Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Söyledikleri Ve Söyleyemedikleri İle Bozkırın Dili

Bayram Yılmaz Yazdı

 Söyledikleri Ve Söyleyemedikleri İle Bozkırın Dili

“İnsanın toprakla arasında bir bağ vardır. İnsanın dağdaki taşla, ovadaki çalı dikeniyle arasında bir bağ vardır. İnsanın doğduğu, doğar doğmaz suyunda yıkandığı, havasıyla nefesini aldığı, düştüğü kalktığı dizlerini kanattığı yerle arasında bir bağ vardır.  Ve bunun adına memleket derler…” diyerek başladı “Gönül Dağı”nın hikâyesi…

Alıştığımız dizilerde olaylar başroldeki kişilerin etrafında ve çatışmaları üzerinden ilerlerken Gönül Dağında hikâye “patates kırıklarının, elma bahçelerinin ve Neşet Ertaş türkülerin etrafında dönmesiyle bizlerde “du bakalım bu dizi bizden bi şeyler söylüyor gibi…” hissiyatla çay ve çekirdek eşliğinde izlemeye başladık.

Her hikâyenin bugününü belirleyen bir geçmişi olduğu gibi bizlerin hikâyelerini de dedelerimiz, babalarımız, çocukluluğumuzla beraber çevremiz biçimlendiriyor ve içini dolduruyor. 

Ekran; biri çok zeki üç amcaoğlunun haşarılıkları ile açılıyor. Kâh elma bahçesinden elma aşırıyorlar kah mahallenin diğer çocuklarına bulaşıyor ve Anadolu’daki saçları asker tıraşı olmuş her çocuk gibi caminin yaz kursundan kaytarmaya çalışıyorlar lakin camiden çıkamadan dedeleri Ciritçi Abdullah’ın çok şey anlatan bakışlarıyla üç “amcaoğlu”  tekrar takkeler başta, hocanın dizinin dibine dönüyorlar. Öyle bir çocukluk hikâyesi ki bir ömür peşlerinden geliyor…

Sadece üç amcaoğlunun hikâyesi değil Gönül Dağının hikâyesi… Torunlarına hayal kurmayı öğreten Ciritçi Abdullah’ın, Bozkırın masallarının, yılkı atlarının, karınca katarı gibi giden trenlerin, öğretmen kızlarına âşık olan ilerde çoğu “Müslümcü” olup “melal denizinin kıyılarında” dolaşacak kenar mahallenin veya taşra çocuklarının, elleri nasırlı babaların, elleri ekmek kokan, evlatlarını “guzum, sebil oğlum” diye seven annelerin, “uzaktan seveceğim haberin olmayacak” diyen dolmuş şoförlerinin ve Neşet Ertaş dinleyen herkesin hikâyesi Gönül Dağı’nın hikayesi. 

“Bir meseleyi basit anlatabilmenin yolu, o meseleyi çok iyi bilmekten geçer.” Bilgeliğiyle bu topraklardan beslenip bu topraklara nüfuz etmesini de bilen Mustafa Çiftçi’nin hikâyelerinden esinlenen, Cengiz Aytmatov’a, Yunus Emre’ye, Mevlana’ya, bu toprakların âşık ve abdal geleneğinden hem beslenen hem de bunlara selam duran yani Anadolu’yu mayalayıp vatan kılan, memleket yapanların hikâyesini iyi bilenlerin emeklerinin neticesi Gönül Dağı…

Olabilecek en geniş ve başka dilde karşılığı olmayan bir kavramsallaştırmayla; gönlümüz kadar geniş, dağlarımız kadar yüce, toprağımızla barışık bir anlatım Gönül Dağı.

Öyle bir anlatım becerisi ki dolmuş şoförlüğü yapan, anadan öksüz babadan yetim evlatlık verilmiş Sefer’i (ki bu dizide Sefer abi kırmızı çizgimizdir.) Neşet Ertaş’ın fonunda Zahide’sine dile getiremediği, gönlünün sızısını içimizde duyuyoruz.

***

Sen gönlümün pâyidâr devâsısın Zâhide! Kalbimin latîf ezgisi, ömrümün kıyısına iliştirdiğim sevdamsın. Toplayıp hecelerimi bir araya gözlerimden akıttığım dünüm, ümidimle sulayıp yeşerttiğim yarınımsın.

Nicedir kelimeleri boğazıma inci gibi diziyorum, beğenmeyip yerlerini değiştiriyorum. Her şeyin sonunda içimi kelimelere dökerken buluyorum. Şu bozkırdan her geçtiğimde yeni bir kelime ekliyorum tamam olmamış cümlelerime. Yarım yamalak düşlerimle, yanına vardığımın hayalini seyrediyorum kim bilir kaç kere!

“Gel gönlümün sol yanı! Gel, beraber taşıyalım yüreklerimizi.” diyorum her gece. Sonra bir anda yârimin varlığını, gurbetinin kabrine koyarken buluveriyorum kendimi. Yokluğunun ızdırabında asılı kalıyor tüm kelimelerim, söyleyemediğim sözlerin tutsağı oluyorum. Sevdamın, koca bir bilinmezliğe kaçıp gittiği günün ardından bakakaldım ben! “Gitme!” diyemeden sükûtumla yarım kaldım ben. O mâkus gecenin sessizliğinde sıkıştım kaldım ben…

Evvelâ “kısmet” deyip, akıbetine hürmet eyledim. Senden gayrısını gönlümde eylemedim. Çıktığım her seferde seni aradı gözlerim ama hiç acını dilemedim. Gittiğin yer mesut etsin diye dualar ettim.

Sonra bir gün; üç evladınla kasabaya döndüğünü duydum. O an yüzümde beliren kekremsi tebessümün yegâne müsebbibi sevdâmın zâhiriydi… Nereden geldiğini bilmediğim serin bir rüzgâr aldı götürdü beni hayallerimin bucağına. “Kocasından ayrılmış” dediler. “Üç evlâdı ile baba ocağının kapısına dayanmış“ dediler. “Ortada kalmış, hayırsız kocası hiç bakmamış” dediler. Hiç biri senin çaresiz bakışların kadar umurumda olmadı Zâhide! İster beş ister on olsun çocuğun; yine de kabulüm. Senin gönlün incinmesin Zâhide…

Ve Zahide’nin içten seslenişini duyarız…

Sefer! Ben geldim, geç geldim, geç kaldım Sefer! 

Ben şu hayatta susmayı da öğrendim, görmemeyi de. Ama asıl öğrenmem gereken; geç kalmamakmış. Çünkü geç kalmak, telafisi olmayan duyguların en güçlü ifadesiymiş. Yıllarca görmediğim, belki de görmek istemediğim bir gerçek, hiç ummadığım bir anda çıktı karşıma. Ben, hayatımın en kıymetli duygusunu “aşkımı” hiç hak etmeyen birine verdim. Üstelik gözümün önünde bunu hak eden, fazlasıyla hak eden birisi olduğu halde…

Bohçama işlediğim hayallerim ve azığıma koyduğum bir avuç heyecanım bana hüsran oldu Sefer! Gözünde yaşı kurumamış garîb anamın kapısına vardım mahcubiyetim ayaklarıma dolana dolana… Kendi seçimimin duvarlarına çarptım. Dönüp dolaşıp suçu hep kendimde aradım. Geri döndüğüm gece anladım ki; dönmek, gitmekten daha zordu. “Ana ben geldim” demek, yenilgiyi kabullenmek çok zordu. İnsanın kendini karşılayacak, yargılamayacak merhametli bir kucağın olması ne demekmiş o gece anladım. Evlatlarımın gözlerimde cevabını aradığı sorulardan hüzünlerini devşirdim. 

Ben kaybettim Sefer! Evlatlarım yuvama dermân olur dedim ama onların yarınlarını da tarumar eyledim. Başımı yastığa koyduğum her gece; hesabını veremediğim kelimelerle, ciğerparelerimin babalarına olan özlemiyle baş başa kaldım. Bugüne kadar bir hayır gelmemiş adamdan beklediğim babalığın altında ezildim ben Sefer! Şimdi sen bana “bırak yüküne ortak olayım, yeni bir hayat kuralım yeniden yeşersin baharın” diyorsun. Hakkım olmayan mutluluğun meşakkati dayanıyor yüreğime benim. Evlatlarımın soluk benzindeki o acı sual saplanıyor yüreğime. Şu dağların yükünün altında kalmış canıma, bozkırın bağrında soruldu hesabı…

Şimdi sevdâ benim için kurak bir toprağa yağmak, yeşeren tohumdan canıma pay biçmektir. Sevmekte mâhir bir yârenin göğüs kafesinde kanat çırpmak için evlatlarımdan özgürlüğü dilenmek, insanların bakışlarındaki esaretten muaf olmak için naif bir merhamet dilemektir… 

Sahi Sefer; sevdâ bunların hepsine gerer mi göğsünü? Müsamaha gösterir mi çocuklarımın açılan yarasına. Sevdâ Sefer, her şeye değer mi, her şeyi aşar mı? diye sorar züht sahibi anlamında ismiyle Zahide…

***

Neydi Bu Diziyi Halkın Gönlüne Kondurup İndirmeyen?

Bir dizi eleştirisi genelde oyunculuklar ve teknik özellikler ile yapılırken bu diziyi konuşmamıza vesilesi olması hikâyesinin bizler kadar gerçek olmasıydı belki de… Belki de çok az dizinin ortalama insanımızı bu kadar yüreğinden yakalayabilmesi aile olmanın değeri ile ilgiliydi… Bizlere “Oh be çoluk çocuğumuzla rahat rahat izleyebildiğimiz bir dizi” dedirten, güldürürken düşündüren, ağlatırken birden neşelendiren, hikâyenin kahramanlarının hüzünleriyle ortaklaştığımız, sevinçlerine bigane kalamamamızdır belkide; “aman nazar değmesin” dileğimizin altında yatan her duygunun biryerlerden tanıdık gelmesi de olabilir…

Dağı, taşı, pınardan akan suyu, Neşet Ertaş türkülerini, yâri ve efkârı… her şeyi bencilce ve mülkiyet iddiası ile sevmekten daha güzelinin emanet bilinci ile sevebilmenin çok daha güzel ve kıymetli olduğunu anlatma çabasıdır belki de… Yolda olmanın hedefe varmaktan daha kıymetli olabileceğini anlatırken kanaat edebilmenin yol azığımız olduğunu, kanaat edebilmeyi hatırlatmasıdır belki…

Tüm bu “belki”lere kendi belkilerinizi ve hüsn-ü niyetlerinizi ekleyerek sizler de yola revan olabilirsiniz. Rabbim cümlemize muhabbet ehli yol arkadaşları nasipler eylesin…

Diziyi bir eleştirmen gözüyle okumaya çalıştığımızda dizinin matematiğinin (çatısının) çok iyi kurulduğunu, detaylara özenle çalışıldığını tespit ve takdir etmek zorundayız. Dizinin her oyuncusu çoğu zaman başrol oyuncularından çok daha iyi performanslar gösterebiliyor. Dizi her bölümünde farklı bir karakterlerinin geçmişi ile bizleri yüzleştirip derinleştiriyor, hikâyesinin köklerine işaret ediyor. Karakterlerin bugüne dünden nasıl geldiğinin karakterin kendi sesiyle anlatılması ve bu anlatıların seyirciyi yüreğinden yakalaması profesyonellik olarak büyük ve takdir edilesi bir başarı. Bu anlatımda kameranın geniş açılı çekimleriyle başarılı bir sanat yönetmenliği ortaya konuluyor. Dizinin ilk bölümlerinde nakliye kamyonunun kapısı kapatılırken kamyonun ardından bakakalan Taner’in çocukluğunu görmemiz sadece iyi niyetli bir prodüksiyonun çok daha ötesinde sinema sanatının tüm inceliklerine de şahit oluyoruz.

Taner’in 10-11 yaşlarındaki çocukluğunu oynayan çocuk oyuncunun başrol oyuncusuna fiziksel benzerliği, “adam olacağı çocukluktan belli” karakteri yansıtmasındaki başarısı yapım şirketinin ne kadar özenli bir altyapı kurduklarının da işareti olarak ekranda görüyoruz. Özenli bir yaklaşımın sonucu olarak Belediye Başkanın kızının ve mühendis kızımızın kıyafetleri gün gün değişiklik göstersede kasabanın diğer kişilerin kıyafetlerinin tek düze olması bile hayatın gerçekleri ile uyumlu bir anlatım. O kadar gerçeğe yakın bir anlatım ki aynı köpeğe belediye başkanın kızının “Şanslı”, amcaoğlumuz Ramazan’ın “Dertli” ismini vermesi kadar uyumlu. Profesyonellik, üst düzey sanat ve görüntü yönetimi, çok başarılı kostüm ve mekân tercihleri, hepsi tamam ve eyvallah ama bizim gönlümüzdeki başarının sırrı biraz da Hemşire Elif’in küçüklüğünde saklamaya çalıştığı parmaklarında gizli. Hemşire Elif’in çocukluğunda sıkıntıdan tırnaklarını yemesini hiç göstermeden nenesinin parmaklarına yara bandı sarmasıyla anlatabilmeyi sağlayan incelik profesyonellikten çok bir öksüz ve yetimle empati (eskiler yekdil olmak derlermiş) kurma becerisinden, bir yerlerde bir yetim ve öksüzün başını okşayabilmiş olmakla ilgili…

Bu başarıyı takdir ediyor ve önemsiyoruz. Çünkü Allah’a, Vatan’a ve Toprağa bağlı bizler güzel hikâyelerin iyi anlatılıp seyredilmesini önemli buluyoruz. Önemli, çünkü; ekranlar üzerinden bizlere sürekli marjinal hayatları sanki bu ülkenin normaliymiş gibi takdim edilmesinden bıktık. Ekranlardan her türlü çarpık ve yoz ilişkilerin ergenlikten çıkamamış, çıkmasına müsaade edilmemiş çocuklarımızın gözüne gözüne sokarken arka fondan “ne yapalım halkımız bunu istiyor” iftirasından gına geldi. Avrupa ve Amerika toplumu için bile gerçeklikten uzak hazcı/hedonist yaklaşımların “aşk” diye pazarlanmasının sadece reyting meselesi olmadığını anlayalı çok oldu. Yoz dizi ve filmleri ekrana sürüp “Halkın beğenisi bu yönde” yalanına müracaat eden tiplere inat, halkımızın “güzel/marifet olanı gösterdiniz de iltifat mı etmedik?” cevabını vermesi kıymetli. Kimi zaman gülerek kimi zaman da hüzünlenerek ailecek izleyip dinleyebildiğimiz Neşet Ertaş’ın eserleri gibi bir dizinin rağbet görmesi önemli…

Uzun zamandır filmlerde/dizlerde lüks, pahalı ve büyük arabalar, arazi araçları göstermeye alıştırılan dizi sektörüne inat ülkemiz seyircisine içinden tren, Renult Toros, Tofaş Kartal, geçen, başroldeki erkek oyuncunun bisiklet kullandığı bir dizi seyretme imkânı sunuyor Gönül Dağı dizisi. Dizide çocukların saçının 3 numara olması, yaz tatilinde Kuran Kursu’na gitmesi, kovalarının her gün boşaltılıp yeniden doldurulması gereken sobalarla ısıtılan, ayakkabıların çıkarılarak girilen evlerimizi hatırlatan ve gösteren, çocukluğumuza duyduğumuz özlem gibi naif, bizden bir hikâyenin kahramanlarını izliyoruz. Öyle ki bir kız istemesinde evde uygun bir kahve tepsisinin olmamasından sebep komşudan emanet bir kahve tepsisinin alınması bile ihmal edilmemiş. Dedik ya hayat gibi sevindirirken hüzne geçiriveren… Bir dizi izleyicisinin yorumuyla “mutluluğu çorba diye önümüze koyup, elimize çatal vermişler.”   

İyi niyetli, iyiden yana olmaktan daha kıymetli olan iyi olabilmektir. Ancak iyi olup, iyi kalabildiğiniz zaman iyilikler kalıcı olabilir. O yüzden İyi olma çabasına tekâmül, iyilikten uzaklaşmaya yozlaşma diyoruz. O yüzden gönülden gönüle yollar gösteren, yollar bulan, yolları kolaylaştıran her çabayı önemsiyor ve destekliyoruz. İçinde bulunduğumuz toplumun vasatını daha da yükseltebilecek her emek ve ürün bizce kıymete haizdir. Kadim kültürümüzün ifadesi ile “marifet iltifata tabidir, iltifat görmeyen marifet zayidir” demişler. 

Gönül Dağı dizisinin daha işin başında ana kahramanlarını soy isminin Türkiye’de en çok bulunan ikinci soy isim olan Kaya olmasıyla (birincisi Yılmaz) bizlere o kadar içerden seslenme arzusu var ki… Karakterlerin birbirlerinin “amcaoğlu”su, abisi, ablası, dayısı, Halime abası olması bir aile olmanın değerini de hatırlatıyor her birimize… Belki de biz bu dizide duymak istediklerimizi duyuyoruz…

Dizinin her bir karakterin hikâyesi bizlere bir şeyler öğretiyor, bir hikmetli sözü kulağımıza iliştiriyor. Okuldaki bir kavgadan mütevellit çıraklığa verilen Veysel’in hikâyesinde “zamanın hızlı ama hayatın yavaş geçtiğini” öğreniyoruz. “İnsanın tercihleri kadar olduğunu, bu tercihlerin çoğunun aslında başkalarının bizim için yaptığı tercihlerin sonucu olduğunu “kafamıza vura vura” öğreniyoruz; bazen hayatla baş edebilmenin yolunun kurcalamamak olduğunu ama bazı yaraların da kurcalasan da kurcalamasan da kanadığını…” Annesini bir soba yangınında kaybeden “163 Cemile”nin hikâyesinde “insanın hayatının değişmesinin birkaç dakikaya baktığını, insanın bendini aşamadığını, gücünün takatinin yetmediği zamanların olduğunu, insanın her şeyi apaçık anlatamayacağını, kelimelerin aciz kalacağını, öksüz bir çocuğun anne özleminin hiç bitmediğini bitmeyeceğini…” anlıyoruz. 

Asuman’ın hikâyesi İmkânların mutluluk kaynağı olmadığını, Belediye başkanı ile müfettişin bir annenin kızı olmanın sizi şımartmaktan daha çok yalnızlaştırabileceğini, daha bir diken üstünde tutabileceğine işaret ederken, dünyayı gölgelik olarak değil de bir pencere olarak gören, dağların arkasına istediği hayali sığdıran. “Ne bakıyon dayı” deyip kimsenin bakışıyla kendini sınırlandırmayan, belediye hoparlöründen gönlü kırıklara şarkı armağan eden, dünyaya müdanasız ama sevenlerini yavru köpeği sever gibi naif seven, her şeyi güzel yanları ile gören Ağıtçı Hüseyin’in oğlu amcaoğlu Ramazan’dan umudunu hiç kaybetmememiz gerektiğini öğreniyoruz. Asuman ile olan hikâyelerinin ortaklaştığı yerde “gönül camdan bir dağ” olduğunu “ve asla kırılmaması gerektiği” de bizlere tekrardan hatırlatıyorlar.    

Hemşire Elif kızımız var hepimizin kızı ve kız kardeşi olan… Bakmak ile görmenin farklı olduğunu anlatan. Hele insanın içindekiler söz konusu ise görmenin neredeyse imkânsız olabileceğini, acılar ne kadar büyük olsa da alışılabildiğini, alışmanın en büyük nimetlerden olduğunu, sevmenin nedene ihtiyaç duymadığını… Gülmenin derinliğinin taşıdığı hüzünle içre olduğunu ve izleyicinin içini cız ettiren “insan acıyı paylaşabildiği insanları daha çok severmiş derler.”  derken içimizin cız etmesini, gerektiğinde kabullenmeyi ve yürüyüp gidebilmenin vakarını öğreten… Sefer abimiz gibi uzaktan sevmeyi öğretirken çalmasa da duyduğumuz eskilerden bir şarkı gibi “sen mutlu ol yeter” (bana öyle gelmiş de olabilir.) diyebilen, sevdiğini bir eşya gibi sahiplenmek yerine onun iyiliğini dileyen, mecburiyetin kabullenmeyi çabuklaştırdığını kabullenmeyi öğrenen ve öğreten bir gönül eri…

Tüm hikayelerin içinde evlatları için kendilerince en doğrusunu isteyen anneler var. Anlayabildiğimiz sebeplerle evlatlarına niye ket vurmak istediklerini bize anlatan… 

Anne ve babaların bile uzaktan sevdiği/sevildiği, kaderleri uzaktan sevmek olan, her sevdayı emanet bilip “baş göz üstüne” diyenlerin, bozkırın çocuklarının hikâyesinde başka kimler yok ki.

Bazı kişiler için pişmanlıkların bastırılamaz olduğunu, merhametin vazgeçmek olmadığını merhametin sevdiğine sahip çıkmak le ilgili olduğunu söyleyen Ağıtçı Hüseyin, oğluna nazarım dokunur diye evladını uzaktan seven Düğüncü Muammer, üç evladını doğar doğmaz toprağa veren hayatta kalan tek evladından ayrı düşme korkusunu bir ömür içinde yaşayan Döndü, okumasına izin verilmemiş ama yine de kasabanın iş bitiricisi olmuş Gülşin, İstedikleri ile kendisine kuyular kazan, vazgeçmeyi öğrenemeyen ancak Ciritçi Abdullah’ın sohbetinde vazgeçebilmenin erdem olduğunu, insanın yüklerinden kurtuldukça hafifleyeceğini ve ne istemediğini bilmenin ne istediğini bilmekten daha kıymetli olabileceğini öğrenen ve öğreten Serdar, Selami Ferses ile Keriman, ailesinde hiç kel olmamasına rağmen “kasabanın saygın esnaflarından” Kellerin Rıfat’ı ve diğerleri…

Kahramanlarımızın hepsinin isimlerinin: Abdullah, Veysel, Ramazan, Celal, Zahide, Hüseyin… olan. Herbirinin ya dedemiz ya emmilerimizden biri, yaşça bizden büyükse abimiz, mahallemizin kızıysa bacımız veya ablamız olduğu bu dizide millet olmanın önce komşuluktan geçtiğini anlar gibi oluyoruz… Eltilik yapmanın önemini, “Quzen”leşmenin yabancılaştırıcı etkisini görür gibi oluyoruz.

Kulağımızın en çok aşina olduğu, en bizden isimler ile hayatın içinde, toprakla, dağla, suyla velhasıl Allah’ın yarattığı tabiatla yan yana, içice, birlikte, uyumla, uyumlu sürdürülecek bir hayatın içinde fazladan bir psikolog görmüyoruz.

Gördüklerimiz kadar göremeyip “acaba alt metinde bunlar mı yazıyor?” diyebileceğimiz okumalarımız oluyor;

Öğretmenin kızına aşık olan kasaba çocuğu biraz da Türkiye’nin son 100 yılının hikayesidir. Biraz yenik, biraz yanık, biraz acılı, biraz garip, biraz eksik ama hep yüzünü daha fazlasına, daha “batı” ya çevirmiş, hep bir umudun peşinde geçmiş bir 100 yılımızın da hikâyesi gibi duruyor.

Bozkır biraz Trakya biraz Anadolu toplamda Türkiye, bozkırında yeşertilmeye çalışılan umutlar hep insanımızı heyecanlandırıyor.

Hülasa;

Batı düşüncesi ya da modernite insanı doğayla savaşan/doğayla karşı karşıya tasvir ederken, İslam düşüncesi, Anadolu geleneği ve Şark’ın hayat anlayışında insan; topraktan bir parça, ağaç canı olan bir varlık, insan ancak mahlûkattan biri olarak tasvir edilir. Bu dizi bize bunu dahatırlatıyor: Sen insansın, dünyanın bir parçasısın, dağın da bir hayatı/ruhu var, ağacın da bir canı var;  toprak da, gökte, su da Allah’ın yarattığı senin gibi varlıklardır… Tüm dünyadan, tüm mahlûkattan şerefli yaratılan bir varlıksın, tüm dünyadan mesulsün, tüm mahlûkattan mesulsün. Sen ancak bu âlemde bir parçasın, bu deryada bir damlasın. Dağın, taşın, toprağın, suyun bir dili, canı, ruhu var diyor dizi bir yandan bize. 

Dizi elinde olanla yetinmeyi, kanaat etmeyi, dünyaya çok fazla tamah etmemeyi, elinde olanla mutlu olmayı bilenlerin çokça olduğu zamanları ve “yurt”ları anlatıyor. “hasret mi vuslat mı adını siz koyun.”

Bundan 40 sen evvel bu topraklarda yaşayanların büyük çoğunluğu tek maaşla geçinen, bakkaldan alışveriş yapan, bankadan kredi kullanmaya hiç alışık olmayan, alışverişini nakit yapan, en fazla bakkala veresiye defterine yazdırdığı aylık aldığı şeylerin parasını, maaşını aldığı gün nakit olarak ödeyen, çocuklarının saçı genelde 3 numara tıraşlı, en fazla alablus (subay tıraşı), erkeklerin berberde tıraş olduğu, çocuklarını yaz aylarında Kur’an Kursuna gönderen, kredi kartı olmayan, maaştan biriktirdiği ile kenara köşeye birkaç altın atıp biriktiren, mahallede çok katlı olmayan evlerde yaşayan, komşusunu bilen, evde pişeni komşusuyla paylaşabilen insanlar yaşardı. Okul servisi yoktu, birbirini tanımayan yüzlerce insanın yaşadığı “ultra”lı, “life”lı, “reidence”li, “tower”lı, “gold”lu isimleri olan siteler yoktu, kredi kartı yoktu, kredi çekip arabayı yenilemek yoktu.

Modern zamanların, reklamların, Batı’nın, Batı’dan daha erken Batı’ ya ulaşmaya çalışan Şark’ın yeni insanının önerdiği şudur: En az 2 maaş eve şart. 1 çocuk yeter; o da kariyerden sonra, 1 dil yetmez en az 2 yabancı dil lazım. Dünya’yı gez, kariyerine odaklan, evlilik ve çocuk sana ayakbağı olmasın, sitede evin olsun, ev için 180 ay kredi öde. Araban büyük ve güçlü olsun, araban seni temsil eder. Arabaya da kredi al, çok çalış, çok çalış, çok çalış, madem çok çalıştın senede 1 hafta şezlonga uzan / güneşlen /bronzlaş ki herkes senin tatil yaptığını bilsin, tatil parasını da düşünme bankamız senin yerine düşündü; 12 ay vadeyle yüzde 0.97 faizle… Ya da kredi kartına yüklen, 11 ay ödersin! 1 hafta güneşlen/şezlonga uzan, 11 ayda biz senin sırtında banka olarak güneşleneceğiz, sen bizim şezlongumuz oldun a batılılaşan / modern Türk!

Modern hayat bize: 90m2 1+1 evi 600.000 TL ye 20 yıl vadeyle satmayı istiyor, Sedan bir arabayı; parlak mı parlak, güçlü mü güçlü, gıcır gıcır sıfırını sadece 290.000 TL ye 30 ay %0 faizle teklif ediyor, biraz daha semirirsek, mümkün olursa 4×4 arazi aracını da ileride alacağız; malum her hafta sonu dağlara çıkıyoruz ya! Ama olsun; ne de olsa komşu daha yeni aldı sıfır arabayı bilmem kaç ay vadeyle, sen hala 9 yaşındaki arabayla mı gezeceksin? Peki ya şu hanımınla izlediğin dizideki yakışıklı, uzun boylu, …lar Holding’in veliahdı olan genç patronun siyah, uzun ve büyük cipinden neden senin yok? Muhtemelen senin boy o kadar uzun değil. (memleketin ortalaması 1.72 iken dizilerdeki boy ortalaması erkeklerde neden 1.86 bunu anlayamaman çok normal ey modern!) Ayrıca senin pederin holdingi yoktu, peder Köy Hizmetleri’nden işçi emeklisi… Yakışıklılık göreceli hadi, farz et yakışıklısın; ama yakışıklılara banka kredi vermiyor. Bankada kredi bile notla a şaşkın… Ama dizide? Dizide her şey çok kolay, çok hazır, çok yeni, çok büyük…. Ama sende durumlar genelde orta, genelde vasat… Sonra gelsin mutsuzluk, gelsin isyan…

Son Olarak;

Tüm bu ekrana sıkışmışlık hallerinde Gönül Dağı biraz da sığınak oldu bizlere bence. Yoksul, orta halli, mutlu, aza kanaat edinmeyi bilen 80-90’lardaki çocukluluğunu unutmamış ve özlemle çocuklarına anlatan insanlara o mutlu geçmişi hatırlattı. Mümkünlüğünü teklif etti. Böyle de bir hayat vardı, böyle de mutluyduk, esasen böyle yaşasak daha da mutlu olabiliriz dedirtti…

Seslendirilmese de “aç mısın?” demenin “seni seviyorum” demekten çok daha sevda yüklü olduğunu bilen bir kültürümüz vardı bizim… Dizinin en kıl karakterlerinin bile yeri geldiğinde “Sefer abi kırmızı çizgimizdir” deyip ortak değere olan sadakatiyle mayamızda olan iyilik damarımıza işaret ediyor. Umutlanıyor mutlu oluyoruz.

Selvi Boylum Al Yazmalım’ı birebir olarak yaşıyor, değişen yanlarımızla beraber değişmeyen hakkaniyet ölçümüze sığınıyoruz. Yılkı atlarına, Gülsarı’ya, Cemile’ye selam veriyoruz.

Hayatın bir yolculuk olduğunu hatırlıyor; “Varmak mı önemli yoksa yolda olmak mı kararı sen ver?” diyoruz. Ola ki “belediye hoparlöründeki çağrımızdaki gibi “Herhangi alengirli kıllı kışlı bir durumun belediyeye, jandarmaya haber verilmesini” rica ediyoruz. 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz