köylü” meselesi açılmaya muhtaçtır. Kimdir bir kısım aydınlar?

Tanıl Bora’nın eksik kullandığı diğer bir temel kaynak da dönemin Trabzon Mebusu Faik Ahmet Barutçu’nun anılarıdır. Bora nedense hâlâ bu anıların 1977 yılında Milliyet Yayınları’ndan çıkan ilk baskısını kullanmaktadır. Maalesef o baskıda Barutçu’nun anıları kesilip kuşa çevrilerek, 607 sayfa olarak yayımlanmıştır. Halbuki 2001 yılında, Ankara’da 21. Yüzyıl Yayınları tarafından eksiksiz yayımlanan ikinci baskı üç cilt olarak toplam 1.383 sayfadır. Meraklısı bilir, tek parti döneminde ciddi siyasi meseleler esas olarak basına kapalı CHP grup toplantılarında konuşulmaktadır. Bu toplantıların zabıtlarının nerede olduğunu hâlâ bilmiyoruz. TBMM görüşmeleri ise genellikle kısa tutulmakta, CHP grubunda alınan kararlar resmen kanunlaşmaktadır. Barutçu, Nisan 1939 ile Mayıs 1954 tarihleri arasında tutmuş olduğu günlükte hem CHP grup toplantılarında müzakere edilen konuları anlatmakta hem de Çankaya’da Millî Şef İnönü’nün sofrasından en üst düzeyde kulis bilgileri vermektedir.

Tanıl Bora, Yücel’in görevden alınması ve siyasal anlamda gadre uğraması ile ilgili beşinci kısmı kaleme alırken, Yücel’e karşı sürdürülen anti-komünist kan davasını ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Fakat Yücel’in bakanlığı kaybetmesinin ardındaki “CHP içi muhalefeti” pek tartışmamaktadır. Temmuz 1946 seçimlerinde Hasan Âli Yücel yine İzmir’den mebus olarak seçilmiştir. Ama Şükrü Saracoğlu’nun yerine hükümet kurma görevi verilen Başbakan Recep Peker kendisi ile çalışmak istememiştir. 1930’larda Mussolini’nin faşist rejimine hayranlık duyan Peker, Millî Eğitim Bakanlığı’nın üst düzey bürokratlarından Yüksek Tedrisat Umum Müdürü olan Reşat Şemsettin Sirer’i bakan yapmıştır. Tanıl Bora kitabında hiç bahsetmiyor ama Sirer, Köy Enstitüleri’nin fikir babası İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte Almanya Maarifi başlıklı bir kitap da yayınlamıştır.[21]Köy Enstitüleri fikrinin ilham kaynaklarını anlamak bakımından bu kitabın tartışılması yararlı olabilirdi.

Sirer ilk kez Şubat 1943’te yapılan seçimlerde mebus olmuştur. Sivaslı, büyük toprak sahibi bir ailenin çocuğudur. Fakat seçimden dokuz ay önce CHP içinde çok önemli bir değişiklik olmuş, eski Kabil Büyükelçisi, bir zamanlar İttihat ve Terakki’nin esnaf teşkilatının başında olan ve İzmir suikastından sonra arandığı için intihar eden Kara Kemal’in sağ kolu olan Memduh Şevket Esendal CHP Genel Sekreteri olmuştur.

Esendal Anadolucu olarak bilinmekte, sanayileşme ve kentleşmeye karşı fikirleri ile tanınmaktadır. Kendisi tarımda makineleşmeye de karşıdır. Köye ‘elektrik gitmesin’, köylüler ‘kandil ışığında rahattır’ gibi laflar etmektedir. Bu tuhaf görüşlerini anlattığı bir toplantıda İsmail Hakkı Tonguç, “Siz bunları şaka olarak mı söylüyorsunuz?” diye hayretini ifade etmiştir.[22] Partinin başına geçer geçmez yeni bir ekip kurmak amacıyla harekete geçen Esendal, Batılılaşma süreci ile sorunu olan ‘yerli ve millî’ gençleri partiye taşımak için CHP örgütlerini ve Halkevleri’ni gezmiştir. İşte Reşat Şemsettin Sirer ‘keşfedilen’ bu gençlerden biridir. Aynı zamanda, 1942-1943’te uygulanan Varlık Vergisi sırasında İstanbul’da 1 Numaralı Komisyon üyesi olan, İttihat ve Terakki’nin Konya Kâtibi Mesulü iken Konya Ermenilerini Suriye’ye süren ve Esendal gibi Kara Kemal’in ‘sağlam’ adamlarından, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Ferit Hamal’ı da Esendal mebus yapmıştır. Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar da aynı furyada mebus olur. 1943 seçimlerinden sonra TBMM’de seçilen 455 kişiden 139 tanesi ilk defa mebus olmaktadır. Mebus olacakların listesinin nasıl bir gizlilik içinde hazırlandığını Faik Ahmet Barutçu şöyle anlatmaktadır:

“Liste hakkında hâlâ kimsenin esaslı malumatı yoktur… Bu defa büyük rolü, Umumi Kâtip Memduh Şevket Esendal oynuyor. Başvekil [Saracoğlu] bile o kadar müessir olmuyor ve karışmıyor rivayetleri var… Yalnız İnönü ile Memduh Şevket Esendal konuşuyorlar.”[23]

Seçim yenilendikten sonra Esendal’ın çalışma yöntemini Faik Ahmet Barutçu şöyle anlatmaktadır: “Bu intihabın [seçimin] ilk göze çarpan karakteri bütün azaların [mebusların] hep Türk ırkından olmalarıdır. Ve sonra da hep temiz karakterli memleket çocukları olarak tanınmış bulunmalarıdır.”[24] Bu cümleden Arnavut, Boşnak, Çerkes, Kürt veya Gürcü adayların üzerlerinin çizildiği anlaşılmaktadır. Şubat 1943 seçiminden sonra ortaya çıkan bu durum, Homo Kemalismus içinde bir çatlama olduğunu göstermektedir. Bu çatlama ilk anda rejimin niteliğini değiştirecek güçte değildir. Fakat savaşın Nazilerin yenilgisi ile sonuçlanması, İngiltere-ABD egemenliğinde yükselen ‘Demokrasi Cephesi’nin güçlenmesi ve 1947’de Truman Doktrini ile soğuk savaş dönemine girilmesi sonucunda süreç hızlanmış ve çaresiz, çok partili rejime geçilmiştir.

CHP’nin ‘yerli ve millî’ kadrosundan seçilerek Yücel’in yerine bakan olan Reşat Şemsettin Sirer, birlikte kitap yazmış oldukları eski arkadaşı Tonguç’a enstitülü öğrenciler hakkında, “Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem. Biz yöneticilerin kapısına kazma kürekle dayanmasını mı istiyorsun bu köylülerin?” diye takılarak alaturka muhafazakârların Köy Enstitülü öğrencilerle sorununun olduğunu ortaya koymuştur (Bora, 348). Aslında, Köy Enstitülü öğrencilere karşı hareketin yol taşları Şubat 1943 seçiminden sonra ortaya çıkan ‘yerli ve millî’ CHP grubu tarafından döşenmiştir. Türkiye’nin kendisini “İngiliz-Amerikan Demokrasi Cephesi” tarafına atma gayreti bir buçuk yıl sonra gelmiş, sadece tasfiye sürecini hızlandırmıştır.

Tanıl Bora, Yücel’in anti-komünist cihat sonucunda ikbalden düşmesini anlatırken şunları söylüyor:

“Yücel’in kendi partisinin, CHP’nin de bu kampanyanın dışında kalmadığını ihmal etmeyelim… Çok partili hayata geçişin 1946’daki ilk genel seçimini açık baskı yoluyla kazandıktan sonra iktidarını 1950 seçimlerine kadar ‘sürdüren’ CHP yönetimi, Yücel’e yönelen tahripkâr kampanyayı hiç üzerine alınmamıştır. Yücel’i asıl menkup [gadre uğramış] duruma düşüren, böylece yalnızlaştırılması olacaktır” (Bora, 376).

İsterseniz, aynı meseleyi Faik Ahmet Barutçu nasıl anlatıyor, bir de onu dinleyelim:

25 Nisan Cuma 1947: Köşkteyiz… Hasan Âli, şahsı üzerine konsantre edilen hücumlara karşı müdafaada yalnız bırakıldığı yolunda serzenişli. Memleketin en antipatik adamı haline geleceğinin, parti içinde bile kendisini seven tek adam bulunmadığının zavallı pek farkında değil gibi! Sebebi basit: seneler süren bakanlığı esnasında mazhar olduğu yüksek makamın başını döndürmesi, ne memleketi, ne partisini, ne eski meslektaşlarını, ne arkadaşlarını hiçbir varlık halinde görmemesi, [onları] hiçe sayacak derecede burnunun Kafdağı’na değmesi, küçük dağları yaratmış gibi hareketlerine inkısam eden [dağılan] zaafı.

[İşin] garibi, günahlarını unutturacak bir zamanın aradan geçmesine de bir türlü razı olamıyor. Réhabilitation (iade-i itibar) gayretinin, onu gittikçe daha batıracağının farkında değil. İnönü’nün hamiyetini suiistimal etmekteki ısrarı bakalım nereye ve ne kadar ve ne zamana kadar devam edebilir…

29 Nisan Cumartesi 1947: Yine Köşkteyiz… [İsmet] Paşa bugün öğlede Hasan Âli’yi ve avukatını kabul ederek [DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner ile hasım olduğu] muhakemenin safahatını onların lisanından dinlemiş. Hasan Âli kendi davasını Paşa’ya mal etmede hayli mesafe almışa benziyor.

7 Haziran Cumartesi 1947: Hasan Âli, Saracoğlu kabinesinin memlekette en antipatik hale gelen vekillerinden biridir. Ve belki birincisidir. Öyle ki mebus seçiminde partinin namzet listesindeki ismini İzmir’in partili seçmenleri siliyorlardı. Ve en son gün zorla kazandırılmıştır. Hasan Âli’yi memleket komünistlikle itham ediyor. Bakanlığı zamanında komünist hocaları ve muharrirleri himaye ettiği için.”[25]

Barutçu daha sonra Hilmi Uran’ın “Hasan Âli’ye bir kabine toplantısında komünist hocaların tutulması yüzünden [Yücel’e] şiddetle hücum ederek bunların vazifeden uzaklaştırılmasını istediğini” anlatıyor. Sonra, “Bir hakikat varsa o da Millî Emniyet’te Hasan Âli’nin komünistlikle fişli olmasıdır” diyerek Hasan Âli Yücel’in tabutuna çiviyi çakıyor.[26]

Dikkat edilirse, Hasan Âli’nin tasfiye süreci aşama aşama gerçekleşiyor. Önce köye atanan enstitülü öğretmen ile köy muhtarı arasında gerilim çıkıyor. Sonra bu gerilim kaymakam ve vali düzeyindeki kamu yöneticilerine yansıyor. Daha sonra da kamu bürokrasisi inşa edilen 7.000 civarındaki köy okulundan müteahhitlerin para kazanamaması meselesini gündeme getirerek Yücel’e ve Tonguç’a karşı tavır alıyor. Bakanlık üst yönetimleri de kendi elemanlarının enstitülerle ilişki kurmasını yasaklıyor. En son aşamada ise, Yücel o güne kadar İnönü’ye sırtını dayadığı için pek adam yerine koymadığı kabine arkadaşları tarafından gömülüyor. Barutçu’ya göre, Yücel bir noktadan sonra CHP’nin en antipatik mebusu haline geliyor. Sonunda, geminin lüks mevkii kamarasında seyahat eden Hasan Âli Yücel’e havasız makine dairesinde, tabure üzerinde oturma cezası çıkıyor.

Türkiye’de demokrasiye geçişin ardındaki faktörler önemli; bu faktörleri gündeme getiren Tanıl Bora aslında doğru tespitler yapıyor. Ama CHP içinden gelen reaksiyon basit bir vefasızlıktan çok daha derin bir şey. Millî Şef İnönü ilk başta Yücel’in yanında duruyor, Çankaya’da Yücel’i ve avukatı Bülent Nuri Esen’i kabul ediyor. Ama Şubat 1943 seçimlerinden sonra giderek ‘yerli ve millî’ bir parti haline gelmiş olan CHP’nin ve devlet memurları arasında Yücel’e karşı yıllar içinde biriken husumetin ve kan davası güden Türkçü-Turancı takımının parti dışından sürdürdükleri anti-komünist cihadın sonucu olarak Millî Şef İnönü de artık yıpranmış Yücel’in üzerini çiziyor. Her şeye rağmen Yücel 1950 seçimlerinde Giresun’dan listeye konuyor, fakat seçilemiyor. 21 Kasım 1951’de kendisi CHP’den istifa ediyor. Kısacası, mesele basit bir siyasi vefasızlık meselesi değil; daha derinden işleyen toplumsal/siyasal dinamikler söz konusu. Maalesef Tanıl Bora’nın metninde bu dinamikler net olarak ortaya çıkmıyor.

Yücel ve Klasikler: ‘Türk Aydınlanması’ meselesi

Hasan Âli Yücel’in bakanlığı sırasında, 1940 ile 1946 yılları arasında 468 adet klasik sayılabilecek nitelikte kitabı tercüme ettirip yayımlaması, özellikle Yücel’in reenkarnasyona tabi tutulduğu dönemde çok gündeme getirilmiştir. Tanıl Bora da haklı olarak bu konunun üzerinde duruyor. Tabii ki klasikler dizisi bugün altmış yaşını aşmış okurların anılarında önemli bir yer tutmaktadır. Bora haklı olarak sadece “Batı Klasikleri” denen türde kitapların basılmadığını, toplam yayımlanan kitap repertuvarı içinde, daha sonra basılanlarla birlikte yüzde 7 oranında Doğu dünyasının klasik sayılabilecek eserlerine de yer verildiğini vurguluyor. Bu çerçevede, Yücel’in yakını olan İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın kitaplarının basılması ve belki de en önemlisi İslâm Ansiklopedisi’nin yayımlanmasına başlanması, Yücel’in hizmetlerinin önemini ortaya koyar.[27]

Biz de bunların önemli olduğunu düşünüyoruz, ama en azından Tanıl Bora’nın Kemalist söylemde sık tekrarlanan “Türk Aydınlanması” mitosu ile bir nebze hesaplaşmasını beklerdik. Bu ‘Aydınlanma’ iddialarını okuduğumuz zaman kaçınılmaz olarak aklımıza bazı sorular takılıyor: Aydınlanma denen süreç 468 kitap yayınlandığı zaman hemen oluyor mu? ‘Aydınlatma’ işi sadece Ankara’da Tercüme Bürosu’nda çalışan, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi kişiler tarafından mı yapılır, bunun biraz da sivil tabanı yok mudur? Aydınlanma denen süreç esas olarak aklın, pozitif bilimlerin, özgürlük, toplumsal ve siyasal ilerleme fikirlerinin egemenliğinin toplumda sağlamlaşması değil midir? Aydınlanma aynı zamanda farklı görüşlerin varlığına saygı duyarak tartışma ortamının gelişmesi ve aykırı görüşlerin yer bulması demek değil midir?

Eğer yukarıda bir çırpıda sıraladığımız bu soruların cevabı ‘evet’ ise, peki Hasan Âli Yücel’in bakanlığı sırasında nasıl bir ülkede yaşıyordu insanlar? Bora, Hasan Âli Yücel’in Tolstoy’un Savaş ve Barış başlıklı klasik romanının çevirisinin Bursa Hapishanesi’nde bulunan Nâzım Hikmet’e sipariş edilmesini kabul ettiğini anlatıyor. Peki, Nâzım Hikmet acaba hangi suçtan 1938-1950 yılları arasında tam on iki yıl hapiste yattı? ‘İhaleye fesat karıştırmak’ suçundan mı? Son yıllarda örneklerini sık sık gördüğümüz şekilde, düzmece bir iddianame ileyargılanmış ve bir askerî mahkeme tarafından “orduyu ve donanmayı isyana teşvik etmek”le suçlu bulunarak 28 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Silahla-külahla hiçbir ilgisi olmayan bir şairin hayatının on iki yılının çalındığı bir ülkede hangi “aydınlanma” türünden bahsedebiliriz?

Yıllardır belli çevrelerde sık sık tekrarlanan, “Kemalizm’den başka -izm yoktur; öteki bütün -izm’ler yabancı ve zararlıdır” özdeyişinden hareketle ‘Türk Aydınlanması’ üzerine görüşlerini yirmi yıl önce ortaya koyan Taha Parla şunları söylüyordu:

“Sorgulamayan, seçenekleri tartışmayan ve tartmayan bir toplumda ve onun böylesi bir millî eğitim ideolojisi ve toplumsallaştırma süreciyle eğittiği bireylerde aydınlanma olmaz, iman tazeleme olur.”[28]

Eğer ille de basın-yayın yolu ile başlayan aydınlanmadan bahsedecek isek, bizim çocukluğumuzda aile kitaplıklarımızda bol miktarda bulan Varlık Yayınları’ndan çıkmış kitaplar akla gelmez mi?

 

Yaşar Nabi Nayır (1908-1981)

1933 yılından günümüze kadar Ankara’da Varlık dergisini çıkararak ülkemizde edebiyat zevkinin oluşmasına ciddi katkı yapmış olan bu dergide bir sürü edebiyatçının ilk şiirlerini ve hikâyelerini yayımlayan merhum Yaşar Nabi Nayır (1908-1981) bizce bambaşka bir yerde durmaktadır. Yücel’e de yakın olan ve bir süre Millî Eğitim Bakanlığı’nda da çalışmış olan Yaşar Nabi Bey tek başına, devlet desteği almadan müthiş bir yayın faaliyetine girişmiştir. İçlerinde Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Rıfat Ilgaz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi; hikâyede Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Halit Ziya Uşaklıgil gibi dev isimlerin bulunduğu edebiyatçıların şiir, hikâye ve denemelerini dergisinde yayımlayan Yaşar Nabi Bey, 1946’dan sonra Varlık Yayınları’nı İstanbul’a taşıyarak 1981 yılındaki vefatına kadar binden fazla kitap yayımlamıştır.

Eğer kültür dünyamıza katkıdan bahsedecek olacak isek, son derece sınırlı imkânlarla yapılan bu sivil yayıncılık faaliyeti bizim açımızdan her türlü takdir ve hayranlığı hak ediyor. Cumhuriyet kuşaklarının edebiyat zevkinin gelişiminden bahsedecek olursak, kusura bakılmasın ama birincilik ödülü Hasan Âli Yücel’e değil, Yaşar Nabi Nayır’a gider. Varlık Yayınları Batı edebiyatından da Dostoyevski, Turgenyev, Gogol, Kafka, Tolstoy, Steinbeck, Hemingway, Balzac, Malraux, Zola, Gide, Camus, Sartre gibi ünlü yazarların yüzlerce çevirisini yayımlamıştır. Kendisini rahmetle anıyoruz.

Sonsöz

Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde bizce temel mesele şudur: Bora, Hasan Âli Yücel gibi karmaşık bir şahsiyet ve tek partili Cumhuriyet hakkında ileri sürülmüş her türlü görüş, tespit ve yaklaşımları hiç üşenmeden ortaya koyuyor. Tabii ki yıllar süren araştırma sürecinde bütün bu malzemeyi okumuş olmasını doğal karşılıyoruz. Fakat esas metinde sanki araştırma notlarını sıralar gibi hepsini okuyucunun üzerine boca etmesine gerek var mı? Örneğin, 303-307. sayfalar arasındaki ‘Kültüralizm’ alt başlığı içindeki dört sayfada Tanıl Bora şu yazarların fikir, görüş veya tespitlerini sıralıyor: Zülâl Fazlıoğlu Akın, Yüksel Taşkın, Şerif Mardin, Çağlar Keyder, Asım Karaömerlioğlu, Taner Timur, Ahmet Hamdi Tanpınar, Tuncay Birkan, Stefan Plaggenborg ve Zafer Toprak. Bora ortaya koyduğu görüşlere bir de çekince (ihtiraz kaydı) koyarak karşı görüşü de yazıyor. İşin sonunda dolambaçlı ve okumayı zorlaştıran bir metin ortaya çıkıyor.

Tanıl Bora, bizim anladığımız kadarıyla sanki ‘dengeli bir sunum’ yapmak istiyor. Bu netameli konulardaki kutuplaşmaların tabii ki farkında, ama kimseyi de ‘kırmak’ istemiyor. Fakat 500 küsur sayfalık metni bitirdiğimiz zaman Tanıl Bora’nın kendisinin tam olarak ne düşündüğünü anlayamıyoruz, sadece hissediyoruz.

Bora 1970’lerin sonunda, İstanbul’da yayımlanan Birikim dergisi çevresinin yetiştirdiği bir araştırmacıdır. Tanıl Bora’nın içinden çıktığı Birikim çevresi bir zamanlar Türkiye solu içinde Sovyet rejimi (reel sosyalizm) ve diğer totaliter yapılar hakkında eleştirel yaklaşımları benimsemiş bir sol topluluktu. Birikim bizlerin zamanında çok şey öğrendiğimiz, ülkemizde bağımsız, eleştirel, özgürlükçü sol yaklaşımın kalesi olmuş bir dergidir. Ayrıca resmî tarihimize ilişkin ilk ciddi eleştirileri de bu dergide okuduk. Kısacası, İstanbul’un kozmopolit ve özgürlükçü havasının Birikim dergisine yansımış olduğunu düşünüyoruz.

Bizim hissiyatımıza göre Yücel biyografisinde Tanıl Bora biraz ‘Ankaralı’ bir metin kaleme almış gibi görünüyor. Metinde kendini sol veya çağdaş sayan kesimin yıllardır yelkenlerini şişirdiği nostalji rüzgârı karşısında eğilen bir hava hissettik. İçinde yaşadığımız günlerde, kendini “tek adam rejimine” muhalif sayan insanların Kemalist nostalji edebiyatına kapılmalarını anlayabiliyoruz. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır siyasi bir perspektifi olmayan bir duygusal nostalji dalgalanmasının içinde debeleniyoruz zaten. Tabii ki entelektüel ve politik düzeyde böyle bir cendereden çıkışın nasıl olacağını tartışmanın yeri burası değildir. Fakat 1940’ların “tek adam rejimi” olan Millî Şef İnönü hükümetinin bakanı olan Hasan Âli Yücel Kemalist ikonuna iliştirilmiş Köy Enstitüleri’nin veya klasiklerin neden tekrar tekrar mitleştirilip önümüze konduğunu anlamak da mümkün değil. Bizce tarihçinin veya biyografi yazarının görevi mitlere can suyu taşımak değil, onların ortadan kalkmasına katkı yapmaktır.

İçinde yaşadığımız dönemde kendilerine ‘İslâmcı’ diyenlerin siyasal esin kaynaklarının giderek Cumhuriyet’in ilk yıllarına doğru yöneldiğini görüyoruz. Altını çizelim, ‘İslâmcı’ terimini ‘İslâmı pazarlayarak geçinen siyaset esnafı’ anlamında kullanıyoruz. Aynen yoğurtçu, sütçü, börekçi veya tüpçü örneklerinden bildiğimiz küçük esnaf gibi. Son günlerde siyasi iktidarın ‘1921 Anayasası’nın ruhuna uygun yeni anayasa’ arayışları bile bu konuda gözlerimizin açılmasına yetmiş olmalı. İktidar çevrelerinde ‘Atatürk’ün Anayasası’ olarak sunulan ve kuvvetler ayrılığı ilkesini tamamen berhava etmeye niyetli yeni anayasa hayalinin ülkenin başına ne gibi felaketler getirebileceğini burada sıralamanın gereği yok. Gidişatın farkında olan Taha Parla muhalefeti şöyle uyarıyor:

“Türkiye anayasa siyasetine ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ garabetini sokan ve fakat bununla dahi yetinmemeye niyetli görünen iktidarın 1921 Anayasası’nda elverişli bulacağı potansiyel, takdim ettiği üzere, yasama meclisinin üstünlüğü değil, son tahlildeki şefin-yürütmenin üstünlüğü potansiyeli ve dozu daha da artırılmış meclis güdümüdür. Muhalefetin problemi görebilmesi ise, ancak 1921’deki örtük güçler birliğini anlaması ve onaylamaması ile yüksek yetkili şefliği Atatürk’e yakıştırmazlık etmemesi ve onaylamaması ile mümkündür.”[29]

Ama nostalji edebiyatına boyuna kadar gömülmüş muhalefet acaba bunları görebilecek mi? Bilemiyoruz.

Ünlü İngiliz tarihçi R. G. Collingwood “tarihçinin bir görevi, eylemlerini incelediği kişilerin düşüncelerine nüfuz etmek” diyor.[30] Tanıl Bora’nın Hasan Âli Yücel biyografisine bu çerçeveden bakılınca, sadece Yücel’in yaşadığı dönemin anlatılması ve bu dönemin yorumlanması ile ilgili olarak farklı yazarların görüşlerine yer verilmiş olması Hasan Âli Yücel’i anlamamıza yetmiyor. Hatta Yücel’in yazdıklarından ve söylediklerinden kalkıarak belli konulardaki ısrarını, tutarsızlık veya sebatsızlıklarını sergilemek de Yücel’i değerlendirmek konusunda eksik kalıyor. Hasan Âli Yücel’i parçası olduğu Homo Kemalismus’un iyi bir örneği olarak ele almak gerekiyor. 1875-1900 yılları arasında doğan ve Cumhuriyet’i kuran heyetin kendilerini, ülkelerini ve vatandaşlarını nasıl algıladıkları ve zaman içinde kendi etraflarında inşa ettikleri altın kafes içinde yaşadıkları korku, endişe ve yalnızlıklarını onların düşüncelerine nüfuz etmeye çalışarak ortaya koymak gerekiyor. Bu yönde çaba gösterdiğimiz zaman dönemle ilgili olarak üretilen mitlerden, Kemalist ikonlardan ve bunlara yapılan güzellemelerden de kurtulacağımızı düşünüyoruz.

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz