Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ali Bulaç’la “Özgürlük ve Medine Sözleşmesi üzerine”

Kur’ani Hayat Dergisi, Ali Bulaç ile “Özgürlük ve Medine Sözleşmesi üzerine” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Ali Bulaç’la “Özgürlük ve Medine Sözleşmesi üzerine”

“İslam’ın beş şartından mülhem İslamcılığın da beş kurucu değer ve ilkesi olduğunu düşünüyorum. Bunlar da özgürlük, ahlak, hukuk/adalet, ihtiram ve toplumsal sözleşmedir.”

(Kur’ani Hayat Dergisi, Mart/Nisan-2022, Sayı: 82.Sayı)

 

1.Özgürlüğü nasıl tanımlarsınız? Sınırları nerede başlar nerede biter?

Özgürlüğü tanımlamak biraz güç. Çoğu zaman “serbestlik-serbestiyet”le karıştırılır. Halbuki ikisi arasında temel fark var. Serbestiyet, daha çok liberal doktrine ait, hatta liberalizmin anahtar teriminin “özgürlük” olmasına rağmen, gerçekte liberallerin “özgürlük”ten anladıkları ağırlıklı olarak serbestiyettir. Nitekim 19. yüzyılda batıdan kavram ithal edilmeye başlandığında, liberal politik ve ekonomik doktrin serbestiyet diye karşılanmıştı.

Peki, özgürlük ile serbestiyet arasındaki farkın ne olduğunu soracak olursanız, ben ilkinin kişinin dilediğini yapma serbestliği, diğerinin ise ahlaki doğru davranışta bulunma gücünün kullanılması demek olduğunu söyleyebilirim. Bu durumda özgürlük iradeyle bağlantılı olur.

İslam kaynaklarında özgürlük konusu anahtar terimlerden biridir. Fıkıh, kelam ve tasavvuf literatüründe insanın özgürlük sorunu uzun uzadıya yer alır. Müslüman fakih, kelamcı veya sufilerin özgürlükten anladıkları serbestiyetten başka bir şeydir.

Fakihlere göre, özgürlük kişinin dinini herhangi bir engelle karşılaşmadan yaşayabilmesi ve bu cihadı gerektirir. Fıkıh külliyatının neredeyse tamamı özgür (hür) olan müslümanın lehinde ve aleyhinde hükümler karşısındaki tutumuyla ilgilidir. “Özgürlük” özel başlık yer almamışsa da, mahiyeti itibariyle fıkıh özgür insanın davranış biçimlerini Münzel Şeriat’e göre düzenlemeyi hedefler.

Kelamcılara göre ise, konu “irade özgürlüğü” çerçevesinde ele alınmış; bu konuda Kaderiye, Cebriye, Mutezile, Ehl-i sünnet’ten Eş’arilik ve Muturidilik, Şia, Zeydiye, Zahirilik, İbadiyye ekollerine mensup bilginler hayli zengin bir literatür geliştirmişlerdir.

Tasavvuf ehlinin özgürlük tanımları ise, ana hatlarıyla dünyevi tabiatımızda içkin (mündemiç) bulunan ilahi tabiatımızın, başka bir deyişle ruhumuzun beden hapishanesinden kurtulup özgürleşmesi çabasına (mücahede) dayanır. Konunun bu boyutu, daha önce Platon ve Plotinus’un ilgi alanı içindeydi. Sufiler Platon ve Yeni Platonculuğun konuyla ilgili kaynaklarından yararlandılar ve onlar da hayli zengin bir külliyat oluşturdular.

Kur’an’da İbrahim aleyhisselam gündönümüne benzettiğimiz beşeriyetin tarihinde öğle vaktini temsil eder. Hz. İbrahim’in bütün çabası zihin üzerindeki blokajları kırıp zihni özgürleştirmekti. O putları kırıp faili büyük put gösterdiğinde yaptığı şey kendi kavminin putçuluğun blokajı altındaki zihinlerini özgürleştirerek putların hakimiyetine son vermekti. Bu yüzden İbrahim putkırıcı peygamberdir. Ben de özgürlük konusunu “İnsanın Özgürlük Arayışı” adlı kitabımda ele almıştım.

 

2.Totaliter rejimlerdeki baskı ve sansür karşısında topyekûn bir duruş göstermek özgürlüğün vatansızlığı olarak görülebilir mi? Özgürlük otoriteye hayır demeyi mi gerektirir?

Totaliter rejimler tabiatları gereği baskıcıdır, çünkü şu veya bu doktrini nüfuzlarının geçtiği toplumun tamamına benimsetmek isterler. İnsan teki bireyler veya farklı kimlikteki gruplar politik bir kazan içinde erimeyi reddettiklerinde onlara baskı uygulanır. Geçen yüzyılda dünya bunaltıcı iki politik rejime tanık oldu. Biri Sovyetlerin ve Çin’in başını çektiği sosyalizm-komünizm, diğeri Alman Nazizimi ve İtalyan Faşizmi. Franko’nun İspanyasını ve Selazar’ın Portekizini de bu gruba katabiliriz. Bu ülkelerde rejim bir yanı ile totaliter diğer yanı ile otoriterdi.

Bizde de 1923-1950 yılları arasında hüküm süren ve yukarıdan aşağıya doğru şekillenen sıkı markaj siyasi ve idari rejim totaliter idi. “Kemalizm” böyle bir şeydi ve halen ideolojik karakterini bugün de korumaya devam etmektedir. Kemalistler, tek başlarına yönetebilme imkanlarına sahip olsalar 20. yüzyılın ilk yarısındaki rejime geri dönmekte tereddüt etmeyeceklerdir. Bizde iki bakanlığın başına “milli” sıfatı konulmuştur: Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı. 1970’lere kadar ortaöğrenimde çocuklara şapka ve tektip elbise giydirildi. Beden eğitimi ve müzik dersleri devletin tektip yetiştirme enstrümanı olarak konulmuştu.

Totaliter rejimin belirgin özellikleri olur: Bunlardan ilki tek bir ideolojinin merkezden dayatılması (resmi ideoloji); diğeri resmi ideolojinin taşıyıcı ve emredici kurum ve enstrümanlar aracılığıyla benimsetilmesi, bu alanda yaygın ve milli eğitim ve kanunlar kullanılır; üçüncüsü özerk kurum ve kuruluşlara izin verilmemesi (sivil toplumun stk’ların sivil devlet kuruluşları sdk’lar şeklinde çalışması bunun sonucudur); dördüncüsü kuvvetlerin tek bir elde toplanması; beşincisi serbest muhalefete ve elbette düşünce ve ifade özgürlüklerine izin verilmemesi.

Sorunuz, özünde siyasi özgürlüklere atıftır. “Baskı ve sansür” tabii ki siyasi özgürlüklerin (inanç ve ifade özgürlüğü, gösteri hakkı) olmadığı yönetimlerde söz konusudur. Böylesi yönetimlerde siyasi özgürlük birinci mesele haline gelir.

Gayet tabii, hangi beşeri coğrafyada olursa olsun, eğer bir ülkede baskı varsa insanlar buna karşı direnirler, özgürlük talep ederler. Bu manada siyasi özgürlüklerin vatanı yoktur. Zaten vatan da, Kilise ve Papalık tarafından temellük edilen toprağın krallar, imparatorlar veya prensler tarafından sekülerleştirilmesi mücadelesi sonucunda ortaya çıktı. Fakat modern ulus devletin üç klasik unsurundan biri egemenlik ve ahalinin “toprak”ı formuna dönüşünce, egemenliğin bir kişinin, bir zümrenin, bir sınıfın eline geçmesinden sonra siyasi özgürlükler tekrar kısıtlandı. Kısaca modern ulus devletin halen süren temel sorunlarından biri belli bir kimlik (kan/etnisite, toprak, ideoloji, mezhep) üzerinde kurulunca, resmi ve kamusal olarak tanınmayan sosyolojilerin özgürlük sorunu ortaya çıktı, bu sorun halen dünyanın her yerinde –kimi yerlerde dramatik biçimde- sürmektedir.

Keyfi otorite söz konusu olduğunda, özgürlük mücadelesi otoriteye karşı bir talep olarak çıkar, dedik. Ancak salt otoriteye karşı özgürlük fikri, bizi nihilizme ve anarşizme de götürebilir. Anarşizmin olduğu toplumları bekleyen en büyük tehlike, Hobbes’un sözünü ettiği “insan insanın kurdu olması” hadisesidir. Böylesi durumlarda güçlüler, avantajlı gruplar (müstekbirler) zayıfları (müstaz’afları) ezerler. Şu halde salt otorite kendinde yani li-aynihi kötü değildir, adalete ve eşitliğe karşı kullanıldığında kötüdür. Otorite sonuç itibariyle güç kullanma yetisi ve imkanı ise, güç kullanmanın prosedürünü, kurallarını hukuk belirleyecektir.

Antik Yunanlılardan bu yana bu konu üzerinde durulmuştur. Özellikle Platon ve diğerlerinin bu konudaki analizleri hayli değerlidir. Bu analizlerin önemli bölümüne katılarak şöyle derim:

İnsanda üç ana muharrike var: Biri güç kullanma muharrikesi. İnsan bu kevveti keyfi kullandığı zaman zulmetmeye başlar; hukuk dahilinde kullandığında adaleti tesis eder. Şu halde güç kullanma yetisinin kemal mertebesi adalettir. Diğer muharrike bilgi kuvvetidir. İnsan bu kuvveti güç ve manipülasyon amaçlı kullandığında ruhu kirletir, zihni idlal eder, canlı hayatın tahribine yol açar. Hikmet amaçlı kullandığında insanı hakikate yönlendirir, hidayetin/doğru yolun haritası olur. Şu halde bilgi kuvvetinin kemal mertebesi hikmet’tir. Son muharrike ise şeheviyedir. Şehevi kuvveti türümüzün devamını, hayatımızı idame ettirmemizi sağlar. Yanlış kullandığımızda fuhşa ve oburluğa yol açar. Şeheviyenin bir türü şehvet, diğer türü iştahtır. Şu halde şeheviye muharrikenin kemal mertebesi iffettir.

Buradan bakınca otorite sahipleri (Ululu’l emr) bir toplumu adalet, hikmet ve iffetle yönetirlerse o toplum iman, salih amel ve takva üzere yaşar. Bunun da manevi, kelami/felsefi zemini ahlaktır. Şu var ki ahlakı yukarıdan dayatılan normlar katalogu olarak görmemek lazım. Toplum ahlaki erdemleri, faziletleri bireysel hayatında, sosyal davranışlarında yaşarsa, ahlak o toplumun örfü olur. Ahlak toplumun örfü olunca yöneticiler de toplumun aynası hükmünde ahlaki temelde şekillenen hukuka riayet ederler. Ahlakın ve hukukun referans alındığı toplumlarda zorba, cahil, kaba ve Beytü’lmal’ın kaynaklarını keyfince kullanan kişiler siyaset sahnesinde yer alamaz. Eğer bu profilde kişiler siyasi kudreti ele geçirmişlerse toplum da onlar gibidir. Nihayetinde sosyo-politik alanda “Nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz” hükmü caridir.

 

3.Biliyoruz ki; İslam Düşüncesinde Din/Felsefe Vahiy/Akıl İlişkisikitabını yazma sebebiniziman ile akıl arasında bir çatışmanın olmadığını anlatmaktıBugün İslam-akıl ve Kur’an vicdanını yeniden canlandırabilecek miyiz? İslam felsefesinde kendinizi El Kindi’ye daha yakın hissediyorsunuz. Onun öğretilerinden hareketle düşünceyi özgürleştirme noktasında neler söylersiniz?

Sözünü ettiğiniz “İslam Düşüncesinde Din/Felsefe Vahiy/Akıl İlişkisi” benim en çok mesaimi işgal eden kitaplarımdan biridir. Yaklaşık 10 yılda tamamladım, topladığım malzemenin de yine yaklaşık 1/3’ünü kullanmadım. Bu konu üzerinde durmamın sebebi şudur:

Batı’nın Antik Yunan’dan başlayıp Hıristiyanlık döneminde yaşadığı zihni tecrübe biriciktir, başka bir deyişle batı-dışı beşeri havzalarda benzer bir tecrübe yaşanmadı. Ancak Aydınlanma ile batı iman ile akıl arasındaki çatışmayı, aklın lehine sonuçlandırıp bunun üzerine aklın rehberliğinde belli ve yeni bir yöntemle elde ettiği bilgiyle icatlar, keşifler sağlayınca kısa zamanda teknolojik ve ekonomik zenginliğe ulaştı, bu da onu askeri ve politik alanlarda üstün konuma geçirdi.

Yunan’da akıl büyük rol oynadı, çünkü titanları varlıktan kovan tanrıların tahakkümüne ve evreni, insanın hayatını istila eden etkilerinden ancak akılla son verilebilinirdi. Ben uzun yıllardır Antikçağ Yunan felsefesi üzerinde okumalar yapıyorum. Ve bu felsefenin tevhid, nübuvvet ve ahiret açısından yeni bir okumaya tabi tutulacağını düşünüyorum. Din-felsefe, vahiy akıl ilişkisi kitabımda bir nebze buna değindim. Benim tezim şu:

Yunanlılar insanın özgürlüğünü elinden alan tanrılara karşı mücadele etmek üzere entelektüel/kelami yeni kaynakları Babil-Mezopotamya, İran, Mısır ve bir parça Hind’te buldular. Bu havzalardan öğrendiklerini Yunan kültür atmosferinde yeniden formüle ettiler. Yunanlı filozofların çok az bir kısmı tanrı tanımaz veya materyalistti. İçlerinde Pisagor, Parmenides gibileri melekut dünya içli dışlı idiler. Parmenides ve Sokrat gayet açık bir dille vahiy aldıklarını söylüyorlar. Belki peygamber değillerdi ama vahiy almış bir peygamberin tebliği, onların felsefi öğretilerinin ilham kaynağıydı. Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın tebliğlerinin derin izlerini bu filozofların öğretilerinde tespit etmek zor değil.

Tabiat filozofları tanrıları evrende etkisizleştirdiler, Sokrat’la birlikte insan-ahlak-epistemoloji merkezli yeni bir dönem başladı.

Aydınlanmacı filozofların ilham kaynakları bunlardır ama Hıristiyanlık gibi yüksek ve kalın bir duvarla yüzyüze bulunuyorlardı. Hıristiyanlık iman ile akıl arasında çatışma görüyordu. Aslında Aziz Paul, Atinalılara verdiği vaazda Hıristiyan imanının akla ne kadar uygun olduğunu, esasında felsefenin öne sürdüklerinin Hıristiyan imanıyla örtüştüğünü anlattı, fakat Mesih’in geri geleceğini ve günah-suç işleyenlerin tanrı tarafından yargılanacağını da konuşmasına ekleyince Atinalılar tepki gösterdiler. Aziz Paul bu argümantasyonun işe yaramadığını anlayınca Korintoslulara yazdığı mektupta Tanrı’nın akıl değil, irade olduğunu savundu. Tanrı salt irade ise, yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmayacaksa ve yaptıkları akla da aykırı düşebilecekse, o zaman tercih imandan yana olacak, akıl dışarıda tutulacaktı. İmanı da Kilise, papa ve dinin dogmaları temsil ettiğine göre akıl zorunlu olarak iman ve dinle çatışacaktı. İşte o gün bugün düşünce tarihi iman-akıl çatışması üzerinde seyredip gidiyor.

Yunan filozoflarının az bir kısmı hariç zannedildiği gibi ateist, materyalist kimseler değildi, tanrıları evrenden kovdular ama onların yol haritasını belirleyen hikmet idi. Felsefeye de “hikmet sevgisi ve hikmet arayışı” anlamını verdiler. Tabiatıyla bütün filozoflar hakim olamadı ama niyet ve maksat buydu.

Hıristiyan ilahiyatına karşı mücadele veren Aydınlanmacılar da Tanrı, vahiy, ruhun ölümsüzlüğü ve özgürlük konuları üzerinde durdular. Ama gelinen noktada Hıristiyanlıkla birlikte modern dünya tanrı düşüncesini ve dini kapı dışarı attı. 

Benim anlatmak istediğim şuydu: İslam düşünce havzasında imanın kaynağı vahiydir ve iman kendisinden, bilgisinden, gerçeğinden emin olduğumuz şeydir ki, bunun özü bilgi ve haberdir. Sahih bir din, düzenleyince inanç iman mertebesine çıkar. Bilgisinden ve gerçeğinden emin olmak istediğimiz şeyin öyle olduğunu bize sağlayan da aklımız ve selim fıtratımız yani vicdanımızdır. Bundan dolayı aklı olmayanın dini yoktur. Vahiy imanı temellendiriyorsa akıl bunu teyid eder. Düşünün Hz. Peygamber, Mekkelilere ilk tebliği yaptığında onlara mucize göstermedi, “Ben vahiy aldım Allah’ın elçisiyim” dediğinde Mekkeliler ne meleği gördüler ne meleğin Hz. Peygamber’e gelip vahiy indirdiğine şahit oldular. Hz. Peygamber tebliğlerinin tamamını insanın selim aklına ve temiz fıtratlarına havale etti. Selim aklını ve temiz fıtratını kullananlar müslüman oldu, karartanlar inkâr etti.

Akıl ahlakidir ve hakikati teyid eden mi’yardır. “Köle ile efendi insan olmaklık bakımından eşittir” önermesini Ebu Bekir aklını ve vicdanını kullanarak kabul etti ve köle azadına başladı; Ebu Cehil ise bunu aşamadı, eşitliği reddetti.

Diğer anlatmak istediğim şuydu: Hakikat tektir, bizim üstümüzdedir, bizden bağımsızdır ama kendini varlık aleminin çeşitli olay ve olgularında (âfâk) ve ruhumuzun derinliklerinde (enfûs) gösterir. Tek olan hakikate birden fazla yol takip edilerek varılır. Yani iki hakikat (çifte gerçeklik) yoktur. Meşşailer hakikate akıl ve burhan yoluyla ulaşılabileceğini söylerken, diğerleri nakille ulaşılacağını, dolayısıyla aklın nakle tâbi olması gerektiğini söylüyorlardı. Burada önemli nokta şu ki, her ikisinin de aklı ve vahyi reddetmemeleridir. Biri önceliği akla diğeri nakle veriyordu. Dolayısıyla bu batıdaki çatışmadan farklıydı. Hıristiyan teologlar dogmanın akılla tefsirine hayırhah bakmıyorlardı. Onlara “dogmalar ve hıristiyan imanı saçmalıklarla yani akıl ve mantık dışı kabullerle maluldür” dediklerinde, Tertilyanus “Elbette öyledir, bir şey saçma olduğu için imanın konusudur” der. 

Bir noktadan sonra Hıristiyanlık kendini akıl karşıtlığında konumlandırdı. Öyle ki Tertilyanus’un argümanlarına benzer argümanları Pascal’da da görürüz. Hatta Pascal İslamiyet’i din kabul etmez, çünkü der ki “İslamiyet imanını akla hitap ederek, akılla temellendirerek sunar bize!” Din dediğin akıl dışıdır. İbn Rüşd’e göre ise din ve felsefe aynı memeden süt emen ikiz kardeşlerdir.

Yazık ki, halen batı Hıristiyanlığına ait bu sorun hala sürüyor ve yazık ki müslüman aydınlar, akademi dünyası bu sorun bütün dinlerde, özellikle İslamiyet’te de çıkmış gibi boş havanda su dövmeye devam ediyorlar. 

“Bugün İslam-akıl ve Kur’an vicdanını yeniden canlandırabilecek miyiz? İslam felsefesinde kendinizi El Kindi’ye daha yakın hissediyorsunuz. Onun öğretilerinden hareketle düşünceyi özgürleştirme noktasında neler söylersiniz?” sorunuza gelince.. çoğu insan sorunu yanlış yerde arıyor, müslüman fakihleri, kelamcıları, tasavvuf ehlini suçluyor. Hayır sorunun kaynağı bu değil. Fakihler, kelamcılar, sufiler kendi dönemlerinde dinden ve hayat pratiklerinden neyi anlayabildilerse onu anladılar. Değişen dünyanın şartları içinden onlara bakıp mesela neden fakihler apartman hukuku konusunda bir şey söylemediler diye suçluyoruz. Bu bir örnek! O zaman apartman hayatı olsaydı onun hukukunu da oluştururlardı.

Yine de bütünüyle geçmişi yüceltmiyorum ama bugünden bakıp –şimdi moda oldu- içinde bulunduğumuz durumu, hadis külliyatında, Eş’ari kelamında veya İmam Şafii’nin usulünde aramak hakikaten bana büyük bir zihni naiflik gibi geliyor. Onlar kendi zamanlarının yıldızlarıydı.

Sorunun temelinde tarihte siyasi iktidarların özgürlükleri kısıtlaması yatıyor. Kendi iktidarlarının selametinden başka hiçbir şeye değer vermeyen halifeler ve sultanlar, şahlar ve padişahlar ne Şeriat dinlediler ne onlara muhalefet eden bir alime hayat hakkı tanıdılar. Batı’nın bizden faik tarafı 900 sene bunun mücadelesini verip sivil bir sınıfın yeni bir siyasi örgütlenme modeli geliştirmesidir.

Ulemanın sivil kanadı kitaplarında ideal halifeyi tasvir etmeyi ihmal etmediler, bu sayede kitaptaki halife ile baştaki zorba arasındaki profil farkının bilinçlerde kalıcı olmasını sağlamaktı. Sivil ulema keza hukukun yapımını devlete vermemek üzere çok direndi ve büyük ölçüde toplumu müslüman çerçevede tutmayı başardı. Muasırı dünya ile –mesela Avrupa, Hind vs.- ile mukayese edildiğinde müslüman toplum çok önde bulunuyor.

Selçuklulara gelinceye kadar ne Emeviler ne Abbasiler zorba yönetimlerine dini meşruiyet bulamadılar. Emevilerin kaderciliğine karşı Eş’ari, Maturidi ve Mutezile direndi; Abbasilerin Mutezile’yi resmi din yapma teşebbüsleri mihnete yol açtı, geri tepti. Selçuklulara gelince halife-sultan ittifakına dayalı yönetimi Meşşai filozofları ve batınileri bahane ederek dini meşruiyet çerçevesine oturtmayı başardılar. Gazali bu konuda önemli rol oynadı. Gazali’nin üç büyük hatası, Nizamülmülk’ün verdiği görevi kabul edip ilim hayatını resmileştirmesi ve kurumsallaştırması, “dini ilimler-dünyevi ilimler” ayırımı yapıp şeref üstünlüğünü “dini ilimler”e vermesi ve elbette tevil imkanı varken Meşşai filozofları tekfir etmesi

Hiç şüphesiz Gazali, Meşşailere ve batınilere yönelttiği eleştirilerinde haklıydı. Tarihimizin zirve alimlerinden ve düşünürlerimizden biridir. Ama Nizamülmülk’e mesafeli durumalı, özellikle filozofları tekfir etmemeliydi. Çünkü müslüman filozoflar bütün felsefe tarihine muazzam katkılar sağladılar, felsefeye derinlik kattılar. Nübuvveti ve vahiy konusunu felsefeye sokmak kolay bir şey değildi. Bunu Kindi, Farabi ve İbn Sina sağladı. Aydınlanmayı tetikleyen İbn Rüşd’tür, bunda en ufak bir tereddüt yok. Ancak İbn Rüşd, Kur’an vahyi ile aklı veya felsefeyi uzlaştırdı, Avrupalı İbn Rüşdçülerin aklı Hıristiyan dogmalarıyla uzlaştırmaları mümkün değildi, nitekim başaramadılar, çareyi dini dışarı çıkarmakta buldular (sekülarizasyon).

İbn Rüşd’ü de hesaba katacak olursak, ben el Kindi’yi kendime daha yakın buluyorum. Diğer üç Meşşai de gerçekten çok değerli filozoflar. Ama Kindi’nin vahiy, hikmet ve din ile felsefe, dolayısıyla akıl ile nakil arasında kurduğu ilişki ve kadim hikmet kaynaklarına bakışı bana daha anlamlı ve bugüne hitap eder gibi görünüyor.

Felsefi düşünceye son darbeyi de Fatih Sultan Mehmet indirdi, onun Tusi ve Mollazade’ye “Gazali mi, İbn Rüşd mü haklıydı” sorusuna cevap bulsunlar diye kitap yazdırması ve sonuçta Gazali’yi haklı bulan Mollazadenin tezini kabullenmesi, Kostantin’in Ariüsçülere karşı teslisçileri kendi siyaseti ve iktidarı için daha kullanışlı bulup resmi mezhep seçmesine benzer.

Tarihimizi kritik etmeliyiz. Atalarımız bize miras bıraktı, kimi iyi kimi kötü. Biz iyi olanları devam ettirmeliyiz (2/Bakara, 134).

İslam’ın siyasi iddiası ve davası var. Siyaset İslamiyet’ten ayrı düşünülemez. Esasında dünyada hiçbir din siyasetten bütünüyle kopuk değildir. Eğer dinin dünyevi hayatı düzenlemeyle ilgili talepleri varsa, siyaset olmadan hiçbir düzenleme yapılamaz. İslam’ın bugün üç boyutundan söz etmek mümkün: Siyasi, sosyal ve entelektüel. Problem İslam davasının  a. Mahza siyasete indirgenmesi b. Ehil olmayan siyasilerin İslam adına ve müslüman kimlikle sahneye çıkması  c. Ve dinin siyasette istismar edilmesidir.

Bu üç hastalıkla malul siyasi İslam, sosyal ve entelektüel İslam’a, İslamcılığa hayat hakkı tanımıyor, boğuyor, tehdit ediyor, etkisizleştiriyor. İslam’ın sahih siyasi iddia ve davasını yok saymadan bu “iktidar için iktidar mücadelesi” veren sahte siyasal İslam’la mücadele etmeli. Maalesef bugün böyle olmuyor, imama kızanlar mescidi ve namazı terk edip gidiyor.

 

4.İslamcılığın dört esasından biri olarak gördüğü özgürlük kavramının din ile ilişkisini Ali Bulaç zihninde nasıl kodlar? Özgürleştirici İslam’ı gündelik hayata nasıl taşırız? Tam tersi düşünenlere ne söylersiniz? Sizin ifadenizle Politik İslamcılığın buna engel olduğunu düşünüyor musunuz?

Benim okumalarına göre, hiçbir din ve sosyo politik sistem İslamiyet kadar özgürlüğe değer vermiş değildir. Özgürlük terimini anahtar seçen liberalizm dahil. İslamiyet’in alemlerin Rabbi Allah”tan vahyedilen bir din olduğunun en önemli delillerinden biri özgürlüğe bakışında yatar. Bir Tanrı düşünün ki, kendi varlığını reddetme özgürlüğünü tanımıştır. Yüce Allah, bu türden hayli şaşırtıcı bir özgürlük tanımakla yetinmiyor, varlığını reddeden kişiye seçtiği dine, dünya görüşüne göre yaşama hakkını tanıyor.

Biz İslam’ı böyle anlayınca, bu dinin bizi yönelttiği cihad hareketlerinin tamamı, “insan ile İslam arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasına”  matuf olur. Bundan elbette ki gayrı tabii engeller ortadan kaldırıldığında kendi özgür iradesini kullanma durumuna geçen insanın mutlaka İslamiyet’i seçeceğini anlamamak lazım. Seçmeyebilir. Müslümanın görevi, başkasının seçimini etkileyen gayrı tabii engelleri ortadan kaldırmasıdır.

“Fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar mücadele”(Tevbe, 39) ayeti, bu engellerin, yani baskı yönetimleri ve baskı araçlarının tümünün ortadan kaldırılması manası taşır ki, bu ayette sözü edilen “fitne” baskı yönetimi ve baskı aracı ya da kendinde baskıdır. Hatırlayın, Sasani Kralı bir müslümana “Siz ki bedevi Araplardınız, sizi buraya getiren nedir?” diye sorduğunda ne demişti: “İnsanları dinlerinden zulmünden, baskısından kurtarmak için!”

 

5.Pratikte mevcut hali ile dinin yaşamı daraltması, kısması, zorlaştırması yorumlarını duyduğunuzda ne hissediyorsunuz? Son yıllarda çok sık dillendirilen bu serzenişlere sizin cevabınız nedir?

Din bir hayat düzenidir, daha geniş bakıştan bir anlam haritası ve hayat pratiklerini düzenleyen bir yol haritasıdır. Dünyevi önerileri ve amacı olmayan bir din ahiretle ilgili bir şey söylemez. Bu önerme, dinin tabiatı icabı totaliter olduğu fikrini ima edebilir. Ama öyle değil. Zira dinin temel önermesi “zorlama ve baskının olmaması”dır. Bakara, 256. ayet sadece din seçiminde özgürlüğü tanımıyor, yanı sıra bazı dini pratiklerin yerine getirilmesi konularında da zorlama ve baskıyı, yani ikrahı men’ediyor. Alışageldiğimiz anlayışın  dışından, Kur’an ve sahih Sünnet açısından baktığımızda Kur’an’da suç ve günahların ikiye ayrıldığını görüyoruz. Kiminin dünyevi ve maddi müeyyedeleri/cezaları var, kimilerinin cezası sadece ahirete ve yüce Allah’ın takdirine, merhametine bırakılmıştır. İlk gruptaki suç ve cezaların neredeyse tamamı üçüncü şahıslara maddi zararlar verir. Cinayet, hırsızlık, zina, gasb, yol kesicilik, haksız ve adil olmayan savaş, iftira vs. Bunlar ya “kısas” veya “had” cezalarıdır.

Ama tarihsel fıkhımız Kur’an’da cezası ahirete bırakılmış günahlara, suç ve cürümlere ağır cezalar takdir etmekle yetinmemiş, ta’zir adı altında yeni suç ve cezalar ihdas etmiştir. Derken ulema zorlaştırdıkça, bir gün gelmiş din yaşanamaz hale gelmiş, kitapların saymakla bitiremediği suç ve cezalar dini cehennemle özdeşleştirmiştir. Bir alim şöyle der: “Mecliste oturan biri, içeri bir alim girdiğinde ayağa kalkamasa küfre girer. Zira alime gösterdiği saygısızlık ilminedir. Alim ilmini Hz. Peygamber’den olduğu için saygısızlık Hz. Peygamber’e, Hz. Peygamber ilmini Allah’tan aldığı için saygısızlık Allah’adır.” Sonra alimlerin yanında şeyhlerin, üstad ve ağabeylerin kısıtlayıcı kuralları gelmiş, böylece din yaşanamaz hale gelmiştir.

Benim yıllardır öne sürdüğüm fikir şudur: Kur’an ve sahih Sünnet’te dünyevi ve maddi cezası tayin edilmeyen suçlara din adına kamu otoritesi ceza tayin edemez. Ta’zir suçları da siyasi rejimler tarafından istismar edildiğinden, yapılması gereken topluma ve gerçek şahıslara maddi zarar veren fiillere karşılık ceza tayin edilir. Cezayı da imam veya devlet başkanı değil, yetkili meclisler, heyetler takdir ve tayin eder.

 

6.Alev Alatlı’nın, “her yasal olan hak helal değildir” ifadesinde şekil bulan, özgürlüklerin şerden yana bükülmelerini önlenebildiği, yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen ütopya mıdır?

Her yasal tabii ki helal değildir, çünkü yasa Hukuk’a uygun ise meşrudur. Meşruiyetin referansını ve çerçevesini Münzel Şeriat tayin eder. Münzel Şeriat ise Kur’an ve Sünnet’te genel esasları tespit edilen Hukuk ilkeleridir. Bir yasa hukukun şekline uygun olabilir ama dikkatlice bakıldığında Hukuk’un ruhuna aykırı olduğu da çıkabilir.

Kanunlara ruh sayılabilecek Hukuk’un tarafsız kaynaktan gelmesi, her türden sınıf, zümre, etnisite, kabile, örgüt, cemaat, parti, mezhep vb. grup ve toplulukların sadece çıkarını gözetiyor olmaması, herkes için iyi ve herkesin çıkarına hizmet etmesi gerekir. Bugün Hukuk’un Üstünlüğü dediğimiz ilke İslam dininin temel prensibidir. Hz. Peygamber bunu hayatı boyunca gözetti.

Tarihte ve günümüzde iktidarı kullanan zümreler kendi çıkarlarına hizmet eden yasalar yaparlar, yaptıkları yasaları eğip bükerler; böylelikle meşruiyet krizini aştıklarını düşünür, halkı da kandırırlar. İslam tarihini dolduran mücadelelerin esası budur. Abbasi zorbaları saltanatlarını, icraatlarını ilahi bir kaynağa dayandırmak istediklerinde, özünde ve başlangıcında ilahiyata/kelam ilmine ait Halk-ı Kur’an konusunu araçsallaştırdılar. Eğer Ahmet ibn Hanbel gibi alimlere Halk-ı Kur’an’ı kabul ettirselerdi, kendi karar ve icraatlarının da Kur’an gibi tarihte/sonradan ortaya çıktığını, dolayısıyla politikalarının, yönetimlerinin meşru olduğunu etrafa yayacaklardı. Yazık ki Mutezile gibi İslam düşüncesine bir derinlik kazandırma potansiyeline sahip bir ekol, iktidar cazibesine kapılıp Abbasi devletinin resmi mezhebi olmayı kabul etti. Tarihte Mutezile’yi bitiren işte bu resmi mezhep oluşla yaşanan mihne olayları oldu.

Alev Alatlı büyük laf etmiştir ama durduğu yer ve etrafa yaydığı ideoloji bu lafın muktezası mı, sormak lazım!

 

7.2020 yılında Çıra Yayınları’ndan çıkan “Medine Sözleşmesi” isimli bir eser kaleme aldınız. Sizi Medine Sözleşmesi hakkında bir kitap yazmaya sevk eden neydi? Bugünün dünyası için hak ve özgürlükler, eşitlik, evrensel ilkeler bağlamında nasıl bir örneklik teşkil edebilir? Sizin ifadenizle üçüncü nesil İslamcılar, güç ve iktidar karşısında nasıl bir sınav veriyor? Özgürlükler, adalet ve hukuk alanında bedevîlikten medenîliğe geçiş nasıl olmalıdır?

Medine Sözleşmesi benim 30 yıldır üzerinde çalıştığım bir konu. Tefsir (Kur’an Dersleri) ile Medine Sözleşmesi’ni mümkün mertebe hayatımın geç bir döneminde kaleme almayı planlıyordum. Hapiste iken, en büyük korkum bu kitabı yazamayacağım konusuydu. Hamdolsun yayınlandı.

Medine Sözleşmesi neyi amaçlar? İzin verirseniz, bu sorunun cevabını biraz geniş bir perspektiften bakıp cevaplamaya çalışayım:

Yerküresinin içinden geçtiği duruma bakalım.

Dünyamız hala 1990’ların başlarında Fukuyama’nın ilan ettiği “tarihin sonu”nu ve 1994’te Bernard Lewis ve Hungtinton’ın, “medeniyetler çatışması” tezini aşabilmiş değil. BM ve yürürlükteki dünya düzeni Kant’ın “ebedi barış” idealinden hayli uzakta. Çatışma küresel, bölgesel ve ulusal düzeylerde sürüyor. Büyük güçler, gücü yetenler ülkeleri işgal ediyor. (Afganistan, Irak, Ukrayna vd.) İnter aktif sorunlarla yüz yüzeyiz. Çatışmalar iç içedir, çeşitlilik arzederler, birden fazladırlar, beşeriyetin geleceğini ve canlı hayatı tehdit etmektedir.

Küresel beşeri krizi şu ana başlıklar altında toplamak mümkün: Ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında giderek derinleşmekte olan eşitsizlikler. Nüfus artışı ve iktisadi büyüme fetişizminin devam etmesiyle su, gıda ve enerji kaynaklarının paylaşımı ya da hakim güçlerin daha çok kontrolü yüzünden çatışmaların daha da artacak olması. Sınırsız sermaye ve güç biriktirme doktrini (Kur’ani deyimle ‘kenz’) temelde enerji tedarikine ve temerküzüne dayanır

Halen kapitalizmin temel varsayımlarını sürdüren sistem köylü, işçi, çocuk, kadın, hayvan enerjisini sömürme, üretim-tüketim sarmalına sokmak ister. Canlı hayatın enerjisinin bu maksatla kullanılması neslimizin devamını tehdit eder. Ülkeler veya bloklar arası çatışma yeryüzü gezegenini imha edecek kapasitede nükleer, biyolojik veya yapay-zeka ürün silahların kullanımına yol açabilir. Son Rusya-Ukrayna savaşında Ruslar bunu ima etti. Avrasyacıların ve bizde ulusalcıların ve Enverci muhafazakârların fikir babası Alexander Dugin, Putin’e atıfta bulunarak ‘Ya biz kazanacağız ya da dünya yok olacak dedi. Bundan daha açık ve büyük tehdit olabilir mi?

Komünizm ile kapitalizmin Çin’de izdivaç etti. Siyasi yönetim otoriter ve totaliter tek partinin emrinde olacak, ekonomi liberal piyasada sürecek.  Çin modeli birçok liderin hayranlık duyduğu trend oldu. Bundan böyle kapitalizm ve komünizmin işbirliği sistemlerin ilham kaynağı olacak.

Anlam ve amaç kaybı sonucunda Hakikat fiziksel-maddi gerçekliğe indirgendi. Ekolojik denge bozukluğu canlı hayatı tehdit eder, iktisadi büyüme fiziksel sınırları zorlar hale geldi. Ülkeler arası ve ülkeler içi çatışmaların yol açtığı dramatik olaylar gözümüzün önünde cereyan ediyor: Televizyon ekranlarından seyrettiğimiz sivil katliam, açlık ve yoksulluk, kitlesel boyut kazanan mülteciler, siyasi baskılar, uyuşturucu ve alkolizm bağımlılığı, cinsel sapkınlıklar, ailenin dağılması, ateizm, agnostisizm, deizm, panteizmin ve nihilizmin revaç görmesi, tüketim, gösteri-teşhir kültürü ve ruhların sarhoşluğu mistifikasyonlar

Siyasi hayata liberalizm önemli katkılar sağladı ama çıkış yolu liberal kapitalizm değil. Dinin tanımladığı insan ile liberalizmin vurguladığı özgür insan anlayışı aynı değil. İslam, “Allah’a kul, herkese ve her şeye karşı özgür kerem sahibi kılarken, liberalizm özgürlüğü Allah’a karşı olabilecek kadar yüceltir. Allah, insana varlığını inkâr etme özgürlüğünü verir ama bunu hak veya doğru seçim saymaz. Liberalizme göre, inkâr özgürlüğü haktır.

Eşitsizlik ve sofistike yöntemlerle “vahşi kapitalizm” varlığını sürdürüyor. Liberalizm, insanın doymaz tutkularını, aç gözlülüğünü, sınırsız servet biriktirme ve her şeyi temellük etme hırsını (Nefs-i emareyi) körüklediği için ahlaki hayatı tahrip ediyor; sömürü ve vicdansızlığı prosedür haline getiriyor. Popülist liderler demokrasiyi yozlaştırıyor. Kızgın, dışlanmış kitlelerin otoriter-diktacı yönetimlere ilgisi artıyor. Sağcı-ırkçı partiler yükseliyor, arkaik milliyetçi doktrinler geri geliyor. Yabancı/göçmen/mülteci düşmanlığı bunun açık belirtisi.

Sosyalizm veya daha uc versiyonu komünizm de çözüm değil. Sosyalizm kapitalist dünya karşısında tutunamadı, otoriter ve totaliter rejim kurdu, özünde şiddet ve “öteki”yi ihtilal, devrim veya terörle yok etme fikrini yüceltti. Sosyalizm de komünizm gibi sonuçta bir materyalizmdir, varoluşsal sorunlara ilgisi yoktur.

Ulusçuluk veya ulusalcılık (milliyetçilik)  çözüm mü? Mevcut durumda sosyalizmden çok küreselleşmiş sorunlara karşı ulusçuluk veya ulusalcılık alternatif olarak sunulmaktadır. Küreselleşmenin eşitsizliği derinleştirdiği; dünyanın tamamını belli çıkar gruplarının, aile veya örgütlü güçlerin denetimine, sömürüsüne açık hale getirdiği; küreselleştirdiği algı ve hayat tarzıyla materyalist ve nihilist bir kültürü empoze ettiği doğrudur.

Ancak ulusçuluk veya ulusalcı doktrin ve modeller de, eşitsizliği ve adaletsizliği devam ettirmekte, ulusçuluk ideolojisiyle belli imtiyazlı bir zümreyi korumaktadır. İnsan toplumlarını ulusal ve ulusçu ideoloji ve doktrinleri empoze ederek belli gettolara hapsetmekte, çatıştırmaktadır. Bu ise beşeri topluluklar arasında muarefe ve müzakereyi engellemekte, insanı kendisi dışındakileri “düşman öteki” görmeye sevk etmektedir. Hayatın anlam ve amacını, insanın varoluş ve yaratılış hikmetini merkezinde devletin yattığı ulusa ve ulusal çıkara indirgemektedir.

Ulusçuluk ve ulusalcılık –aynı zamanda milliyetçilik- ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının besleyici kaynağı olmaktadır. Devlet merkezli öğreti ve zorunlu olarak otoriterliğe eğilimi ile ırkçılığa ve yabancı düşmanlığa açık yapısı demokrasileri tehdit etmektedir.

Sorunun sebebi çözümü olamaz. Küreselleşme ile ortaya çıkan sorunların önemli bir sebebi “devlet ve ulus” kavramlarını yücelten, kutsallaştıran, dini, geleneksel yapıları dağıtarak, zayıflatarak, baskı altına alarak toplumu küresel saldırılara açık hale getiren ulusçu ve ulusalcı ideoloji ve siyasetlerdir.

Küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı bir yandan yerel ve yöresel örf ve değerleri korurken, diğer yandan küresel bir dil ve yaklaşım potansiyeline sahip bir kaynağa ihtiyaç var. Bu ancak İslam dininin sahih kaynaklarında aranabilir.

 Yeni ve küresel bir düzene olan ihtiyaç olduğu açık. İnsana varoluşsal sorunlarını hatırlatacak; hayatına anlam ve amaç katacak bir felsefeye/yeni bir ilm-i Kelama, herkes için iyi ve herkes için yararlı bir ahlak ve herkesin temel hak ve özgürlüklerini koruyacak bir ahlak felsefesi ve hukuk düzeni.

Bunun sosyo-politik ifadesi, her dinden, mezhepten, felsefi inançtan ve kültürden insan toplumlarının barış içinde bir arada yaşayabilecekleri yeni bir “toplum sözleşmesi”dir. Tabii kaynakların meşru ihtiyaçlar oranında kullanımını sağlayan yeni bir iktisat doktrini ve adil bölüşüm düzeni. Medine Sözleşmesi, işte bu maksada matuf bir toplum sözleşmesinin referans çerçevesini teşkil eder.

8.Medine Sözleşmesi’nden (622) 1400 yıl sonra laik olan Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, müfessir ve değerli İslam alimi Prof. Dr. Hüseyin Atay Hoca’dan “Hz. Muhammmed’in Medine’ye göç ettikten sonra yapmış olduğu kentsel anayasa anlaşmasında neler var bir bakalım da yararlanalım” diye talimat veriyor. Sözleşmenin sonraki toplumlara uyarlanarak farklı dinleri ve ulusları eşit haklara sahip bir anayasa ve devlet düzeni içerisinde bir araya getirmesi bugün neden mümkün olamıyor? İnsan haklarına ve özgürlüklerine örnek olacak böylesine muazzam bir anayasadan haberleri var mı?

Bu güzel bir soru. Kitapta Vesika’nın kaynaklarımızda yer almasına rağmen neden ilgiye mazhar olmadığını anlatmaya çalıştım. Birkaç sebep var. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in hemen vefatından sonra iktidar zihniyetinin belli belirsiz değişim geçirmesi ve en önemlisi Emevilerin sistemi hilafetten saltanata dönüştürmeleri oldu. Abbasiler resmi ideolojiyi ihdas ettiler, Mutezile’nin inanç esaslarını herkese zorla kabul ettirme yolunu seçtiler, mihneye sebep oldular. Selçuklularla birlikte Abbasi yönetimi Halife-Sultan ikiliğine bölündü. Selçuklular sistemi militarize ettiler, Osmanlılar Örfi Hukuku ihdas ederek Şeriatı kamusal alanlarda referans alınan bir hukuk olmaktan çıkardılar. Safeviler ise sivil alanda Mehdi inancını yayarken, resmi alanda Şahlık rejimini devam ettirdiler. Bu devletlerin Hz. Peygamber’in tatbikatına ilgi duymaları beklenemezdi.

Modern zamanlarda ise Müslüman aydınların zihninde modern ulus devlet süblime edilen model olduğundan Vesika ilgi çekmedi. Birinci Nesil İslamcılar özgürlükçüydü ama geleneksel Osmanlı zihniyetini Hz. Peygamber’in Sünnetinden ve Siretinden hareketle dönüştürebilselerdi belki erken dönemde ümmet dağılmadan yeni bir örgütlenme modeli bulunabilirdi. İkinci Nesil İslamcılar ise, ilk Hıristiyanların onları ezen Romayı zihinlerinde Hıristiyanlaştırmaları gibi modern ulus devleti ve iktidarı İslamlaştırdılar. Üçüncü Nesil İslamcılar ilk iki neslin tecrübelerinden yararlanıp yeni bir iktidar ve toplumsal örgütlenme modeli yapabilirlerdi, maalesef sivil alanı bırakıp resmi topluma bürokrat olma yolunu seçtiler.

Kitabımın üçüncü bölümünde Vesika’ya karşı çıkan hakimiyetçi İslamcıları tek tek sıraladım.

 

9.Evrensel bir anayasa sizce mümkün mü? Evrensellik iddiası ile yola çıkan bir anayasanın geçerliliği, uygulanabilirliği, sürdürülebilirliği düşünüldüğünde engel ne? Birey, toplum, kurumlar, siyaset, gelenek? Hali hazırda çok uluslu, çok dinli, eşitlikçi, haklar ve özgürlükler anlamında tatmin edici bir sözleşme var mı?

Her beşeri coğrafyanın kendine özgü örfi özellikleri var, evrensel bir anayasa bizi totaliter rejime götürebilir. Her beşeri coğrafya kendi örfi özelliklerini gözeterek kurucu değerleri ve yönlendirici ilkeleri evrensel olan bir toplum sözleşmesi yapabilir. Önce toplumsal sözleşme, sonra anayasa. Bu süreçte izlenecek üç menzil muarefe, müzakere ve muahededir.

Ben İslam’ın beş şartından mülhem İslamcılığın da beş kurucu değer ve ilkesi olduğunu düşünüyorum. Bunlar da özgürlük, ahlak, hukuk/adalet, ihtiram ve toplumsal sözleşmedir. Bu benim İslamcı tanımımdır, İslam dünyası ve yeryüzü coğrafyasında yaşayan beşeriyet bu beş ilkeyle küresel/evrensel barış tesis edebilir. Bu İslam barışıdır.

 

10.Özgürlük deneyimini, dünya üzerinde bir birlikte yaratma süreci olarak; bireysel yargı, kişisel, kamusal hayal gücü ve düşünce alanlarının birbiri ile çatışmadığı bir olgu olarak görmek mümkün mü? Savaşlar, salgın hastalıklar, yoksulluk ve anlamsızlık krizi gölgesinde ötekinin özgürlüğü, farklı ideolojiler/ırklar için de adalet ve merhamet talep edebilme, halkların ortak iyide buluşabilmesi ne kadar mümkün? Ali Bulaç yarınları nasıl okuyor?

Kur’an, bize sualinizde yer alan bütün sorunlar ve olgular için iki kavram sunar: Ma’ruf ve münker. Ma’ruf bütün dinler ve din müntesipleri, bütün selim akıl ve temiz fıtrat/vicdan sahiplerinin hak, iyi, güzel, doğru ve faydalı gördüğü değerler, normlar, kurallar, davranış biçimleridir. Münker de bütün dinler ve din müntesipleri, bütün selim akıl ve temiz fıtrat/vicdan sahiplerinin batıl, kötü, çirkin/kabih, yanlış ve zararlı gördüğü değerler, normlar, kurallar, davranış biçimleridir.

Bizim görevimiz, cehd ve mücahedemiz insanı (en Nâs’ı) felsefi/kelami zemini ma’ruf ve münker olan yeni bir dünya düzenine çağırmaktır.

 

Kaynak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER