Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ali Bulaç'ın Hazırladığı, Kur'an Dersleri/Dirâsâtü'l Kur'ân Tefsiri'nden İki Sûre; 109- KAFİRUN SÛRESİ ve 112- İHLÂS SÛRESİ'ni Okumanısı...

Razi’ye göre, bu sûrede zikredilen sıfatlara "ihlas" ile iman eden kimsenin ateşin azabından kurtulacağı rivayet olunduğundan bu sûreye "İhlas" ismi verilmiştir.

Ali Bulaç

112- İHLÂS SÛRESi

Mekke'de indirilen bu sûre 4 âyettir. Nas (114) sûresinden sonra, Necm (53) sûresinden önce indirilmiştir. Razi’ye göre, bu sûrede zikredilen sıfatlara "ihlas" ile iman eden kimsenin ateşin azabından kurtulacağı rivayet olunduğundan bu sûreye "İhlas" ismi verilmiştir. Verilmiş başka isimleri de vardır.

"İhlas" katıksız samimiyet, içtenlik; inancı her türlü yabancı unsurlardan, yanlış, temelsiz, batıl inanç, telakki ve kabullerden arındırmak, saflaştırıp asli huviyetine irca etmek, "halis-muhlis" hale getirmek demektir.

Sûre, genel uslubundan ve ele aldığı konulardan anlaşılacağı üzere Allah hakkındaki inancın, fikir ve kanaatlerin temellerine işaret etmekte; bu arada hem Hıristiyan ve Yahudiler’in hem de putatapıcı (pagan)ların telakkilerine özlü bir cevap vermektedir. Sûrenin, soy ve nesebe pek meraklı olan Kureyş’in, Efendimiz (s.a.)’den Rabbinin soyunu-nesebini tanıtması istemesi üzerine indiğini belirten rivayet diğerlerine göre daha sağlam görünmektedir. (Tirmizi, Tefsir, 112; Müsned, V, 134.) Bu rivayet, sûrenin Mekke’de indiği görüşünü de destekler.

Müşrikler, Allah ile cinler (37/Saffat, 158); haşa Allah’ın kızları diye tavsif ettikleri melekler (Tur, 339) bir neseb ilişkisi kuruyorlardı. Sûre bu iddialara cevaptır. Yahudiler (9/Tevbe, 30) ve Hırisityanlar da (5/Maide, 17, 72-73) beşer ile Allah arasında benzer bir ilişki kuruyorlardı. İhlas sûresi bunlara da özlü cevap vermektedir. Razi, İhlas ile Kevser (108) sûresi arasında anlamlı bir ilişki kurar. Buna göre Kevser sûresi Hz. Peygamber hakkındaki yanlış telakki ve kanaati tashih ediyordu, İhlas sûresi ise Allah hakkındaki batıl ve yanlış kanaatleri tashih etmektedir. Müşrikler, Kevser’de çocuğu olmayacak, artık ebterdir, soyu kesildi demek sûretiyle Efendimiz’e noksanlık atfediyorlardı, İhlas’ta çocuk isnad etmek suretiyle aynı hatayı işliyorlar.

İslam inancının esası olan Tevhid, bu dört kısa ayette özetlenmiştir. Bir ölçüde her şey bu dört  ayetin açılımı hükmündedir.

Bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (s.a.): "- Sizden biri bir gecede Kur’an’ın üçte birini okumaktan aciz mi?" diye sormuş, sahabenin "Kim bu?" diye sorması üzerine şöyle buyurmuştur: ‘-Kul huvellahu ahad. Allahu’s Samed sûresini okursa, Kur’an’ın üçte birini okumuş sayılır." (Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an, 10-11).

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيمِ

Rahmân Rahîm olan Allah'ın adıyla

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

1. De ki: O Allah, birdir.

"De ki" emrinden sonra gelen "Huve" şan zamiridir; konuşanın söylemek istediği şeylere önem verdiğini, büyüklüğü ve saygıyı belirtir.

Lafz-ı celal, Yüce Allah’ın ismidir, başkasına isim olarak verilemez, çoğulu olmayan isimdir. "Elif ve lam (Al)" ağızda başlar, "ikinci lam ve ha (lah)" ta kalpte biter: Al-lah !.. Doğru ve ihlaslı telaffuzda sanki insanın içindeki bilumum sıkıntı ve kederleri, sters ve illetleri dışarı atar. Zikri kalbe şifa verir. "Kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur." (13/Ra’d, 28.)

 İbarenin sonluluk ifade eden sıfat-ı müşebbehe formundaki "vahid" değil, "ehad" olarak gelmiş olması dikkat çekmiştir. Bazı dilcilere ve tefsircilere göre "vahid" bir olanı ifade eder, ama bu bir, sayılabilir özelliklere sahiptir. Sayıya gelebilir ve bölünebilir "bir"dir; mesela binlerce ağaçtan bir tanesi gibi. "Ehad" ise sayıya gelemez, bölünemez. "Ehad" vahdetten alınmış bir sıfattır. "Ehad" Zat adına kullanılan isim, "Vahid" ehadiyet O’na hasredilir, sıfatlar adına kullanılan isimdir. Tektir, ikincisi veya benzeri yoktur. Zühri, "Ehad" isminin Allah’tan başka hiçbir varlık veya şey için kullanılmayacağını öne sürer. "Mizan"ın sahibi Allame Tabatabai, bu kelimenin hem nitelik hem nicelik bakımından çoklukla nitelendirilmeyecek şey ve kimseler için kullanıldığını söyler. "Vahid" ise her iki durumda, yani zihnin içinde veya dış dünyada ikinci veya üçüncü bir şeyi çağrıştırır. Mesela "Onlardan ehad (tek bir kişi)  yanıma gelmemiştir" dediğimizde, aynı topluluğa mensup kimsenin gelmediği veya hepsinin geldiği anlatılmak istenir. "Ehad" başkaları için kullanılır ama Arapça’da olumlu anlamda sadece Allah için kullanılır.

İhlas ve Felak (113) sûrelerini tefsir eden ünlü filozof İbn Sina "Kul huvellahu ehad" nazmındaki "hüve"nin mutlak olduğunu söyleyip görüşünü şöyle temellendirir: O öyle ifade ettiğimiz mutlak huve, hüviyeti, taayyun ve taşahhusu, varlığı bizatihi (kendinden) olup kendi zâtından başka hiçbir şeye mütevakkıf ve muhtaç olmayandır. Başka bir deyişle bu ayette hüve’nin mercii, delalet ettiği ve "hüve/O" ile işaret olunan Zat, kendisi için bir merci ve başlangıç (mebde) tasavvur edilmeyen, varlığında mutlak ve bağımsız (müstakil) olan Vacibu’l Vücud, kebde-i evvel ve mebde-i küldür.

Ancak bu açıklamalara rağmen "ehad" Kur’an-ı Kerim’de peygamberler için kullanılmıştır: "Onlar arasında (ehad’un minhum) ayrım gözetmeyiz." (2/Bakara, 285. Ayrıca bkz. 18/Kehf, 38.) Keza "vahid" de kullanılmıştır (bkz. 4/Nisa, 171). Ehad veya vahid, sonuç itibariyle bize verilen mesaj şudur: Allah, eşi, ikincisi-üçüncüsü, benzeri, dengi olmayan "Bir"dir. Maturidi de aynı vurguyu yapar: O’nun "bir"liği, ikincisi, dengi akla gelmesi mümkün olmayan "bir"liktir. Başka "bir"ler de vardır, ama O’nun ki aşkındır, diğerlerinkine benzemez, O’na eş veya denk tutulamaz. Bu bağlamda Ehad olan Allah, yanında veya katında ikinci, üçüncü ilah olmayan; eşsiz, dengsiz, ortaksız ve benzersiz olan Allah’tır; bölünemez, parçalanamaz anlamında Bir ve Tek olan Allah’tır. İbn Cüzey, Allah’ın kendi ehadiyyetini Kur’an’da dört ayrı ayette anlattığını söyler:

a) Yaratan Allah yaratmayanlar gibi olmaz (16/Nahl, 17);

b) Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı varlık fesada uğrar, düzen bozulurdu (21/Enbiya, 22);

c) Eğer Allah ile birlikte başka ilahlar olsaydı, bunlar Arş’ın sahibi Allah’a ulaşmak için çareler arardı (17/İsra, 42);

d) Allah’la beraber başka ilahlar olsaydı, her bir ilah kendi yarattığını yönetmeye kalkışırdı (23/Mü’minun, 91).

      اَللّٰهُ الصَّمَدُ

 2. Allah, Sameddir

Bu ayette kasr vardır, mübteda Allah, haber Sameddir. Samed hayli geniş anlamı olan zengin bir kelimedir: Bütün kemal sıfatlar Allah’a ait olduğundan, hiçbir durumda O’na noksanlık izafe edilemez. Bu yüzden O, bütün yaratıkların, bu arada bilinci mihverinden sapmamış insanların ve her şeyin maksudu yani yöneldiği hakiki ve nihai amaçtır. Çünkü O Sameddir. Kelimenin başına tarif (el) edatı gelmiştir, anlamı Allah, mutlak manada Sameddir. Samed olan, zihin ve ruh, din ve dünya, ahiret ve varlık her şeyin O’na ihtiyaç hissetmesi, her şeyin O’na yönelmesidir. O ise müstağnidir, O’nun hiçbir varlığa, şahsa bağlılığı, bağımlılığı, ihtiyacı yoktur. Başka bir ifadeyle Samet:

a) Mutlak ve bağımsız; hükümdarların hükümdarı.

b) Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. Kendisine müracaat edilen, sığınılan, emri olmadan hiçbir işin olmadığı, kayıtsız şartsız kendisine itaat edilen.

c) Benzersiz ve eşsiz, kusursuz, mükemmel, eksiksiz, gediksiz demektir.

Böyle bir Varlık’a insanlar güvenerek yönelir, O’na itimat ettiklerinden içlerinde en ufak bir kaygı veya endişe olmaz. İnsanların ve bütün varlıkların güvenle kendisine yöneldiği Allah, es Samed olması hasebiyle bütün ihtiyaçları karşılar, tedbir ve terbiye eder, güvenliklerini sağlar: "Yaratmak ve emir O’nundur" (7/A’raf, 54).

Ayetin "Allah" lafzını iki defa zikretmiş olması önemlidir. Yani ifade "Allah, birdir (ehad), Sameddir" şeklinde değil de, "Allah birdir. Allah Sameddir " şeklinde gelmiştir. İki ayrı cümle, iki ayrı hükümdür. İlk ayet, Allah’ın Zatı (ehad) sıfatıyla, ikinci ayet fiil (Samet) sıfatıyla anlatmaktadır. Her şey O’nda bitmekte, O’nda noktalanmaktadır.

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ

3. O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.

"Samed doğmayan ve doğurmayandır. Doğan her şey mutlaka ölür ve ölen her şeyin bir mirasçısı olur. Allah, ne ölür ne O’nun mirasçısı olur." (Ahmet ibn Hanbel, V, 134).

Doğum hayatın başlangıcıdır, başlangıcı olanın sonu olur. Bu bir tabiat olayıdır. Doğan, onu doğuranla ilişkilidir, kendi kendine varolmuş değildir. Ve bittabi her doğan ölür. Ölenin yerini bir başkası alır. Doğan ve doğuran bölünür, bir başka şeyden ürer ve çıkar. Bu da gösteriyor ki, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa Mesih hakkında söyledikleri (5/Maide, 72) veya müşrik paganların putlarına ilişkin öne sürdükleri mantık açısından da tutarlı değildir. Yahudilerin Uzeyr’i, Hıristiyanların Hz. İsa’yı (9/Tevbe, 30) "oğullar" olarak Allah’a isnad etmeleri sadece basit ve akıl dışı bir yakıştırma (2/Bakara, 116), aslı astarı olmayan bir iddiadır (37/Saffat, 151-152). Allah’ın oğlu, kızı, çocukları yoktur. Her şeyin yaratıcısı olan Allah’a eş veya çocuk isnad etmek ağır bir suçtur. Bu, bilgisizce sarfedilmiş ağır bir sözdür. (18/Kehf, 4-5).

İlk ayette zikredilen "Ehadiyyet" üç ihtimali, yakıştırma veya iddiayı yani "Allah’ın bir şeyden üremesi"ni, "bir şeyin O’ndan üremesi"ni ve "Allah’ın bir denginin olması"nı reddeder. Doğan çocuk, bir ortamda bulunur; belli safhalardan geçer, doğuma hazır hale, doğmaya elverişli kıvama gelir, öylece doğar. Bütün bu süreçler Allah için düşünülemez. Samed olması böyle düşünmeye engeldir. Yüce Allah doğurmadığı gibi, doğmamışsa, bu durumda Zatı’na dişilik ve erkeklik izafe edilemez, bu çerçevede filozofların yaratılışı bağladıkları sudur teorisi de temelsiz bir iddi olur. O’nun çocuğu olmadığı gibi, babası ve atası da yoktur.

Doğan çocuk, annesinin veya babasının cinsinden olur. Ve doğum için bir doğuran gerekir. Allah ise göklerin ve yerin yaratıcısıdır, eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir? (6/En’am, 101). Bir başka açıdan doğan, sonradan olur, yani doğar. Allah ise ezeli ve ebedidir. Yaratırken de kimseden yardım almış değildir.

Bir Kudsi hadiste Allah, "kişinin ölümden sonra dirilişi inkar etmesini kendisinin yalanlanması, O’na çocuk isnad edilmesini de kendisine sövülmesi anlamına geldiğini" söylemektedir (Buhari, Tefsir-i Sûre, 112, 1-2).

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

4. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.

Dengi (Küfv) yoktur. Bir şeyin veya kimsenin eşi varsa, eş onun dengidir. Hiçbir şekilde dengi ve benzeri olmadığına göre, eşi ve çocuğu da olamaz (72/Cin, 3). "Küfv" kelimesinin belirsiz (nekre) gelmiş olması, eşlik, denklik ve benzerlik kapsamına girebilecek hiçbir şeyin ve özelliğin Allah’a nispet edilemeyeceğini –genel bir kural olarak- belirtir.

Allah, gökleri ve yeri yaratmıştır, Yaratan yarattığı şeyin cinsinden olamaz. İnsanlar, erkek ve kadın olmak üzere iki cinstir, aynı türdendirler, birbirlerinin nefislerinden yaratılmışlardır (4/Nisa, 1), hayvanlar da öyledir. Bütün bunların yaratıcısı Allah, yarattıklarının mahiyetini paylaşmadığı için nasıl O’nun benzeri (misli) olabilir! (42/Şura, 11).

"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir." (6/En’am, 101-102.)

Bütün bunlar bizi şu kesin sonuca götürmektedir: Allah,  Zatı’nda,  sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz ve benzersizdir. Bu üç konuda hiç kimse veya hiçbir şey O’nunla mahiyet birliği içinde değildir. Başka bir ifadeyle Allah Allah’tır, kullar kuldur, yaratılmışlar yaratılmıştır.

      Bu dört ayet, kamil bir Allah tasavvurunun ana parametrelerini vermektedir: Allah, vardır (Vücud) ve mutlaktır; varlığının başlangıcı yoktur (Kıdem); sonu yoktur, O’nun Zatı’ndan başka her şey helak olucududur (28/Kasas, 88; 55/Rahman, 26-27), fani veya ölümlü değildir (Beka); Bir ve tektir (Vahdaniyet); sonradan olan, yaratılan hiçbir yaratığa ve şeye benzemez (Muhalafetün li’l-havadis); kendi başına vardır (2/Bakara, 255), başkasına ihtiyacı yoktur (Kıyam bi nefsihi).

 

İhlas Sûresinin (112) tefsiri bitmiştir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

                 

109- KAFİRUN SÛRESİ

Mekke'de indirilen bu sûre 6 âyettir. Maun (107) sûresinden sonra, Fil (105) sûresinden önce indirilmiştir. İsmini ilk ayetinde geçen "kafirler (kafirun)" kelimesinden almaktadır. Diğer bir ismi de "İhlas"tır. Hz. Aişe ve İbn Ömer’den gelen rivayetlere göre 112. sûre olan "Kul huvallahu ehad"la bu sûre için "ihlaseyn (iki ihlas sûresi)" denmiştir. Efendimiz (s.a.)’in de sabah ve akşam kıldığı sünnet namazlarında bu iki sûreyi okuduğu rivayet edilmektedir. (İbn Mace, İkamet, 102.)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân Rahîm olan Allah'ın adıyla

قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ {1}

1. De ki: "Ey kâfirler."

Bu sûrenin inişine sebep olan olay, Kureyş’in önde gelenlerden Esved bin Muttalib, Velid bin Muğire, Ümeyye bin Halef ve As Bin Vail’den oluşan bir heyetin Efendimiz’e gelip şu tekliflerde bulunmasıdır: "Bir yıl biz Allah’a tapalım, bir yıl sen bizim putlarımıza tap. Hangisinde hayır varsa, böylelikle onda birleşmiş oluruz." Taberi’nin yer verdiği başka bir rivayete göre müşrikler Hz. Peygamber’e "İstediğin kadar malı sana verelim, istediğin kadınla seni evlendirelim" demişler. O, bu teklifi reddetmiş. Süyuti’nin kaydına göre –ki Sabuni de aynı kanaattedir- bu sefer müşrikler "Hiç değilse bizim tanrılarımıza el sür, biz de seni tasdik edelim ve Allah’a ibadet edelim" deyince bu sûre inmiştir.

Bu durumda sûrenin iniş sebebi yukarıda ismini verdiğimiz Kureyş heyetinin ortak din ve ortak ibadete dayalı teklifidir. Sûre inince Hz. Peygamber, sabah vakti Mescid-i Haram’a gitti ve ona teklifi getiren heyetin yüzüne karşı okudu. Bu artık müşriklerin ümitlerini kestikleri son olaydır.

"Kul (De ki!" kelimesi bu sûreden başka dört sûrede daha gelmektedir: Cin (72), İhlas (112), Felak (113) ve Nas (114).

Fahrettin Razi "kul" emrinin 40 civarında nüktesini sayar. Şöyle ki: Bu sözün sahibi, "De ki!" emrini veren şanı Yüce Allah’tır; bu emri veren varsa, söz Peygamber’e ait değildir, o sadece kendisine vahyedileni tebliğ etmekle yükümlüdür. Emir, Hz. Muhammed (s.a)'in elçi olarak seçildiğini göstermektedir. Emrin sahibi, neyi emretmişse elçi onu olduğu gibi aktarır, kendinden bir şey katmaz. O sadece emrin kuludur, elçidir, elçiye zeval olmaz. Bu gelen emir bir durumu belirleyecektir, zira emir inşadır. Emrin muhatapları şu veya bu cevabı vereceklerdir, bu onlardan beklenir. Bu sert bir ifadedir, öyledir, çünkü insan ve din ilişkisinin en temel konusuyla ilgilidir. Sûrenin inişine kadar müşrikler Hz. Peygamber (s.a.)’e "cinlenmiş, yalancı, ebter" demişlerdi, şimdi vahiy de onlara apaçık bir isim koymaktadır: "Kafirler!" Kureyşlilerin bu sıfata kızdıklarını bile bile yüzlerine söylemektedir.

"Kafir" küfür’den –ki bu anahtar kelime türevleriyle Kur’an-ı Kerim’de 550 yerde geçer- hak ve hakikatin üstünü örten kişiye denir. Çiftçi tohumu toprakla örttüğü, gece gündüzün aydınlığını örttüğü, yıldızları örttüğü için buluta kafir denir.  Meyve tomurcuğuna "kafur"; bazı ibadetlere ve sadakalara günahları örttüğü için keffaret denir. Tekfir bir Müslümanın imanını örtmeye kalkışmaktır.

Bir şemsiye kavram olarak küfür, sadece paganları, müşrikleri içine almaz, batıl ilah-tanrı inancına sahip bütün din ve inanış biçimlerini içine alır. Bu açıdan Tanrı’yı bir kavme hasreden Yahudi inancı; Tanrı’nın İsa’da bedenlendiğini, üç ana cevher olduğunu veya Tanrı’nın bir oğlu olduğunu, bunu da keffaret olarak feda ettiğini savunan Hıristiyan inancı, gök cisimlerine tapan Sabiiler, ateşe tapan Mecusiler, deistler, agnostikler, ateistler; kısaca tevhid, nübuvvet ve ahirete inanmayan inanç biçimlerinin tamamı bu kapsama girer.

Hz. Ali (r.a.) bu hitabın (Ya eyyühe’l kafirun) insanın üç manevi mertebesine seslendiğini söyler: a) ya: Nefse; b) eyyü: kalbe; c) he: ruha hitaptır.

"Kul: De ki!" emrini Hz. Peygamber’in nasıl yerine getirdiği konusu Sünnet’e ve Siret’e işaret eder. Emir Allah’tan geldi, emri Hz. Peygamber yerine getirdi. Başka bir deyişle ilahi emri pratiğe döktü, nasıl yerine getireleceğini bize gösterdi. Bu demektir ki, biz de ilahi emirleri ve vaz'edilen hükümleri Hz. Peygamber’in yolunu takip ederek yerine getirmeli, onu örnek almalıyız. Bu da Sünnet’in dindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu gösterir.

لَا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ {2}

وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ {3} وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ {4}

وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ (5}

2. "Ben sizin taptıklarınıza tapmam."

 3. "Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.

 4. "Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim."

 5. "Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz."

Hz. Peygamber’in müşriklerin yüzüne okuduğu bu ayetler kesin, açık ve somut bir manifestodur: Tevhid inancının esas aldığı Tanrı ve ibadet ile müşriklerin esas aldığı Tanrı ve ibadet anlayışları temelden farklıdırlar, birbirleriyle uzlaşmaları, yakınlaşmaları, bir arada olmaları mümkün değildir, eşyanın tabiatına, hakikate aykırıdır. Tabii ki müşrikler Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama O’na şirk koşuyor, başka varlıkların, Allah’ın kızları addettikleri melekleri simgeleştirdikleri putların kendileri ile Allah arasında aracı varlıklar olacaklarını öne sürüyorlardı. Bu batıl, temelsiz bir inançtı. Hakikat şudur: Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur, O’nun benzeri, eşi, dengi, ortağı yoktur. Şu halde müşriklerin taptıkları putlar başka idi, tevhid inancını kıyamete kadar temsil etmek üzere elçi olarak gönderilmiş Hz. Peygamber (s.a.)’in onların tanrılarına tapması, önlerinde eğilmesi, ellerini putlarına sürmesi mümkün değildi. Onlar madem ki putlara bir anlam, temelsiz bir kutsiyet atfediyor ve önlerinde eğiliyorlardı, bu durumda bir ve tek olan Allah’a ibadet etmeyecekleri aşikardır.

İslam inancının anahtar terimlerinden biri "ibadet"tir. İsim, fiil ve mastar olarak Kur’an-ı Kerim’de 256 yerde geçer. Bağlamına göre çeşitli anlamlarda kullanılır: Özgürlüğü elinden alınmış köle; bir şeye bağlanan, ona sadakat gösteren, kullukta bulunmak, yüce bir varlığın önünde eğilmek; boyun eğmek, itaat etmek gibi. Bu anlam dereceleri ibadetin soyut olmadığını, belli pratikleri de içerdiğini göstermektedir. İnsan hayatının tamamını kaplar. Somut ve günde birkaç kez tekrarlanan göstergesi namazdır. Müslümanlar günde beş vakit namaz kılmak suretiyle Allah’a ibadet ederler. Haftalık ibadet Cuma namazı, yıllık ibadet Ramazan orucu ve hiç değilse gücü vakti yerinde olanların hayatlarında bir kere Allah’ın Evi’ni ziyaret etmeleri (Hac) ibadettir. Ancak Allah rızasını gözeten ve Kur’an ve Sünnet’in hükümlerine göre amel eden her iş ve fiil ibadettir; bu siyasetten sosyal hayatın tanzimine, sanattan üretime kadar uzanır.

Bir Müslüman için en yüksek mertebe Allah’a kul (abdullah) olmasıdır. Değil sıradan insanlar, peygamberler için de söz konusu olan Allah’a kul olmaktır. Yüce Allah, insanları karanlıklardan nura çıkarsın diye "kuluna ayetler indirmektedir" (57/Hadid, 9; 18/Kehf, 1). "Kulunu (Hz. Peygamber’i) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren O’dur" (17/İsra, 1). Nihayetinde Kelime-i şehadet getirirken tanıklığına bulunduğumuz Hz. Peygamber (s.a.) "Abduhu ve Resûluhü"dir. Yani Hz. Peygamber, önce Allah’ın kulu, sonra elçisidir. Kulluk risaletten önce ve önde gelmektedir.

Bazı tefsirciler, "a’budu" kelimesinin başına "ma" edatının gelmiş olmasından hareketle, Hz. Peygamber’in nübuvvetten önce hemşehrileri gibi bir inanışa sahip olduğunu, hatta neredeyse putlara saygı gösterdiğini ima etmeye çalışırlar. (Bkz. Süleyman Ateş’in çağdaş tefsir’i, XI, 134-136.) Bir edattan hareketle böyle bir iddiada bulunmak büyük zorlamadır. Tabii ki "ma" edatı cansız ve bilinç sahibi olmayan varlıklar için gelir. Mevsul, masdar ve sıfat şeklinde gelir. "Men" edatının geldiği yerlerde birileri için bilgi istenir. Bu şahıs kimdir, nedir, ne iş yapmaktadır vs. Kelimenin başına "ma" değil de "men" gelseydi, anlam şöyle olurdu: "Sizler benim ibadet ettiğim Zat’a ibadet ediyor değilsiniz" olurdu. O zaman müşrikler hemen "Biz Allah’a inanıyoruz, O’nun varlığını inkar etmiyoruz ki!" diye itiraz ederlerdi. Oysa ayette kastedilen, Allah’ın varlığı değil, putlarının Allah’a ortak koşulmaları, konumları yani onlara müşriklerin atfettiği anlam ve misyon ile buna inanan müşriklerdir. Dolayısıyla "ma" edatı tamı tamına yerine oturmaktadır; akıl ve bilinçten yoksun ibadeti ima etmektedir. Bu sayede şu mesaj verilmektedir: Ne ben belli sıfatlara sahip Bir ve tek olan Zat’a ibadet ettiğim gibi sizler ibadet ediyorsunuz, ne ben sizin belli özellikler atfettiğiniz putlara tapıyorum! Hayır, bizlerin ibadetlerimiz de farklıdır, ilahlarımız da farklıdır, aynı olamaz. İbn Kesir’e göre ise, bu açıklamalara gerek yok, çünkü buradaki "ma" edatı akıllı ve bilinç sahibi "men" anlamındadır.

Hz. Peygamber, Rabbi’nden kesin emirler almıştır: Allah’la beraber başka tanrılara tapmaz, öyle yapacak olursa heva ve hevesine göre hareket edenlere uymuş olur, bu ise sapmasına ve hidayetten çıkmasına sebep olur (bkz. 6/En’am, 56). Putların bir gerçeklik değeri yoktur, zihni müşevveş insanlar onlara kendi nefislerinin arzu ettiği, çıkarları öyle gerektirdiği için misyonlar yüklemektedirler. Bu ise cehaletin ta kendisidir. Cahillik, bile bile hak ve hakikati tersyüz etmektir. Bu çerçevede Allah’tan başkasına ibadeti teklif edenlere Kur’an-ı Kerim "Ey cahiller, bana Allah’tan başkasına mı kulluk etmemi istiyorsunuz?" (29/Zümer, 64), diye seslenmektedir. Buradaki "Eyyühe’l cahilun" sûredeki "Eyyühe’l kafirun"a denk düşmektedir.

"Siz de benim taptığım (Allah)a tapacak değilsiniz", o anda küfür üzere olanların ebediyyen hiç Allah’a tapmayacakları anlamına gelmez, o hal üzere kaldıkları sürece Allah’a ibadet etmeyecekleri anlamına gelir. Nitekim, ayetin indiği zaman diliminde müşrik olan nice kişi sonradan Müslüman olup bir olan Allah’a ibadet etmeye başladı.

2-3. ayetler ile 4-5. ayetler tekrar gibi görünür. İlk ayetlerde nübuvvetin ilk ve sonraki dönemlerinde putlara tapmadığı ve tapmayacağı belirtilmekte; ikinci gruptaki ayetlerde (4-5) ne öncesinde ne sonrasında Hz. Peygamber’in müşriklerin putlara taptığı gibi tapmadığını, onların da onun gibi tapınmada bulunmadıklarını belirtir. Aksini söyleyenler de var: Hz. Peygamber öncesinde müşriklerin taptığı gibi putlara tapmadı, bundan sonra da tapmayacak. Veya ilk iki ayette (2-3) kendisiyle müşriklerin "ibadetleri"nin, 4-5. ayetlerde ise "ilah/mabud anlayışları"nın farklı olduğu belirtilmektedir. Muhammed Abduh, "ma"ya mastar anlamını vererek bu görüşte olduğunu söyler. Netice itibariyle bu ayetler, İslam inancı ile şirk arasında kesin bir çizgi çizmekte; herkesin kendi inancına ve anlayışına göre bir mabuda taptığını belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.) nübuvvetten önce de putlara tapmadı, onlara saygı göstermedi, o diğer birkaç seçkin gibi hanif olarak yaşadı. Eğer Nübuvvetten önce Hz. Peygamber, putlara tapsaydı, hatta saygı gösterisinde bulunsaydı, tebliğe başladıktan sonra müşrikler bunu mutlaka kendisine hatırlatır, yüzüne vururlardı. Onu çocukluğundan beri gayet iyi tanıyorlardı, böyle bir şeyin varid olduğuna kimse şahit olmuş değildir.

Bazı tefsircilere göre, mesela Şevkani 2-3 ve 4-5. ayetlerin benzerliği bir konunun önemini pekiştirmek amacına matuftur, bu da Arapça’nın dil ve üslup kurallarına uygun bir anlatım şeklidir. İnşirah sûresindeki gibi: "Gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır" (94/4/5) Tekasür sûresinin 6-8. ayetleri de buna örnektir.

لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ (6}

6. "Sizin dininiz size, benim dinim bana."

6. ayet evrensel bir ilkeyi vaz’etmektedir: Kısa ifadesiyle "herkesin dine kendine!" Bunun ne kadar hayati önemde olduğunu anlamak için gerek Kur’an’ın bütünlüğünde, gerekse tarihte ve günümüzde din adına yapılan savaşların, işlenen cinayetlerin ve işkencelerin pratiğinde gözlemek mümkün.

Bakara sûresinin 256. ayeti "Din’de zorlama yoktur" ilkesini vaz’eder. Kafirun sûresinin 6. ayeti bunun tabii ve mantıki sonucudur. Din seçiminde zorlama (ikrah) yoksa herkes kendi dininde yaşar. Biri diğerine kendi inancını, inancından neş’et eden dinini, inanç esaslarını ibadet şekillerini, yaşama biçimini empoze edemez. Hiç şüphesiz İslam dini haktır, son dindir, nimetin tamamlanması ve dinin kemale ermesidir. İslam’la mukayese edildiklerinde diğer bütün dinler ve inanç biçimleri batıldır, Allah katında makbul değildirler. Allah kainatı ve insanı belli bir hikmet ve sebeple yaratmıştır. Kainatın ve insanın, dünya hayatının sonu vardır. Kıyamet kopacak, insanlar dirilip kabirlerinden kalkacak ve dünya hayatında yapıp ettiklerinin mahşerde, yani Din Günü’nde hesabını vereceklerdir. Selim akıl ve temiz fıtrat sahibi her insan bu hakikati teyid ve teslim eder. Ne var ki yüce Allah, yine de merhamet ve şefkatinin sonucu olarak elçiler göndermiş, bu hakikati insanlara hatırlatmıştır.

Allah’ın elçileri peygamberlerin görevi sadece bu hakikati tebliğ etmekten ibarettir (3/Al-i İmran, 20; 16/Nahl, 82). Tebliğini duyuran elçi görevini yerine getirmiş olur (24/nur, 54; 29/Ankebut, 18; 42/Şura, 48). Peygamberler hem dünya hayatı, hem ebedi olan ahiret hayatında insanların karşılaşacakları durumları anlatır; müjdeler, uyarıp korkutur (7/A’raf, 188). Peygamber din seçerken insanlar üzerinde baskı uygulayamaz (50/Kaf, 45; 88/Ğaşiye, 21-25), ona böyle bir yetki verilmiş değildir: "De ki: "Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidayet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidayet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim." "Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin ne hayırlısıdır." (10/Yunus, 108-109; ayrıca bakz. 64/Teğabun, 2; 76/İnsan, 3.) Peygamber tebliğ yapmayacak olursa elçilik görevini yerine getirmemiş olur (5/Maide, 67). "De ki 'Hak Rabbiniz'den gelendir; dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin" (18/Kehf, 29).

İnsanlar zorla bir başkasını İslam hidayetine dahil edemezler; hidayet ve dalalet (sapkınlık) Allah’ın elindedir (14/İbrahim, 4). Bugün ve yarın iman etmeyip de Allah’ın sonsuz nimetlerine ve ayetlerine karşı inkarcı ve nankör tavır takınanların benzerleri geçmişte de görülmüştür, tarih bunlara tanıklık eder (29/Ankebut, 18). Bu trajedi tekrar edip durur.

Eğer Allah hidayeti insanların yetkisine bıraksaydı, güç yetirdikleri herkesi zorla bir inanca, bir dini pratiğe mecbur eder, hatta buna karşı direnenleri yok etmek isterlerdi ki, tarihte din adına yüzbinlerce insan bu gerekçelerle öldürülmüştür. Çoğu zaman din veya mezhep adına insanlar üzerinde baskı kuran, hakikatte kendi din görüşünü empoze etmiş, bu sayede de iktidarına dini bir meşruiyet ve koruma aramıştır. Tabii ki birinin hidayet bulması bizi sevindirir, elimizden geldiğince ona güzel tebliğle hak ve hakikati anlatırız. Ama biz onun tercihlerinden ve amellerinden sorumlu değiliz. Herkesin dini kendine olduğu gibi, herkesin işi, ameli de kendinedir (10/Yunus, 40).

Vicdanlar, kalpler üzerinde baskı kurmak Allah’ın muradı olmayınca, herkesi kendi inancında, ibadetlerinde ve dini pratiklerinde serbest bırakmak gerekir. Ancak bu her tercih ve seçimin doğru, güzel ve hak olduğu anlamına gelmez. Kafirun sûresi, Allah’a ortak koşanların, ibadetlerine ve kulluklarına başka varlıkları katanların batıl yolda olduklarını açıkça belirtmekte, hak dini ve doğru kulluğu tebliğ ve temsil eden Hz. Peygamber ile onların aralarını kalın çizgilerle ayırmaktadır. Mesele, yanlış tercihte bulunanların üzerine baskı kurulmaması ve onlara kendi dini pratiklerini yaşama imkanının tanınmasıdır. Onlarla ilgili son hükmü Allah verecektir.

Bazı tefsirciler bu sûredeki hükümlerin Tevbe sûresindeki kıtal ayeti (9/5) ile neshedildiğini söylemişlerse de, bu pek makul değildir. Söz konusu ayet, bütün anlaşma imkanlarının tamamen ortadan kalkıp savaş halinin ortaya çıkması durumunda takip edilecek savaş emridir. Savaşta tabii ki düşman öldürülür. Bütün müşrikleri hedef almaz, nitekim önceki 4. ayette “anlaşmalı müşrikleri” savaştan istisna etmektedir. (Ayrıca bkz. 4/Nisa, 90.) Şu ayetler meseleyi vuzuha kavuşturmaktadır: "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir." (2/Bakara, 190-192).

Kim Müslümanlara saldırırsa, karşılık görür. Açık ve somut bir tehlikeyi savmak, nefs-i müdafaada bulunmak, saldırıya uğrayan İslam yurdunu savunmak üzere savaşılır. Ama sınır aşılmaz ve düşman savaşa son vermek isterse savaşa son verilir. Düşman barışa yanaşırsa barış masasına oturulur (8/Enfal, 61). Kur’an-ı Kerim "barışa yanaşırlarsa veya eğilim gösterirlerse" buyurmaktadır ki, bunun anlamı barış/sulh hayırlı demektir. Savaşa son verirken Müslümanların kayıplara uğramamasına dikkat edilir. Savaşta esir alınanlar da öldürülmez, Hz. Peygamber’in savaş sonucu öldürdükleri ya savaş öncesinde ölüm cezasına çarptırılanlar veya savaş suçlusu kimselerdir. Muhammed sûresinin giriş ayetleri (47/1-4), açıkça savaş esirlerinin ya bir lütuf (lütfen) serbest bırakılacağını veya fidye karşılığında salıverilmeleri gerektiğini belirtir. Esirlerin bir süre tutulmasına mukabil Müslüman esirlerle takas açısından bazen gereklidir, fakat yüzlerce ve binlerce esiri kurşuna dizmek mümkün değildir.

Kimse hangi inanca (din, mezhep, inanç grubu, fırka) sahip olursa olsun, din ve inancından dolayı öldürülemez. Kendisine karşı savaşılan, saldırgan veya aradaki anlaşmayı haince bozan kimsedir. Anlaşmalılar ve anlaşmalarına sadakat gösterenlere saldırılamaz (4/Nisa, 90); keza Müslümanlarla din konusunda savaşmayan, onları yurtlarından sürmeyen, hicret etmek zorunda bırakmayan ve Müslümanların düşmanlarıyla ittifak kurmayanlarla iyi geçinmek, velayete dayalı anlaşmalar imzalamak mümkündür (bkz. 60/Mümtehine, 8-9).

Kesinlikle İslam orduları savaş makinası değildir. Savaşın bir hukuku, bir ahlakı vardır. Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, savaşa katılmayan siviller, din adamları öldürülmez; tabiat vahşice tahrip edilmez; suçlu suçsuz ayırdetmeyen kitlesel imha silahları kullanılmaz. Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir ve diğer büyük sahabiler bu kurala titizlikle riayet etmişlerdir. Eger her kafir ve müşrik öldürülür diye genel ve amir bir hüküm olsaydı, İslam tarihi boyunca Müslümanların hükümran olduğu geniş coğrafyada ne Yahudi ve Hıristiyanlar, ne Mecusi ve Sabiiler ve diğer inanç ve dinlere mensup topluluklardan eser kalırdı.

Kur’ani hükümler beşeri her durumda farklı ihtiyaçlara ve şartlara cevap verirler. Müslümanlarla gayrımüslimler arasında savaş yoksa, Mümtehine sûresinde (60/8-9) belirtildiği gibi karşılıklı anlayış ve anlaşma varsa, bu türden beşeri ortamda "Kafirun sûresinin hükümleri" geçerlidir. Herkesin dini, inancı, ibadeti, ameli ve yaşama tarzı kendine. Ancak Müslümanlarla gayrımüslimler arasında savaş varsa, Müslümanlar işgalcilere ve saldırganlara karşı yurtlarını ve nefislerini, namus ve mallarını savunuyorlarsa, orada da "kıtal ayetinin hükümleri" geçerlidir. Diyelim ki bir Müslüman savaşın olmadığı İstanbul’da yaşıyorsa Kafirun sûresine göre yaşar; bir uçağa atlayıp da iki-üç saatlik uzaklıkta işgal altındaki bir Müslüman ülkesine giderse, orada kıtal ayeti geçerli olur. Ne barış ve anlaşma olunan İstanbul’da "kıtal" olur ne işgal bölgesinde "herkesin dini kendine" ilkesi geçerli olur. İşgal ve çatışma bölgesinde de, gayrımüslimlerle savaşılıyorsa, bu onların dinlerinden değil, işgalci ve saldırgan fiillerinden dolayıdır.

Kafirun sûresi son ayetinde "Sizin diniz size, benim dinim bana!" ilkesini vaz’eder. Ayetteki dini en genel anlamdaki tanımıyla anlamak daha doğru olur. Ama özelleştirilmiş anlamlarıyla da ayetin bağlamına uygun düşer. Buna göre "Siz müşrikseniz müşriksiniz, ben muvahhid Müslümanım, sizin şirkiniz size, benim tevhid inancım bana" veya "Sizin yapıp ettikleriniz, amelleriniz, eylem ve fiilleriniz size, benimkiler de bana. Ben sizin yaptıklarınızdan dolayı hesaba çekilmem" veya "Siz yaptıklarınız dolayısıyla bir ceza ve azaba müstahak olacaksınız, çünkü Allah’ın birliğini inkar ediyorsunuz, hakikati tersyüz ediyorsunuz. Yoldan çıkmışsınız, zulüm üzere düzen kurmuşsunuz. Din bir karşılıktır, ödül ve cezadır. Siz cezanızı göreceksiniz, ben de ödülüme sahip olacağım. Cezanız (ebedi hüsran ve cehennem) size, ödülüm (dünya ve ahirette kurtuluş ve cennet) bana" veya "lam" harfine istihkak  anlamı verirsek "Herkes layıkına kavuşur. Siz şirk dinine layıksınız, ben de tevhid inancına ve İslam dinine!"

İbn Kesir’in verdiği bilgilere göre, İmam Şafii’nin sûrenin 6. ayetinden hareketle, Müslüman olmayan kafirlerin tümünün "tek millet" sayıldıklarını, aralarındaki din farkının İslam nazarında durumu değiştirmediğini; dolayısıyla Müslümanlarla kafirler birbirlerine mirasçı olamazlarken, onların birbirlerine (Hıristiyan Yahudi’ye veya Yahudi Hıristiyan’a) mirasçı olabileceklerine hükmetmiştir. Ebu Hanife de aynı kanaattedir.

Kafirun Sûresinin (109) tefsiri bitmiştir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

 

 

 

 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz