Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ahmet Örs: Bütün bir yeryüzünün Mescid-i Haram modeliyle zulüm ve sömürüden, yağma ve talandan kurtarılabilmesi mümkündür!

Sait Alioğlu, eğitimci, yazar, şair ve sendikacı Ahmet Örs ile “düşünce ve eylemin maksadı” üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.

Ahmet Örs: Bütün bir yeryüzünün Mescid-i Haram modeliyle zulüm ve sömürüden, yağma ve talandan kurtarılabilmesi mümkündür!

Nitelikli düşünce - sığ düşünce…

Malumunuzdur ki, 13. asırdan itibaren bir bütün olarak İslam dünyasının düşünce pratiğini kaybetmesine koşut olarak bu topraklarda da belli bir oranda düşünce eksikliği baş göstermiş oldu.

Ondan sonra daha çok -mistik anlayışı baz alan, toplumsallıktan ziyade içe yönelmeyi öncelyen- tasavvufî anlayış üzerinden bir hareketlilik söz konusu olmuştur.

Bununla birlikte Endülüs pratiğini andırır biçimde Selçuklukların ilk döneminde Tokat ve çevresinde hâkim olan Danişmentlilerde tasavvuf düşüncesi dışında bir pratikten bahsedebiliriz.

Sizde o topraklarda doğup büyüyen bir insan olarak hem lokal, hem de büyük bir alanda asırlardır vâr olan bu düşünce kısırlığı hakkında bir kanaate sahip olmuşsunuzdur.

S-1)Bu önemli ve bir o kadar da sıkıntı verici ve yorucu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

“Düşünsel miras ve hareketlilik dönemsel farklılıklar gösterebiliyor elbette ancak en sondan geriye doğru gidersek pek iç açıcı bir fotoğraf koyamayabiliriz ortaya. Taşra-merkez ayrımının da burada mevzuyu açmaya pek yarayabileceği kanaatinde değilim açıkçası. Tasavvufî açılımların da en nihayetinde düşünsel çemberin bir yerinde durduğunu kabul etmeliyiz. Olumlu ya da olumsuz gördüğümüz her hareketlilik merakımızı kamçılar ve yeni süreçlere yönlendirir bizi.

Bir yandan da düşünce üretiminin daha elit bir çabaya denk geldiği unutulmamalı. Kitleselleşme kabiliyetinden mahrum bu çabalar egemen siyasal otoriteler karşısında çoğu kez alabildiğine zayıf kalmış ve henüz bidayetlerinde boğulmuştur. İster sanatsal, ister dini veya siyasi alanlarda olsun yeni, farklı olandan korkmak, paniğe kapılmak egemen tavırların şânındandır, malumunuz.

Bunları neden anlatıyorum? 

Hayattan, siyasetten kopuk bir fikir üretimi olamaz çünkü. Üretip paylaştığınız her şey varlığın, mevcut durumun eleştirel okumasından ibarettir. O okumalar sizi, sizi takip edenleri bir yerlere götürür. O istikamet de ister istemez otoritenin radarına takılır. Orada bir hesaplaşma başlar. Bu hesaplaşma çok uzun dönemlere de yayılabilir, çok kısa vadede birtakım sonuçlar da doğurabilir. Belki hayatı bu bütünsellik içinde kavrayabilirsek düşünsel zaaflarımızın temellerine doğru bir kazı yapabiliriz.

Bugün küresel bir mâhiyet kazanan Batı düşüncesini de, bağlısı olduğumuz ve tüm boyutlarıyla kavramaya gayret ettiğimiz İslam düşüncesini de bu zâviyeden muhatap almalıyız. Bütün bu anlama, kavrama çabası bizi nereye götürecek? Hangi kapışma ve hesaplaşmaları kaçınılmaz kılacak? Taşra olarak Tokat, merkez olarak İstanbul diyelim, bu mıntıkalarda insan ve tabiat bizim süzüp billurlaştırdığımız düşünsel toplamdan nasıl etkilenecek? Bütün bir yeryüzü ve insanlık bu uğraşlardan nasıl nasiplenecek?

Bunlar atlanmaması, cevapsız bırakılmaması gereken sorular… Akademiye, dar entelektüel muhitlere sıkıştırılmayan; birtakım gevezeliklere kurban edilmeyen düşünsel, sanatsal hareketlilik hayatla buluşabilirse bütün kısırlıkları aşma fırsatı verir ilgililerine, muhataplarına ve yeni bir evrenin yeşermesine vesile olabilir. “

***

İlim Yayma’nın Penceresinden…

Üniversite öğrencilik yıllarınızda İlim Yayma öğrenci yurdunda kalmıştınız. Hâliyle orası ile ilgili birçok acı, tatlı ve size hayatınızın ilerleyen yıllarında etkisi olacak tecrübeler yaşamışsınız.

Buna bağlı olarak orada oluşan anılarınızı içeren “İlim Yayma’nın Penceresi” adlı bir eseriniz mevcut…

S-2)Adı geçen eser üzerinden İslamcı bir kimliğe sahip olarak, gayesi kendine göre“İslam’a uygun bir ilmin yayılmasını öngören” muhafazakâr bir yapı üzerinden, bu yapıların artılarına ve eksilerine yönelik neler söylemek istersiniz?

“İlim Yayma yurdu öğrencilik yıllarında benim evimdi. Öyle görüyorum. Bu hissiyat beni terk etmeyecek sanırım. Çok da mutlu oluyorum o dönemi her andığımda. Yurdu kuran ve yöneten yapının amaçları ile yolarım kesişmedi, bunu baştan söylemeliyim ancak söz konusu vakfın ya da benzerlerinin diyelim daireyi geniş tutarak, kuruldukları dönemleri hatırda tutmak lâzım. O siyasal ve düşünsel ortamdan ötesini beklemek biraz zordur. Asıl problem o muhafazakâr bariyerin yıkılıp aşılamaması olmuştur.

İslamcı çevrelerin dillerine doladıkları “tevhidî arınma süreci” gelip bahsettiğiniz o muhafazakâr düşüncenin ürettiği siyasallığa teslim olmuş ve büyük bir mağlubiyet yaşamıştır. Trajik bir finaldir bu! Bizim öğrencilik yıllarında içinde kaldığımız bu yapıları aşan fikrî, teorik zenginliğimiz, bu dolayımda seyreden hareketlilik söylem üstünlüğünü eline almıştı. Her türlü öndeydik, avantajlıydık. Elimizde olan söylemsel üstünlük siyasal tartışmaları belirliyordu. Bunu genç kuşaklara aktarmak isterim. Kitabımda da bunları yaşanmış örneklikler üzerinden anlatmaya çalışmıştım.

Bütün tartışmaların ötesinde Kur’an merkezli bir İslam anlayışına, kavrayışına doğru doludizgin ilerleyen genç ve heyecanlı bir İslami hareketlilik vardı. Özgüveni yüksekti. Milliyetçi, mukaddesatçı, gelenekçi, muhafazakâr bütün zincirlerden kurtulmuştu ve onlarla özellikle Kur’an yardımıyla hesaplaşmaya çalışıyordu. Kaldığım yurdun bize ideolojik bir dayatması olmadı, bunu da söylemeliyim. Belki bizi bu gerekçelerle öğrenciliğimizin son senesinde yurda kabul etmediler ama en azından kaldığımız zaman zarfında bir baskıya muhatap olmadık. Refah Partisi rüzgârı paralelinde vâr olmaya çalışan bir yapıydı orası.

Şunu da eklemem uygun olacaktır, dönemin rûhunu kavramak bakımından: Düşünsel tartışmalar, siyasal vâr oluş çabaları karşılıklı olarak birbirini besliyordu. O dönemde geleneğe ve mevcut siyasal düzene karşı net bir tutum takınmalarından dolayı genel bir isimlendirmeyle “radikal” diye tanımlanan kişi, grup ve hareketlerle sistem içinde kendine alan açmaya çalışan Refah Partisi ve bağlı yapılanmalar kıyasıya bir tartışma zemini vâr etmişlerdi. Tabii bu da zengin bir fikrî zeminin oluşmasına katkıda bulunuyordu.

Sohbetin başında, ilk sorunuza vermeye çalıştığım cevapta da aslında buna işaret etmeye gayret etmiştim. Ancak böyle bir ortam, böyle bir zemin düşünce ve sanatın üretimini tetikler. Üretilen düşünce ve sanat da söz konusu hareketlilikleri etkiler. Verimli bir döngüdür bu!

Yine ilk cevaptaki egemen otoriteye dâir yaptığım vurgunun kendimizin de içinde bulunduğu yakın geçmişi anlamak bakımından önemi tekrar ortaya çıkmış oldu. Mukaddesatçı-muhafazakâr cenah ya da zemin diyelim, bu hareketliliği gün geldi boğdu. O güzellik, henüz tomurcuklanma aşamasında dalından kopartıldı. Güçlenmek için fırsat bulamadı veya çabuk pes etti, bilemiyorum. Burada da büyük bir muhasebe sürüp gidiyor muhakkak ama bir yandan da işin peşini bırakmaya hiç niyetimiz yok. Bunun da bilinmesini isterim.”

***

Anadolu’da dernek, dergi faaliyetlerinin metropollere yansıması…

Üniversite tahsilinizden sonra Anadolu’nun birçok yöresinde öğretmenlik görevinde bulunmuştunuz. Oralarda öğrencilerinizle ilgilendiğiniz gibi, halktan olan kişilerle de toplumsal ve ideolojik bağ ve ilişki kurmuş olmalısınız.

Bir de bunların yanında memleketiniz olan Tokat ve Niksar’da da birtakım faaliyetleriniz oldu; dergi çıkardınız, dernek ve sendika kurdunuz ve hâliyle bu çerçevede bir mücadele pratiğiniz oluştu.

Bir de oradaki farklı çevrelerden arkadaşların yanında İstanbul’la da sizinyakın bağınız sürüyordu. Gözlemlediğimiz kadarıyla daha sonra, mücadele şekil ve yönteminde birtakım farklılaşmalar oldu.

S-3)Anadolu’da yapmış olduğunuz bu mücadele İstanbul merkezli İslamî çevreler tarafından nasıl görünüyordu? Ne tür eleştirileralıyordunuz? Sizinde söz konusu çevrelere yönelik eleştirileriniz nelerdi? Burada da bir merkez-taşra geriliminden bahsedebilir miyiz? Mevcut durumu bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?

“Sohbetimizin ilk sorusunda değindiğiniz düşünsel kısırlığın yanında ülkede pek çok alanda zaaflar had safhada bulunuyor. Toplamda bir fotoğraf var önümüzde. Bu fotoğrafta her şey İstanbul’da toplanmış, hayat orada dönüyor. Merkez-taşra geriliminden gidecek olursak her şeyin merkezinde İstanbul’un yer aldığını rahatça söyleyebiliriz. Sinema, tv, siyaset, ekonomi, küresel akışlar, hemen her şey… Evet, neredeyse her şey burada; İstanbul’da olup bitiyor!

Önce şunu belirtmek isterim ki bu son derece hastalıklı bir hâl! Bir ülke için bundan büyük bela az bulunur! İstanbul’daki bu sıkışma taşra diye anılan diğer bütün mıntıkaları kötürümleştiriyor, onların bir özne olarak vâr olabilmelerini baştan engelliyor. Bu, bizim insan ve düşünce kaynağımızla, sosyoloji ve geleneklerimizle doğrudan alâkalı ve elbette otoritenin pozisyon alışıyla da…

Bizim Tokat’taki siyasal mücadele sürecimiz İstanbul dışında özgün bir model olarak kayıtlara geçmiştir, diye düşünüyorum. Odaklandığı mücadele alanları ve ürettiği dil bence orijinaldi ve ülke genelinde önemli bir karşılık üretti. Şunu tespit etmek gerekir ki sadece kendi yerelinizden beslenemezsiniz. Bırakın İstanbul’u, küresel direniş ağlarının bütün halkaları sizi etkiler, besler. Mühim olan kendi yerelinize bu birikimi nasıl taşıyacağınızdır.

Tokat’ta iken hem yerelin, hem bölgeselin, hem de küreselin takipçisi olan bir siyaset izledik. Çok sayıda şehir ve organizasyonla doğrudan irtibatlandık. Küresel ölçekte pek çok hareket ve isimle temaslandık. Antikapitalist, antiemperyalist ve antisiyonist eylemlerimizde özellikle İngilizce pankartları ihmal etmedik. İnternet çağında mesaj ve tavrımızla bütün dünyaya ulaşmanın hesabını yaptık. Tokat gibi bir sosyolojide Kürt meselesini hem meydanlarda, hem salonlarda, hem özel sayılarla dergimizde işledik, bu hususta hakikatten yana tavır almaya çalıştık. Türkiye’de hemen hemen hiçbir İslamcı çevrenin ilgisine mazhar olmayan alanlarda mücadele yürüttük. HES ve nükleer protestoları, tekel eylemleri, kapatılan şeker fabrikaları, 2-B gibi yasalarla yağmalanan ormanlar, asgari ücret eylemleri maalesef İslamcı çevrelerde sadece bizimle sınırlı kaldı ve İstanbul merkezli İslami yapılar bu pratiğe, bu modele çoğu zaman gözlerini kapatmayı tercih ettiler. 2004 yılında çıkarmaya başladığımız Tasfiye edebiyat-düşünce dergisi bir dönem için “direnen edebiyat” mottosuyla kendine önemli bir alan açtı, ilgi gördü. Yılda tek bir sayılık bir periyotla da olsa yayınını hâlâ sürdürüyor.

Türkiye’deki pek çok İslami oluşum bu modeli, örnekliği, söylemi yok saysa da özelikle genç kuşakların ilgisi heyecan vericiydi. Tasfiye’deki çok eski bir yazımda bu mevzuyu tartışmış ve merkez-taşra ayrımının artık aynı yerden tartışılamayacağını; düşünce, siyaset ve tavır ürettiğin yerin hayatın merkezi olduğunu savunmuştum. TOKAD ve Tasfiye, küçük bir Anadolu şehrinden ülkeye ve dünyaya bir işaret fişeği olarak model önerisinde bulunmuştur. İstişare ettiğimiz çok sayıda kişi ve ekip oldu ancak kimi zaman salt dedikodudan öte geçmeyen değerlendirmeleri de pek nazar-ı dikkate almadık açıkçası. Keşke bu model büyütülüp çoğaltılabilseydi.

Bir hareketin İstanbul ya da başka bir merkezde olmasının fazlaca bir ehemmiyeti olduğu kanaatinde değilim. İstanbul merkezli pek çok yapı düşünsel ve pratik açıdan kendini yenileyemeyip AK Parti üzerinden düzene eklemlendi. Önce bunun muhasebesinin yapılması gerekir. En ücra köşede örgütlenen bir hareket bu handikapların üstesinden geldikten sonra merkezî söylemi pekâlâ üretebilecektir.

***

Elde var İslamcılık…

Bir zamanlar kimi yapılar -90’lardan 2000’lere kadar-  pürüzsüz, tavizsiz ve ilkeli bir şekilde İslamcılığı temsil ediyor görünüyordu.

Daha sonra, hem AK Parti’nin “birçok insanı cezbeden” değişim vaat eden politikaları ve hem de Suriye’de oluşan havaya binâen o pürüzsüz, tavizsiz İslamcılık pratiği reel politiğe yenik düşüp mühim ölçüde ideal politik çerçeveden dışa taşmış oldu.

Bir de bu yapıların haricinde bulunup İslamcı mahallede “öylesine” gezinen vebu tavırlarından dolayı“gözü dışarıda” addedilen epeyce Müslümanın da yanıltıcılık yönü bulunan değişik ideolojik zeminlere savrulduğu bilinmektedir.

S-4)Bu reel ve ideal politik tutumlar dikkate alındığında “Elde var İslamcılık!” düşüncesi daha nasıl gelişebilir ve yeniden umut olabilir?

Her şeyden önce İslamcılık, tarihsel yüklerinden arındırılarak ele alınmalı, diye düşünüyorum. Ne olursa olsun Osmanlı son döneminden bugüne müesses nizamlarla kesiştirilen gidişâtına neşter atılmalı. Bunun sebepleri üzerine yoğunlaşmamız gerekiyor. Ne oluyor da ideallerden mevcut düzenlerin paradigmasına eklemlenme hâli karşımıza çıkıyor? Gerçi Osmanlı İslamcılığı için daha farklı değerlendirmeler yapılabilir. Doğrudan devletin kurtulması amacından dem vurulabilir ancak içinde bizim de yer aldığımız sürecin kesinlikle çok daha farklı gerekçeleri mevcuttu ve bu gerekçeler farklı bir süreci beraberinde getirdi. Ancak, bunca düşünsel, Kur’ânî birikim ve vahyî perspektif gelip hegemonik mukaddesatçı söylemin yörüngesine nasıl avdet etti, bunu esaslı bir şekilde masaya yatırmak gerekiyor.

İslamcılık yıpranmış bir kavramsallaştırma… “İslami hareket” demeyi tercih ediyorum ben aslında. İslamcılık, içine her şeyin tabiri câizse boca edildiği talihsiz bir kavrama dönüştürüldü. Bugün o kavrama kadavra muamelesi yapılıyor.

“Elde (her zaman) var İslamcılık” demek için vahyin hayatla buluşturulması gerekir. İslamcı söylemin ezilenlerin, yoksulların, hürriyeti gasp edilenlerin, tabiatın yanında sahada örneklenmesi gerekir. Sadece metin odaklı bir İslamcılığın, İslami hareketin halklar nezdinde pek tabiidir ki bir karşılığı olmayacaktır.

Hayatı bir imtihan olarak görüyoruz Müslümanlar olarak. O halde yeryüzünde imtihan olunacağımız olumsuzluklar bitmeyecektir. Ahiret inancını merkeze alan bir ekonomi politik, siyasal teori bambaşka bir çerçeve… Öncelikle bunun bilinmesi gerekir. Bunlardan niçin bahsediyorum? Ahiret inancının, gayb temelli bir inancın diğer ideolojik hatlarla mukayesesi imkânsızdır. Bu mücadele hattını vâroluşsal bir özgürlükle mücehhez kılan bir kavrayıştır bu hakikat. Dolayısıyla ideal olandan reel olana geçişlerin bu kavrayıştan kopuklukla doğrudan ilgisi var. Temel bir zaaf çıkmış oluyor bu durumda ortaya.

Bu zaafla yüzleşmek durumundayız. Gaybî boyutu güçlü bir zeminden siyaset yapmak demek fena hâlde özgür, canhıraş bir şekilde “hâyır/lâ!” siyaseti yapmak demektir. İslamcılık ya da İslami hareket bu “hâyır!”ı örgütledikçe, parçalayıp dağıtmak için yerel ve küresel kuşatmayı hedef aldıkça ezilenlerin sesi olacaktır.

Vahye bağlılık… Hayra ve iyiliğe çağırma… Nitelikli bir topluluk…

Rabbimiz, Âl-i İmran sûresinde, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir!”(3/104) buyurmaktadır.

Böyle bir topluluğun mahiyeti ilkesel olarak aynı temellere irca edilse de çağına, zamanına; dolayısıyla muhatabın ilgi ve algına göre değişiklik arz edebilir.

Bu tür bir yapıyı bugün STK olarak değerlendirdiğimizde, ne olursa olsun vâr olan topluluğa uymadan insanları hayra ve iyilik yapmaya çağıran yönünü dikkate aldığımızda…

S-5)Sizlerin kurmuş olup da emeğinizin geçtiği dernek, sendika vb. yapılar ile çıkardığınız dergiler ve internet siteleri üzerinden ortaya koymuş olduğunuz çabaların karşılığı olarak bir ayağı merkezde ve sâbit-kadem(kesinlikli olarak vahye bağlılık), diğer ayağı ise toplumda olacak şekilde nitelikli bir yapı oluşturulabilir mi?

“Elbette oluşturulabilir. Bizim de bütün çabamız bu yönde. Sizin de sayıp sıraladığınız kurumların esasen bir çatı altında irtibatlı kılınması en ideal olanıdır ya da bir tür ittifaklar organizasyonu diyelim… Hayatın bütün kılcallarına yürüyen, hiçbir işleyiş hattını ihmal etmeyen bir örgütlenme ve dayanışma sorumluluğumuz olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz. Öteden beri şu STK formundan felsefî-teorik temelleri nedeniyle rahatsızım açıkçası ama içinde bulunduğumuz zaafların birtakım neticelerini yaşıyoruz ve elbette yaşayacağız. Sorunuzdaki sâbit-kadem vurgusuna yaslanarak konuşmak nispeten rahatlatıyor beni. Vahyî sorumlulukları merkeze alıp hakikatten şaşıp sapmadan bir tanıklık üretebilirsek formların birtakım zaaflarını da aşabiliriz, diye düşünüyorum.

Mühim olan hayatın bütün kılcallarına kulak vermek, oralarda çarpan kalplerin sesini duymak ve o duyuşları birbiriyle irtibatlandırmaktır. Az önce andığınız ayetteki öncülük misyonuna talip olmak büyük sorumluluktur. Geniş müslüman kitleler bu mobilizasyon için hayattaki pozisyon ve sorumlulukları itibariyle pek elverişli olmayabilirler. Ayet, bu teklifi herkese yapmaz ama bu geniş kitle o öncülükleri ortaya çıkarmakla mükelleftir. Bütün çabamız o öncülüğü ete kemiğe büründürmeye matuftur. 

***

Kurtuluş Adası…

Bazı Müslümanlar sanıyorlar ki Hz. Muhammed(sav) Mekke’den Medine’ye,orayı bir kurtuluş adası ve adeta dinlenme yeri olarak seçti! Hâlbuki onun hicreti o tür anlayışlarla bağdaşmıyor, bilakis onları nakzediyor ve oranın İslam mesajının yayılması için uygun bir yer olması için seçildiğini bizlere göstermiş oluyordu.Bununla birlikte ve bu pratikten tamamen farklı olarak tarih boyunca, “elde olanı koruma” içgüdüsüyle birçok kurtuluş adası arama çabaları da dâima var olmuştur.

Konu ile bağlantılı olarak beşinci soruya atıf yaparsak, salt bir “kurtuluş adası” aramaktan ziyade, sağlam bir toplum oluşturmak ve o toplum pratiğini insanlığa hediye etmek daha sağlıklı olurdu.

S-6)Bu konu ile ilgili olarak düşünsel (teorik) ve pratik alanda neler hakikati yansıtır, nasıl bir yol ve yöntem izlenilir ve nasıl bir yapı oluşturulabilir?

Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanan mülteci krizi ufkumuzu açacak acı bir fotoğraf olarak duruyor karşımızda. “Hicret”le “ilticâ”yı karıştıran bir zihnî yapı oluştu bugün maalesef. “Hicret” kurucu siyasal inisiyatifi beraberinde taşıyan bir kavramdır. Mağlup olduğun, başaramadığın mekân yerine başka bir siyasal mekânsallık arama çabasını ifade eder. Kurucu idealleri beraberinde taşırsın. Gittiğin yerde de aktif öznesindir. Zulme, sömürüye, şirke karşı aynı kararlılık ve örgütlenme bilinciyle vâr olmaya gayret edersin.

İlticâ ise can havliyle bir başka mekâna kendini, yakınlarını, sevdiklerini taşımaktır. Kurucu bir siyasallık idealizmi barındırmaz. Bugün burada, yarın başka bir yerde olmayı hedefleyebilir. Dolayısıyla mültecilik ile muhacirlik arasındaki bu farkı görmemiz, ona göre bir siyasallık kavrayışı üretmemiz gerekir. 

Hicret kavramının bünyesinde barındırdığı akışkan küresel direniş bilinci muhteşemdir. Gittiği, yuvalandığı mekânları dâru’s-selâm kılmayı hedefler. Bu, Medine olarak çıkar karşımıza ve kaynağını Mescid-i Haram modelinden alır. Hz, Peygamber’in Medine’yi haram bölge ilan etmesi, Mescid-i Haram modelini lâyıkıyla kavradığını ve o modeli yeni yuvasında uygulamamaya başladığını gösterir. Artık süreç bellidir: Nereye gidilirse yanımızda taşıyacağımız model Mescid-i Haram modelidir. Bütün bir yeryüzünü, insanlığı, tabiatı kurtaracak model… Canın, malın, haysiyetin her tür saldırı ve tehlikeden emin kılındığı bir model…

Bugünün dünyasında “hicret”in ne manaya geldiğini ve onunla nasıl etkili bir siyasal bir model üretilebileceğini Müslümanların enine boyuna müzakere etmesi gerekiyor. Bütün bir yeryüzünün Mescid-i Haram modeliyle zulüm ve sömürüden, yağma ve talandan kurtarılabilmesi mümkündür ancak öncelikle müslümanların bunu kavrayıp benimsemesi gereklidir, diye düşünüyorum.

***

S-7)Başlığa dönersek… Siz kendinizi en çok hangi etiket içerisinde değerlendiriyorsunuz; hangi kategori sizi daha çok yansıtıyor?

Birtakım etiket ya da sıfatlar, hayat yolculuğunuzun içinde veriliyor size; bunların bazısını kendinize siz yakıştırıyorsunuz. Elbette her şeyden önce bir Müslüman olarak vâr olmak temel amacımızdır. Hadi, siyasal pozisyonumuz anlaşılsın diye yine İslamcı olarak tanımlayalım kendimizi!

Zaten eylem ve söylemlerimiz, kimlik ve sıfatlarımızı alenen izhâr ediyor. Tevhid ve adalet hattını edebiyatın ürettiği geniş kavrayış ve coşkunlukla adımlamak benim için hârika bir nasip. Direnen edebiyat Tasfiye’nin yeri bu açıdan bende bambaşka! Sendikal mücadelede yer almak ezilenlerin, yoksulların, özgürlüğü gasp edilenlerin yanında duran tarihsel gelenekle omuz omuza verme hissiyatını besliyor. Bu açıdan emeğin örgütlenmesi, sermayenin rableşme küstahlığına karşı bir siper olarak vâr olması insanlığın mücadele tarihinde bambaşka bir yerde duruyor.

Elbette mücadele model ve tarihinde zaaflar olacaktır. Mühim olan bunları aşma cehdidir. Bizim küçük adımlarımızı Rabbimizin bereketlendirmesini umarız. Temel yükümlülüğümüz olan adalete tanıklık, zor bir imtihandır. Bu imtihanı dayanışmayla vermek Müslümanlar olarak temel amacımız olmalı.

***

Ahmet hocam, bu sorulara içtenlikle cevap verdiğiniz için sizlere teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ediyorum, eksik olmayın. Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.

 

Kaynak: hertaraf.com



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER