Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

AV. AHMET SAİT ÖNER'E AYASOFYA VE BARO HAKKINDA SORULAN SORULAR VE CEVAPLAR...

Av. Ahmet Sait Öner, Özgün İrade Dergisi tarafından,Baro ve Ayasofya Camii'nin yeniden ibadete açılmasına dair sorulan soruları cevaplandırdı.

AV. AHMET SAİT ÖNER

A) AYASOFYA...

S-1) İstanbul'un fethinin sembolü olup yüzlerce yıl camii olarak işlev gören ve 1934'te Atatürk'ün imzasıyla müzeye çevrilen; daha sonra ise, Danıştay'ın kararıyla tekrar Cami’ye çevrilen Ayasofya adına alınan karar sonrası; dost, düşman birçok ülke, toplum ve şahıslar tarafından karar hakkında birçok şeyler söylendi, söylenmeye de devam edecek gibi... Alınan bu karar, "devlet ve iktidar açısından" 'siyasi' olmakla birlikte, bir açıdan toplum ve ülke açısından bağımsızlığın da ilanı sayılırdı.

Ayasofya ile ilgili salt 'dini' ve Batıdan yana olucu görüşler ile Ayasofya'nın maddi planda İslam'ın sembolü olarak kabul görmesinin yanında, ileriye dönük nasıl bir etki bırakabilirdi?

Alınan karar hukuki bir karardır. Hukuki karar oluşunun altını çizerken açmakta fayda var. Hukukilik bir yönüyle kararın doğruluğuna işaret ederken öte yandan karar yanlışta olsa onu siyasi, idari karardan ayıracak şekilde bir yargı organı tarafından verilmiş gerekçelendirilmiş, bir hukuk sistemi içinde verilmiş kararı da ifade eder. Bu durumda karar hukuken yanlışta olsa siyasi değil hukuki karardan bahsederiz.

Siyaset açısından değerlendirecek olursak şunu ifade edebiliriz. Adalet dahi pratiği itibariyle hukukçuların icra alanında bir amaç iken adalet istemi siyasi bir icra alanı ve talebidir. Hukukçu adalet isteriz diye sokağa çıkmaz ama siyasetçi çıkabilir.

Danıştay 10 dairesinin verdiği  karar hukuki hem de güçlü gerekçelerle verilmiş hukuki bir karardır. Karar ile 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı iptal edilmiş ve Ayasofya yeniden camii hüviyetine kavuşmuştur. Danıştay 10. Dairenin kararına göz attığımızda; Ayasofya’nın 1470 tarihli vakfın vakfiyesinde ‘cami’ olarak geçtiği, tapuda cami olarak kayıtlı olduğu, vakıf hukukuna dair ayrıntılı izahatların yapıldığı görülmektedir. Yine vakfiyeye göre, Ayasofya’nın tahsis amacına aykırı olarak müzeye çevrildiği, vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği, devletin bu amacı korumak için pozitif yükümlülük altında olduğu mevcut müze uygulamasının hukuka aykırı olduğu şeklinde gerekçeler sunulmuştur. Mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olan Ayasofya’nın elbette vakıf kuruluş iradesine uygun şekilde cami olarak hizmet ifa etmesi gerekmektedir. Danıştay 10. Dairesi, özellikle bu iradeyi merkezine alarak yerinde bir karar vermiştir. Esasen Ayasofya kararı  hukuk siteminde normalleşme adına da sembol bir karardır. Yine ‘bağımsızlık ilanı’ şeklinde  değilse de   bağımsızlığın tarihsel sürecinde sembol bir adım olarak tarif etmeyi daha uygun buluyorum.

Malum olduğu üzere Ayasofya’nın cami ve kilise olarak değil de müze olarak devamı yönünde görüşler bulunmakta. Tarihsel açıdan şöyle bir gerçeklik var. Ayasofya nasıl camiye çevrildi. Önce buna cevap vermek lazım. İkincisi neden ve nasıl kapatıldı. Benim açımdan Osmanlı tarihi doğrusu ile yanlışı ile benim tarihsel gerçekliğimdir. Ayasofya bu anlamda kaldığı yerden devam anlamı taşır. Bir dönem ezanlar bu coğrafyada Türkçe okundu. 1950 yılında 18 yıl aradan sonra tekrar asli hüviyeti ile Arapça okundu. Kaldığı yerden devamın bir örnekliği de ezanların yeniden Arapça okunması olmuştur. Ayasofya, cami idi. Tekrar cami olarak kaldığı yerden devam ediyor. Bu kadar net ve basit. Ayasofya müze olarak ta devam edebilirdi. Ama bu görüş tarihsel hafızadan yana nakıstır. Benim tarihsel gerçekliğim  kaldığın yerden devam diyor. Bağımsızlığın sembolüydü o halde bu sembol devam etmelidir. Bu gün ancak İstanbul işgal edilse ve başka bir inancın insanları bu coğrafyaya hakim olsa  o vakit Ayasofya’nın cami dışındaki misyonu konuşulabilir. Çünkü Ayasofya bu coğrafyanın hakimiyeti ve bağımsızlık mührü ile ilgili bir misyonu temsil eder. İstanbul bir İslam beldesidir. Bu İslam beldesi de bağımsızlığın sembolü olarak bir anlam taşır. Ayasofya bu anlamın merkezinde oturur.

Öte yandan meseleye hamasetle yaklaşıp gereğinden  çok büyük anlamlar atfetmek de doğru değil. Çünkü nasıl ki Ayasofya, tarihsel gerçekliğiyle İslam beldesinin bağımsızlığı anlamında bir merkeze oturuyorsa geleceğe dönük müspet dönüşümlerin merkezinde de insan oturur. Bu gün Türkiye, modernitenin, küreselleşmenin her türlü illeti ile karşı karşıya bulunurken dini, ahlaki yozlaşmanın da  içinde çetin bir mücadele vermektedir. Yapısal anlamda bir çözüm  bulabilmiş de değiliz henüz. Dolaysıyla geleceğe dönük yönüyle Ayasofya artık bir Sultanahmet Camii, Selimiye Camii olarak dini, kültürel, mirasımıza katkı sunmaya devam edecektir. Ancak gelecek mefhumunda insani unsurlar üzerinde devrimsel ıslahata ihtiyaç olduğunu, bu bağlamda söz gelimi Fatih’in Ayasofya’dan önce geldiğini vurgulamadan edemeyeceğim.

S-2) Ayasofya açıldı. Orayı kurum olarak Diyanet ve Kültür Bakanlığı olarak birlikte yönetecekler... Diyanet, oranın 'olası' işlevi için, başkanının nezdinde birçok durumdan bahsetti (Ör. Medrese)...

Toplum olarak Ayasofya'nın ihmal edilmesi sonucunda, oranın bir protokol mabedi olma riski var.

Olabilecek bu sorun,; nasıl ve hangi çalışma ve çabalarla çözüme kavuşturulabilir?

Ayasofya’nın protokol mabedi olması demek cami misyonundan uzaklaşması demek olur. Genel olarak beş vakit namaza açık bir camii olarak bu coğrafyanın ve ziyarete gelmiş Müslümanların gönlüne ferahlık katacak bir etkisi olacaktır. Kim olursa olsun bu hissiyat ile Ayasofya’da namaz kılınacağı kesin. Bu da bizim kültürel zenginliğimize bir zenginlik katacak. Medeniyet pınarına bağlı olup ta kapanmış bir musluk tamir edildi ve yeniden insanlığın hizmetine sunuldu. Böylesi bir besleyici misyonu olacaktır. Katiyetle kıymetli ve muhakkak ciddiye alınması gereken bir misyon. Bunun dışında bir medrese vs amaçla da kullanımı elbette asli/tarihi misyonuna çok uygun düşerdi. Örneğin şu anda Fatih Camii avlusunda bulunan Sahn-ı Seman Medreseleri yeniden temel İslami ilimlerde eğitim vermeğe vermeye başladı. Bir İslam beldesi olarak böylesi imkanlar hayati derecede elzemdir. Ayasofya Camii’nde de inşallah aynı/benzer imkanlar Müslüman halkın istifadesine sunulur. Bu arada yer yer devlet ricalinin protokolüne maruz kalacak olsa da tarihsel açıdan zaten böyle bir geleneği vardı. Binaenaleyh vatandaşın teveccühü Ayasofya’yı tıpkı Sultanahmet gibi, Fatih camii gibi sivil bir cami olarak ikame ettirecektir.

Camilerin salt tarihsel, kültürel ve sembolik değerleri bizleri geleceğe taşımayacaktır. Bu cihetle Ayasofya’nın taştan öte bir değeri yoktur. Ancak Camileri içtimai hayatın merkezine alırsak, nesillerin yetişmesinde bir ocak olarak kullanırsak işte o zaman tüm camiler gibi Ayasofya’ da gerçek misyonuna kavuşacaktır. Böyle bir tabloda tabi ki Ayasofya fütüvvetin, fütuhatın, cihadın camisi olarak her zaman özel bir anlama sahip olacaktır. Bize toplumsal bir çözüm lazımsa bundan öte bir çözüm düşünülemez. Müze, taş olan ruhsuz Ayasofya’nın misyonuydu, Camii mabed olan, Müslüman toplumun atar damarı olan, canlı Ayasofya'nın misyonudur. Protokol mabedi olarak kullanmak demek Ayasofya için Cami görünümlü müze demek olacaktır.

_______________________

B) BARO...

Baroların hal yoluna girmesi..,

S-1) Barolar bir meslek kuruluşu olmanın yanında, baştan beri bir Kemalist vesayet kurumu olarak çalışmakta ve iştigal ettiği alanın dışına taşarak vesayet görevi icra etmekte... İktidarda hem bu vesayeti kırmak ve hem de barolarda kayıtlı bulunan binlerce 'vesayet karşıtı' avukatın hakkını, hukukunu savunmak ve barolara yeni bir yüz ve düzen getirmek için 'çoklu baro' üzerine çalışmakta...

Çoklu baro gerçekleşirse eğer, var olan vesayet biter, oralar normalleşir, temsiliyette eşitlik sağlanır ve konu ile ilgili işler hal yoluna girer mi?

Biz bu sorulara cevap verirken çoklu baro çalışmaları başladı bile. AYM tarafından yürütmenin durdurulması talebinin reddi karar verilince  çalışmalar biraz daha hız kazanmış durumda.  Barolar bu güne kadar oligarşik yönetimin kurumsal nüvesi gibi hareket ettiler. Haliyle bir çok tepkiyi üzerinde toplamış kurumlar olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Son olarak Ankara Barosunun Diyanet İşleri Başkanına yönelik açıklamaları ile hükümet, barolarla ilgili düzenleme için düğmeye bastı. Çözüm önerilerinden birisi nispi temsil sistemi iken  diğeri ise çoklu baro olarak isimlendirdiğimiz mevcut yasalaşan sistemdi. Bana göre burada yanlış karar verildi. Çoklu baro mevcut sıcak gündemde bir siyasi  raund alma aracına hizmet etmeye daha müsait. Ancak avukatlar açısından doğuracağı uzun vadeli sakıncalar fazla. Nispi temsil sistemi yahut çoğunlukçu bir yönetim biçimine hizmet edecek baro meclisi seçimi şeklinde bir tercihin yapısal sorunlarımıza daha çok katkı sunacağını düşünüyorum. Nedir bu yapısal sorunlarımız? Burada uzun uzadıya yazmak mümkün olmadığından özetle değineyim. En temel yapısal sorunumuz bir çok alanda olduğu gibi cumhuriyetin kuruluşu ile beraber İslam'a karşı dinamik muhalif duruşun ikame edilmesidir. Eğitimden, bürokrasiye, kurumsal yapılardan, kültürel dokuya kadar malum olunduğu üzere bir reddi miras ile hareket edildi.  İstanbul Barosunun başörtülü avukatlara karşı takındığı temel hakları hiçe sayan yasakçı tavrı karşısında Ankara Barosunun LGBT hakları merkezini kurması bunun tipik örneklerinden birisidir. Kemalist ideoloji yıllarca yapısal dinamikleri tahrip edici, ötekileştirici bir çizgide varlığını sürdürdü. Sorunuz ekseninden devam edersek;  normalleşme, temsilde eşitlik, işlerin hal yoluna girmesi gibi hususlarda  Kemalist ideoloji yapısal bir takım sorunlar miras bıraktı. Ancak çoklu baronun  bu yapısal sorunlara kendi mecrasında çözüm sunamayacağını da açıkça  ifade edebilirim.  Avukatların baro yönetimi ile ilgili olarak aynı masada oturmalarını, azınlıkta kalınsa bile mücadelenin tek bir baro yönetimi altında yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde kısa vadede yönetimde asli unsur olunamayacaksa bile kutuplaşmanın daha az yoğunlukta devam edeceğine inanıyorum. Baroların Kemalist, İslamcı, Solcu vs şeklinde algısal - yer yer de gerçek olacak - bir tasnife tabi tutulması ötekileştirici dilin yaygınlaşmasına olanak sunacaktır. Doğrusu kendini bu coğrafyanın asli unsuru olarak gören bir iddianın muhatabını daimi olarak masada tutup kendisini de masaya iliştirmesi kökensel  bir hata olarak  ortada durmaktadır.   Hülasa varolan vesayetin biteceği gibi bir zehaba kapılmaya gerek yok. Zira yapısal bir çözüm bulunabilmiş değildir. Bu nedenle bir normalleşmeden bahsetmek de mümkün değil. Burada sadece şöyle bir temennide bulunabilirim. Artık ok yaydan çıkmış ve çoklu baro bir realiteye dönüşmüştür. Bu tartışmalara şahitlik etmemiş 5 yıl sonra baroya kaydını yapacak genç bir hukukçu için mesele -ideolojik gözlük takmıyorsa-  hangi baronun daha hakkaniyetli çalıştığı, avukatların haklarını gözetmek için gayret gösterdiği ve adalet ikamesinde örneklikler ortaya koyduğudur. Kurulacak olan yeni baronun bu konularda mevcut baroya nazaran daha başarılı olacağına(yapısal sorunlara dair belirttiğim hususlar şerhi ile beraber) inandığımı ve bunu temenni ettiğimi belirtmek isterim

S-2) Türkiye Barolar Birliği Başkanı sıfatıyla Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, çoğumuzu şaşırtarak, vesayetçi söylemine rağmen, son dönemlerde var olan iktidarla birlikte çalışmaya taraf göründü ve çok da eleştiri aldı... Şimdilerde ise, orta bir yerde durmakta...

Gelinen süreçte, çoklu baro hayata geçirildiğinde TBB'nin ve özellikle de Feyzioğlu'nun ortaya koyacağı tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çoklu baroların marjinalleşmesi durumu...

Metin Feyzioğlu Turan Feyzioğlunun torunudur. Siyasetçi-hukukçu bir gelenekten geliyor diyebiliriz. Turhan Feyzioğlu’da bir hukuk profesörü ve bu ülkede başbakanlık  yapmış bir siyasetçidir. Metin Feyzioğlu’nun Türkiye Barolar Birliği’nin yapısı ile ilgili değişikliklere yönelik eleştirileri olumlu. Ancak O’ da çoklu baro ile ilgili eleştirilerde bulundu. Kendisinin iktidarla birlikte çalışmaya taraf görünse bile aynı çizgide olmadığını söylemeye hacet yok sanırım. Bu anlamda siyasi tercihleri ile ilgilenmediğim için bu hususta bir yorumda bulunmayacağım. Ancak Feyzioğlunun  Barolar Birliği Başkanı olarak ifade ettiği şekilde kanun sadece çoklu baroya matuf bir kanuni düzenleme içermemekte aynı zamanda TBB’ nin yapısına yönelik düzenlemelerde getirmektedir. Özellikle Anadolu baroları ile İstanbul, Ankara, İzmir Barolarının barolar birliğinde dengeli temsiliyetinin önü açıldı. Artık TBB hem bir ilde kurulan birden çok baronun hem de eskiden olduğu gibi tüm  baroların birliği olarak devam edecektir. 

S-3) Çoklu baro düzenlemesi olacak gibi... Bu baroları, kendini gerek kayıtlı olduğu baro ile TBB'de yeteri oranda temsil edilmediğini bilen (İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi vb.) avukatlar üye olacaklar... Bazı solcu laik kişiler (ör. Selahattin Demirtaş), kendilerini vesayet içerisinde 'kalabalık' görerek, çoklu baroların marjinalleşeceğini düşünmekte...

Gerçekten, bu marjinalleşme durumu, sizce de söz konusu mu?

Arend Lijphart isimli Hollandalı siyaset bilimcinin ‘Derinden Bölünmüş Toplum’ üzerine görüşleri Anayasa Hukuku bağlamında da tartışılmaktadır. Konumuzla bağlantısına getirecek olursak Lijphart’ın teorisindeki derinden bölünmüş toplum listesinde sayılmasa da Türkiye gün geçtikçe bölünmüş toplum tipolojisine çekilmek isteniyor. Bir ötekileştirme kültürü oluşmuş durumda. Özellikle siyasi kutuplaşma toplumsal kutuplaşmayı daha çok tetikliyor.

Türkiye’de toplumsal katmanda endişe verici bir kutuplaşmanın olduğunu bu şekilde söyleyebiliriz. Ancak çoklu baro ile avukatlar veya hukuk camiası arasında doğrudan bir marjinalleşme olacağını düşünmüyorum. İstisnai refleksler olabilir ama genel olarak avukatlar mesleklerinin icrası derdindeler  ve meslektaş olmanın verdiği görece dayanışmayı yaşıyor, yaşatıyorlar. Dar anlamda marjinalleşme tabirini kullandığımızda bir marjinalleşme seyrinden bu anlamda bahsedebilir ancak yine de bunun genele şamil bir durum olmadığını ifade edebiliriz. Belirttiğim üzere  avukatlar meslek grubu olarak hukuk eğitimi almış olmanın, mesleki dayanışmanın yoğunluğu gereği bir dayanışma kültürüne sahipler. Bu kültür düşünce farklılığından bağımsız bir şey. Mesleki kazanım diyelim.

Marjinalleşmenin daha geniş boyutlu bir halinden de bahsedebiliriz ki bu da  bir sosyal zemini içine alan marjinalleşme durumudur. Yani baroları, siyasi partileri ve sair birlikleri içine alan geniş tabanlı birliktelikler ve müntesiplerinin marjinalleşmesinden bahsedebiliriz. Aykırılaşma olarak ta tanımlanan bu tür marjinalleşme doğrusu Kemalist ideolojinin kendisi için kullanılabilir. Bana göre İslam'a, örfe, geleneğe yabancılık marjinalleşmeyi ifade eder. Asıl söz konusu olan bu tür marjinalleşmedir.

 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER