Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Av. Cüneyt Toraman'a Ayasofya ve Baro hakkında sorulan sorular ve cevaplar...

Av. Cüneyt Toraman, Özgün İrade Dergisi tarafından,Baro ve Ayasofya Camii'nin yeniden ibadete açılmasına dair sorulan soruları cevaplandırdı.

Av. Cüneyt Toraman

1-Türkiye siyasi tarihinin son elli yılında dile getirilen "Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın" sloganı, sizce ne ifade ediyor?

İstanbul'un fethinden itibaren cami olarak kullanılan Ayasofya camii, 1930 yılında “bakıma”(!) alınarak gözlerden ırak tutulmuş, 1935 yılında da (tartışmalı) bakanlar kurulu kararıyla müzeye çevrilmiştir. Ayasofya’nın müzeye çevrildiği dönem, silah dipçikleriyle dinin vicdanlara hapsedildiği bir dönemdi. Demir perde ülkelerini aratmayacak bir baskı düzeni hüküm sürüyordu. 23 Nisan 1920 tarihinden 7 Mart 1927 tarihine kadar devam eden İstiklal Mahkemeleri tecrübesi, bu karara itiraz edenlerin başlarına neler gelebileceğini gösteriyordu. 1926 yılında İzmir Suikasti yargılamaları, sadece dışarıdan gelen muhalefete değil içeriden gelecek muhalefete de ne kadar acımasız davranıldığını gösteriyordu. Bu nedenle, bu kararın verildiği tarihte, hiç kimse bu karara itiraz edemedi, tepki gösteremedi. Ayasofya’nın müzeye çevrilmesine yönelik ilk tepkiler, Demokrat Parti iktidara geldikten sonra başladı. Said Nursi, “otuz senedir siyaseti terk ettiği halde, Ayasofya’yı camiye çevirmesi için Namık Gedik ve Tevfik İleri’yi ziyaret ettiğini” dile getirir. (Risale-i Nur Külliyatı/Emirdağ Lahikası II, s.147) Ayasofya müzesinin camiye çevrilmesini talep eden ilk resmi belge, Kartal-Yunus İstasyonu makasçısı Halit Demiryumruk’un, Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği, 30 Eylül 1950 tarihli dilekçesidir. Necip Fazıl Kısakürek de, 1965 yılında, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi özlemini; “Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün kapanmış bahtıyla beraber açılmalıdır.” Gençler! Bugün mü yarın mı bilemem. Fakat Ayasofya açılacak. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilir. Ayasofya açılacak” sözleriyle ifade etti. Adnan Menderes, on yıllık iktidarında, Ayasofya’yı camiye çevirmeye cesaret edemedi, bu konu gelecek hükümetlere devredildi.

 

1960 darbesinden sonra, Ayasofya’yı ülke gündemine (1965 yılından itibaren milliyetçi-muhafazakar bir çizgide faaliyet göstermeye başlayan) Milli Türk Talebe Birliği getirdi. MTTB yöneticilerinin 7 Mayıs 1976 cuma günü Ayasofya’da (turistlerin şaşkın bakışları arasında) saf tutarak iki rekat namaz kılması, ülke genelinde büyük ses getirdi. Ahmet Eskimus, “Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını sağlamak ve milletimizin dikkatini çekmek için ve hepsinden önemlisi rabbimizden yardım dilemek için namaz kıldıklarını” dile getirdi. (Vesika Dergisi, 15/05/1976) Ayasofya’nın camiye çevrilmesini, 1970 yılında kurulan Milli Nizam Partisi ve (bu partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması üzerine) 1972’de kurulan Milli Selamet Partisi sürekli gündemde tuttu. Miting alanları, yıllarca, “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” dövizleriyle süslendi. Ayasofya'nın önemi neydi? Milyonlar Ayasofya'nın açılmasını niçin istiyordu? Bu sloganı, dönemin koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Bu dönemde, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi talebi, batıya başkaldırının, özgürlüğün, bağımsızlığın sembolüydü. Hiçbir zaman, Türkiye’nin herhangi bir şehrinde, herhangi bir kilisenin camiye çevrilmesi özlemiyle dile getirilmedi. Dipçik zoruyla vicdanlara hapsedilen dinin, gerçek yerine dönüşü olarak anlaşıldı. Başörtü yasağı da, bu yasağa karşı mücadele de, bu yasağın sembolü olan 28 Şubat darbesinden çok önce (1967 yılında) başladı. 70’li yıllarda, “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” sloganıyla, sadece müzeye çevrilen Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kastedilmiş olsaydı, Ayasofya camiye çevrildiğinde bu insanlar amacına (hedefine) ulaşmış olur, başka bir hedefi kalmazdı. Oysa bu slogan, din ve vicdan özgürlüğüne yönelik bütün yasakları kapsayan, sembolik bir tepkiydi ve o tarihten günümüze kadar bu şekilde devam etti. MNP, MNP, RP ve Ak Partinin yönetime talip olması ve “iktidar” talebi, bu yasaklara karşı topyekün tepkinin ürünüydü. Başörtüsü yasağına karşı mücadelenin, üniversite öğrencileriyle sınırlı tutulmaması, hayatın her alanını kapsaması, özgürlük talebinin üniversite ile sınırlı olmadığını göstermektedir. Ayasofya’nın (Lozan antlaşmasının imzalandığı tarihte) camiye çevrilmesi, batı'nın Türkiye üzerinde etkisinin azaldığını göstermektedir. Ayasofya, 1453 yılında camiye çevrildiğinde, o gün ne anlam ifade ediyorsa, bugün de aynısını ifade ediyor. Türkiye’nin, kendine olan güvenini, özgürlüğünü, egemenliğini ve bağımsızlığını ifade ediyor. Türkiye’nin silah sanayiinde dışa bağımlı olmaktan kurtulması, önemli silahlar üretmesi, devletin karar mekanizmalarını olumlu yönde etkilediğini gösteriyor. Yirmibirinci yüzyılda, askeri güç hala önemli olsa da, hak, özgürlük ve adaletin, bundan daha önemli olduğunu görüyoruz.

 

2-Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında, kilise olarak inşa edilen Ayasofya'nın camiye çevrilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda, başka din mensuplarının camileri başka dinlerin ibadethanesine çevirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Batı, Ayasofya’nın camiye çevrilmesine olan üzüntüsünü saklamaya gerek görmedi. Birçok avrupa ülkesi bu karara tepki gösterirken Yunanistan bayraklarını yarıya indirdi. Batının, içerideki “yerli işbirlikçileri” de iş başındaydı. Ayasofya'nın camiye çevrilmesini önlemeye yönelik ne kadar argüman varsa hepsini piyasaya sürdüler. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden itibaren batı ile ilişkilerimiz pek iyi olmadığı için “batıyla ilişkilerimiz bozulur” söylemi kaale alınmadı. İMF’ye ihtiyacı olmayan Türkiye için, kredi musluklarının kapatılması, “ekonomik ambargo” tehdidi de pek işe yaramadı. Seksen Altı yıldır Ayasofya'nın camiye çevrilmesini talep eden kitle, “Ayasofya'nın camiye çevrilirse Türkiye’nin turizm gelirlerinin azalır” sözleri de ciddiye alınmadı.

 

Ayasoya’nın camiye çevrilmesine en etkili itiraz, (çoğu kere olduğu gibi) hukuk ambalajıyla geldi. “Türkiye Ayasofya’yı camiye çevirirse, batının da camileri kiliseye çevirme hakkı olur” dediler. İnsan hakları teorisi açısından bakıldığında, ibadethanelere müdahale, din ve vicdan özgürlüğüne müdahale olarak kabul görmektedir. Ancak bu teori, birçok açıdan somut olayla örtüşmemektedir. İlk olarak, Ayasofya kilisesinin camiye çevrilmesi değil, (beş yüz yıla yakın cami olarak kullanılmakta iken müzeye çevrilen) Ayasofya'nın müze olmaktan çıkarılması söz konusudur. Ayasofya camii, 1453 yılından 1930 yılına kadar (tam 477 sene) cami olarak kullanılmış, “geçici bir süre” (1935’ten 2020 yılına kadar) müze olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, asla kilisenin camiye çevrilmesi söz konusu değildir.

 

İkinci olarak, insan hakları sözleşmeleri, daha ziyade yirminci yüzyılda (birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra) imzalanan sözleşmelerdir. Uluslararası sözleşmeler, sözleşmenin imzalandığı tarihten önceki olaylara uygulanamaz. Ayasofya kilisesini “camiye çevirme” tasarrufu, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal eden Danıştay’a değil, bundan beş yüzyıl önce, İstanbul’u fetheden Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’e aittir. O tarihte, insan hakları sözleşmeleri olmadığı gibi, ibadethaneler bugünkü gibi koruma altında da değildi. O çağda, savaşın galibi olan ülkeler, ibadethaneleri yakıyor, yıkıyor, yerle bir ediyordu. Ancak, aynı tarihlerde, fethettiği yerlerde Osmanlı devletinin farklı dinlere gösterdiği müsamaha bugün bile örnek olacak niteliktedir. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiğinde, başka dinlerin ibadethanelerine dokunmamış, onları koruma altına almıştır. Bunlardan sadece birini, en büyüğünü (Ayasofya’yı), fethin nişanesi olarak camiye çevirmiştir. İstanbul’u fetheden Fatih’in, (Ayasofya dışında) diğer ibadethanelere dokunmaması, din ve vicdan özgürlüğüne batılılardan daha fazla saygı gösterdiğini göstermektedir.

 

Üçüncü olarak, Ayasofya'nın camiye çevrilmesini Mescidi Aksa ile karşılaştıranlar, büyük bir yanılgı içerisindedir. Bu konuda insan hakları teorisine sığınanlar, insan haklarında misilleme olamayacağını da iyi bilmeleri gerekir. AİHS’ne taraf olan ülkelerden birinin (Türkiye’nin), Hıristiyanların din ve vicdan özgürlüğünü ihlal etmesi, (Avrupa’daki)Hıristiyan ülkelere de, Müslümanların din ve vicdan özgürlüğünü ihlal etme hakkı vermez. Avrupa’da, Ayasofya ile karşılaştırılacak çok sayıda cami mevcut olup, bunların tamamına yakını kiliseye çevrilmiştir. Bunların içinde sembolik değeri hayli yüksek olan en bilinen örnek, İspanya’daki Kurtuba camiidir. Avrupa bu konuda samimi olsaydı, İspanya’nın Kurtuba’yı camiye çevirmesi için girişimde bulunurdu. Birleşmiş Milletler sözleşmesi, kuvvet kullanmayı yasakladığı halde, Filistin topraklarını işgal eden İsrail’in Mescid-i Aksa’ya müdahalesine bir çift sözü olurdu. Avrupa’nın Ayasofya'nın camiye çevrilmesine yönelik itirazları, bu itirazların hukuki değil, siyasi olduğunu gösteriyor. Ayasofya, dünyanın en değerli mirasları arasında yer alıyor. UNESCO, bu mirasların kullanım amacına değil, korunup korunmadığına bakıyor. Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra kilisedeki mozaiklere dokunmadığı gibi, kendisinden sonra gelen padişahlar da dokunmadı. Türkiye de, mozaiklere dokunulmayacağını dile getirdi. Hükümetin bu açıklaması, Dünya kültür mirasına herhangi bir müdahalenin olmadığı anlamına geliyor.

 

3-Ayasofya'nın camiye çevrilmesi, Türkiye'nin uluslar ası ilişkilerini nasıl etkiler? Ayasofya'nın mahkeme kararıyla camiye çevrilmesi sonucu etkiler mi? Ayasofya'nı camiye çevrilmesi, dünyadaki Müslümanların ve camilerin durumunu etkiler mi, etkilerse nasıl etkiler?

Osmanlı devletinde Tanzimat fermanıyla başlayan batılılaşma, yeni kurulan Türkiye'nin de hedefi oldu. Türkiye, 1958 yılında kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğuna (1959 yılında) başvurdu, 1963 yılında da ortaklık sözleşmesini imzaladı. 1980 darbesiyle askıya alınan ilişkiler, 1983’ten itibaren yeniden başladı. 10-11 Aralık 1999 tarihinde Helsinki'de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığı resmen onaylandı ve diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edildi. 2002 yılından itibaren Ak Parti, hukuk sistemi AB kriterlerine uygun hale getirmeye başladı. 15 Temmuz darbe teşebbüsünde, Avrupa ülkelerinin FETÖ’ye sahip çıkması, AB-Türkiye ilişkilerini derinden etkiledi. Hatta kopma noktasına getirdi. ABD için de benzer bir durum söz konusudur. Üzerinde durulması gereken konulardan biri de, bu ülkelerin Türkiye’yi zorlama ve yaptırım gücüdür. Türkiye, eskisi kadar AB’ye ve ABD’ye bağımlı olmadığı için, bu ülkelerin Türkiye’yi zorlayacak enstrümanları önemli ölçüde zayıflamıştır, Türkiye bu konuda oldukça rahattır..

 

Esasen, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin milletlerarası hukuku ilgilendiren bir yanı bulunmuyor. Ne Lozan antlaşmasında ne de başka bir uluslararası sözleşmede, Türkiye’nin Ayasofya için bir taahhüdü bulunmuyor. Lozan sözleşmesinde yer almayan, bazı gizli taahhütlerden söz edilse de, yazılı anlaşma metninde yer almayan hususlar hukuki değer taşımaz. Ayasofya’nın milletlerarası hukuku ilgilendiren en önemli özelliği, kültürel miras niteliğidir. Dünyadaki kültür mirasları, BM bünyesinde kurulan UNESCO tarafından koruma kapsamına alınmıştır. Türkiye’nin de taraf olduğu sözleşmeler, bu varlıkların korunmasına yönelik olup, bu eserlerin nasıl kullanılacağı o eserin bulunduğu ülkenin iç hukukuna bırakılmaktadır. UNESCO’nun Ayasofya konusunda Türkiye’den hiçbir talebi olmamıştır. Ayasofya bütün özellikleriyle koruma altındadır.

 

Ayasofya’nın “müze” veya “cami” olarak kullanılması, tamamen hükümetin takdirinde olan bir konudur. 1934 yılında Bakanlar kurulu müzeye çevirmiş, Bakanlar Kurulu kararını iptal eden mahkeme kararıyla da  tekrar camiye çevrilmiştir. Ayasofya, mahkeme kararıyla da bakanlar kurulu kararıyla da camiye çevrilse sonuç aynıdır. Ancak, Bakanlar kurulu kararının mahkeme tarafından iptal edilmesi, müzeye çevirme işleminin hukuka aykırı olduğunun tespiti açısından son derece önemlidir. Sahte Bakanlar Kurulu kararını kimlerin planladığı, kimlerin organize ettiği belli olmasa da, bu operasyonun Avrupa’nın isteği ve desteği olmadan gerçekleşmeyeceği ortadadır. 

 

Din ve vicdan özgürlüğü, insanlara, dilediği dine inanmayı/inanmamayı, inandığı dinin gereklerini yerine getirmeyi, ibadet etmeyi, inandığı dini yaymayı (tebliği) içerir. Kilisenin camiye veya havraya, caminin de kiliseye veya havraya çevrilmesi dine müdahaledir. Ancak, Ayasofya, müzeye çevrilmezden önce kilise olarak kullanılmadığı için, müzenin camiye çevrilmesi din ve vicdan özgürlüğüne müdahale olarak nitelendirilemez. İnsan hakları sözleşmelerine taraf olan bütün ülkeler, din ve vicdan özgürlüğüne müdahale etmeme, bu hak ve özgürlüklere saygı göstermek zorundadır. Bu ülkelerden birinin sözleşmeyi ihlal etmesi, diğer ülkelere de sözleşmeyi ihlal hakkı vermez. Hak ve özgürlükler (kesinlikle) misilleme aracı olarak kullanılamaz. Teoride böyle olmakla birlikte, uygulamada, batının, bütün dinlere eşit mesafede durduğu, özellikle de Müslümanların din ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterdiği söylenemez. ABD’nin 1989’da komünizm tehdidinin yerine İslam'ı ikame etmesiyle, Müslümanların hak ve özgürlükleri her geçen gün sınırlanmaya, İslamofobia artmaya başladı. 1990’lı yılların başından itibaren Müslümanlara yönelik baskılar (sürekli) artmaya devam ediyor. Batı, İslam’ı tehdit unsuru olmaktan çıkarmadığı sürece bu baskılar azalmayacak, artmaya devam edecektir. Hükümet, yeni bir kararla, Ayasofyayı kiliseye çevirseydi dahi, bu ülkelerde Müslümanlara yönelik baskılar azalmazdı. Haklı hiçbir sebep olmadan Müslümanların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan batı, Ayasofya'nın camiye çevrilmesini yasaklarına gerekçe yapar sadece. Din ve vicdan özgürlüğü, özgürlüklerin anasıdır. Din ve vicdan özgürlüğünün olmadığı yerde, diğer hak ve özgürlükler de olmaz. Batı, kendi ürettiği (ve son üç yüz yılda zirveye çıkardığı) medeniyetin en zor sınavını veriyor. Ya kendi ürettiği (bütün insanlığın benimsediği) insan haklarına saygı gösterecek, ya da müşrikler gibi kendi ürettiği tanrıları acıktığında yiyecek. Bekleyip göreceğiz.


***
BARO:

1-Baroların (1969 dan bugüne) mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de savunma mesleğini düzenleyen ilk yazılı metin, 16 Zilhicce 1292 (13 Ocak 1876) tarihli “Mehakimi Nizamiye Dava Vekilleri Hakkında Nizamname”dir. (1.Tertip Düstur, cilt 3, s.198) İstanbul’da dava vekilliği yapanlardan (63) kişi; 24 Mart 1294 Rumî (5 Nisan 1878 Miladî) yılı Cuma günü İstanbul’da ilk Genel Kurul toplantısı yapmıştır. Toplantıyı en yaşlı dava vekili Kostaki Sardeneski açmış ve Genel Kurul Cemiyeti Daimelerini seçerek İstanbul Barosu Başkanlığına Alexandre Meryem Kouli getirilmiştir. Osmanlı devleti avukatlık mesleğini makbul bir meslek görmediği için, avukatlık meslek örgütü azınlıklar tarafından kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde, avukatlık mesleğinin hukuki dayanağını (3 Nisan 1924 tarihli) “muhamat kanunu” oluşturmaktadır. Avukatlık mesleği, 1960 darbesinden sonra, 1969 tarihli Avukatlık Kanunuyla yeniden yapılandırılmış, vesayet sisteminin bir parçası haline getirilmiştir. 1961 Anayasasında (122.madde), sadece avukatlık mesleği değil, bütün meslek kuruluşlarına kamusal bir nitelik verilmiştir. 1982 Anayasası (135.maddeyle), bu geleneği devam ettirmiştir. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, üzüm salkımına benzemektedir. Bütün üzümler, aşağıdan yukarıya doğru ana gövdeye, oradan da ana gövdenin sapına bağlanmaktadır. Üzümü sapından tuttuğunuzda bütün salkım kontrolünüzde olmaktadır. Avukatlık mesleği de, her ilde barolar, başkentte baroların seçtiği TBB şeklinde örgütlenmiştir.

 

Türkiye’de Barolar, kurulduğu günden itibaren, vesayet sistemiyle çatışmamış, tam aksine kendisine biçilen görevi ifa etmiştir. Avukatlık mesleğinin hizmet kalitesinin artması için gerekli çabayı göstermemiş, siyasi parti gibi hareket etmiştir. Ramazan ayının ilk cuma günü Diyanet İşleri Başkanının hutbesine karşı Ankara Barosunun yayınladığı bildiri, mevcut yapıda değişiklik yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. Avukatlar, dünyanın her yerinde hak ve özgürlüklerin savunucusu iken, Türkiye’de tam tersi olmuştur. Türkiye’de Baroların son elli yıldaki açıklamalarını ve eylemlerini incelediğimizde, meslek kuruluşundan ziyade, siyasi parti gibi hareket ettiğini görürüz. Türkiye'de yeterinden fazla siyasi parti bulunuyor. Baroların siyasi parti gibi hareket etmesi, bazı başkanları siyasi partilerin yönetim kadrolarına taşırken, avukatlık mesleğinin hizmet kalitesinin yerlerde sürünmesine neden olmuştur. Baroların durumunu birkaç kelimeyle özetleyecek olursak, söylenecek söz, bundan daha kötüsünün olamayacağıdır. Demokratik sistemlerde tıkanan kanalları açmak, yasama organının görevidir. Hükümetin sadece avukatlık kanununda değişiklik yapması, tabii ki yeterli değil. Kamu kurumu niteliğindeki bütün meslek kuruluşlarına el atması, hepsini daha demokratik hale getirmesi gerekiyor.

 

2-Avukat sayısı beş binin üzerinde olan illerde iki bin avukatın ayrı baro kurmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Aynı ilde birden fazla baro kurulması, rekabet ve hizmet kalitesi acısından sonuçları ne olabilir?

Türkiye’de 2 il dışında bütün illerde baro faaliyet gösteriyor. Avukat sayısı 50-100 olan barolar olduğu gibi, beş binin üzerinde olan barolar da var. İstanbul barosunda 48.000, Ankara barosunda 18.000, İzmir barosunda 10.000 avukat görev yapıyor. İstanbul’da on bir kişilik baro yönetim kurulu, elli bin avukatı yönetmeye çalışıyor. Avukatların sorunlarına yetişemiyor, yönetemiyor. Yönetsel açıdan, mevcut sistemin tıkanması bir yana, bu durum, örgütlenme özgürlüğüne de aykırı. Mevcut sistemde, aynı ilde bulunan avukatlar, aynı baroya kaydolmaya zorlanıyor. Örgütlenme özgürlüğü, devlet memurlarına bile ayrı sendika/dernek kurmasına imkan verirken, (kahir ekseriyeti) serbest meslek mensubu olan avukatlara izin verilmemesi insan haklarına aykırı bir durum. AİHM’nin, bu konuda çok sayıda kararı bulunuyor. Anayasa Mahkemesi de, aynı ilde birden fazla meslek kuruluşunu anayasaya aykırı olmadığına karar vermiş bulunuyor. Tekelin egemen olduğu yerde, mal ve hizmet kalitesi yetersiz olur. Büyük şehirlerde (şimdilik üç ilde) birden fazla baro kurulması, ister istemez barolar arasında rekabeti getirecek. Bu da, büyük bir ihtimalle (avukatlık mesleğinin) hizmet kalitesinin artmasına yarayacaktır. Baroraların mevcut durumundan hareketle böyle bir tahminde bulunuyoruz. Sonuçların nasıl olacağını zamanla hep birlikte göreceğiz.

 

3-Aynı ilde birden fazla baro kurulması, aşırı uçların örgütlenmesine yol açar mi?

Avukatlık kanununda değişiklik yapıldığı tarihte, avukat sayısı beş bini aşan sadece üç şehir (İstanbul, Ankara, İzmir) bulunuyor. Bu üç şehri, Antalya ve Bursa baroları takip ediyor. Bu sonuçlara göre sadece üç büyük şehirde aynı ilde birden fazla baro kurulabiliyor. Aynı ilde birden fazla baro kurulmasına karşı çıkanlar, marjinal grupların baro kuracağını dile getiriyordu. Barolar merkezi temsil ediyor olsaydı, böyle bir itiraz haklı olabilirdi. Ancak mevcut baroların böyle bir itirazda bulunması garip bir durum. Türkiye’de (meşru zeminde) faaliyet gösteren siyasi akımların, barolarda temsil edilmesi yadırganacak bir durum değildir. Avukatların, terör örgütü mensuplarının savunmalarını üstlenmesinde de yadırganacak bir durum yoktur. Avukatların müvekkilleriyle özdeşleştirilmesi yanlıştır. Bir kişinin suçlu olup olmadığı ancak yargılama sonunda belli olur. Suçlamaya maruz kalan kişi savunma hakkından mahrum kalırsa, (yargılama adil olmayacak) mahkemenin vereceği karar da adil olmayacaktır. Devletin (bazı suçlar için) suç isnad edilenlere (ücreti devlet tarafından ödenmek kaydıyla) avukat görevlendirmesi, savunma hakkına verilen önemi göstermektedir. Avukatlar, yasayla kendilerine verilen görevleri yerine getirdiği sürece avukatlık mesleğinin kendilerine verdiği yetkileri de kullanacaklardır. Her meslekte olduğu gibi, avukatlık mesleğinde de, terör örgütüne hizmet edenler olabilir. Böyle olursa, gereğini, adli mercilere bırakmak gerekir. Esasen, terör örgütleri, (yasal, meşru, demokratik yöntemleri değil) silahlı mücadele yöntemini benimser. Toplumdaki bütün siyasi görüşlerin, demokratik zeminlerde faaliyet göstermesini önünün açılması, terör örgütleriyle en etkili mücadele yöntemidir. İki bin avukat (ortak bir paydada) bir araya gelebiliyorsa, bırakalım ayrı bir baro kursunlar. Kamuoyunun gözleri önünde faaliyet gösteren bir baro, seçimlerden önce kapalı kapılar arkasında pazarlıklar yapan, bu şekilde temsil imkanına kavuşan yapıdan daha değerlidir. Marjinal gruplar parti kuracak diye, tek partiyi savunmak ne kadar abes ise, birden fazla baro kurulacak diye, herkesi aynı çatı altında bulunmaya zorlamak da o kadar abestir. Aynı tartışmalar memur sendikaları kurulurken de yapıldı. Zaman içinde, bu endişelerin ne kadar temelsiz olduğu ortaya çıktı. Bütün siyasi partilerde önemli bir ağırlığı olan avukatlar, meslek örgütlerinde bu düşüncelerini terk etmez. Meslek kuruluşlarında da farklı düşüncelere temsil imkanı verilmeli ki, bu düşüncelerden hangisinin daha değerli olduğu ortaya çıksın.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER