Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Siyasetin Din İstismarına engeli var mı?

Mümtaz’er Türköne yazdı:

 Siyasetin Din İstismarına engeli var mı?

Müzakere tam olarak kaidesinin üzerine oturdu; kokusu, rengi, derinliği, boyutları ortaya çıktı, elle tutabileceğimiz kadar somut bir hale geldi. Ali Bulaç’ın sonunu: “İnsanda, insanın doğasında dini, Şeriat’ı, aklı, bilimi, felsefeyi, laikliği istismar eden bir şey var. O şey nedir?” sorusuyla bağladığı son yazısından (“Din İstismarı” Üzerine!) bahsediyorum. Soru çok isabetli bir soru; doğru soruyu sormak doğru cevabın yarısıdır. Biz Şeriat’i, laikliği, -aktüel olarak- Diyanet’i ve Taliban’ı  tartışırken birden kendimizi “insan doğası” dediğimiz belalı bilmeceyi çözmeye çalışırken buluyoruz. “İnsan doğası” dediğimiz zaman ahlaksızlık, hırs, öfke, kıskançlık, gözü doymazlık, acımasızlık-kıyıcılık, şehvet düşkünlüğü diye sıraladığımız karakter özellikleri geliyor aklımıza; acizlik, korku, boyun eğme, onursuz bir hayata razı olma, çıkar peşinde koşma, sadakatsizlik, ihanet gibi zayıf kişiliklere özgü vasıflar ise “insan doğası”nın baskın karakterini tamamlıyor. Boyun eğdirenlerin ve boyun eğenlerin birbirini tamamladıkları uzun bir tarihin özeti bu. Boyun eğdirenler yani güç sahipleri bu işi siyaset dediğimiz vasıta ile yapıyorlar, diğerleri yani boyun eğenler ise itaati bir görev haline getiren din yorumlarına teslim oluyorlar.

“Müesses din”, “Şeriat”, “hakim din yorumu”; (tırnak içine aldığım bu üç ibareyi birbirinin eş anlamlısı olarak okuyabilirsiniz) tarih boyunca güç ve iktidar sahiplerinin isteklerine, arzularına, siyasi hesaplarına-çıkarlarına göre oluşturuldu. İhlasla dinine bağlı alimler, fakihler, müçtehitler bu yorumlar karşısında (kan dökülmemesi, ümmetin selameti, düşmanların işinin kolaylaştırılmaması, fitnenin önlenmesi gibi gerekçelerle) maslahat gereği bu yorumlara boyun eğdiler. “Tarih boyunca din adına zulmeden sultanlara, zorba iktidarlara karşı mücadele veren, canını veren, hapishanelerde yatan, yurtlarından sürülen alimlerin başkaldırılarını neye dayandıracağız?” diye soruyor Ali Bulaç. Sadece “halku’l Kur’an” tartışmasının eseri olan Mihne Vak’ası’nda (bir din tartışmasının binlerce insanın hayatına mal olan acımasız bir zulme dönüştüğü olay) alimlerin Abbasi Halifesi’ne karşı onca işkenceye rağmen gösterdiği beşerüstü direnç tek başına Bulaç’ı doğrulayacak bir örnek. Ama bir sorun var: Dinî-Şer’i tartışmaların sonucu hep iktidar sahipleri tarafından belirleniyor. (Mihne’yi yeni Halife sonlandırıyor) Sonunda güç sahibinin dediği oluyor. Doğru; Alimler bir ideal durumu kenarda korumaya devam ederken devranın çarkları hep siyaset tezgahında çevriliyor.

Muaviye’nin saltanatı ile başlayan ve kesintisiz devam eden İslâm tarihinin genel kuralından söz ediyoruz. Topu topu 2.5 sene iktidarda kalan Ömer b. Abdülaziz’in dışında bu genel kurala istisna olarak getirebileceğiniz ikinci bir örnek yok. Raşid Halifeler, Halife-i Resulullah, yeni peygamberin halifesi ünvanını kullanırken Muaviye Allahın Halifesi ünvanını kullanmaya başlar başlamaz bütün tarih bu istikamette gelişiyor. Daha ilk karşılaşmada, yani Muaviye ile Hz. Ali’yi karşı karşıya getiren çatışmada kazanan taraf siyaseti sonuç alma sanatı olarak gören taraf oluyor; samimi-muhlis, ahlâk ve vicdan sahibi taraf yani Hz. Ali kaybediyor. İslâmiyet’i yumurta kapıya dayandığı zaman, yani Mekke’nin fethi üzerine kabul eden Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye, onca zorluğa göğüs gerenler ve fedakarlıkta bulunanlar karşısında muzaffer taraf oluyor. Ben derim ki, Machiavelli’nin Muaviye’den haberi olsaydı, Hükümdar’ı yazmak yerine onun biyografisini kaleme almakla yetinirdi.

Hz. Ali-Muaviye karşılaşması ile benim somutlaştırdığım bu ikilemi Ali Bulaç yazısında: “Dinin ruhu olan ‘ihlas’  ve iktidar mücadelesi verirken meşruiyetini dine dayandıranlar” olarak formüle ediyor.  Sonra sıfat ile mevsuf arasındaki farkı hatırlatıyor ve: “Din istismarında mevsuf olan din değildir” hükmünü veriyor. Bütün aklımla, birikimimle ve kalbimle bu hükme katılıyorum. Çok önemli bir ortak paydaya ulaşmış oluyoruz. Aynı hükmü hulus-u kalb ile laiklik için verebiliriz. Laikliğin mevsufu din değil siyasettir. Laiklik dini değil, siyasi çıkarları için dinî meşruiyet arayanları, (resmi jargonla) “kutsal din duygusunu istismar edenleri” hedef alır. Laiklik dini, siyasi rekabet alanının dışında tutmak için (istismar konusu olmaktan çıkarmak adına) icat edilmiş bir ilkedir.

Ali Bulaç’ın kavramlaştırmasını ve muhakemesini takip ederek bir sonuca ulaşmaya çalışıyorum; şöyle soruyor: “Eğer tarihte din adına otokrat yönetimler, saltanat rejimleri ve krallıklar kurulduysa din istismar edildi demektir. Peki, istismar ile din arasında zorunlu, ontolojik bir ilişki mi var?” Sonrasında getirdiği delillerle (Asli kaynakların istismarı yasaklaması ve İslâm alimlerinin bu istismara karşı mücadelesi) “din özü itibarıyla kötü olduğu için istismara izin verdiği” tezini haklı olarak çürütüyor ve bizi sorunu çözeceğimiz, doğru soruyu soracağımız yere getiriyor. Ben diyorum ki: “İstismar ile din arasında özü itibariyle zorunlu bir ilişki mevcuttur, ancak bu ilişki dolaylı bir ilişkidir. Din ulvi duyguları, ahlaki endişeleri, insan hayatını yaşanır kılan kutsallığı temsil ettiği ve çok saygı gördüğü için, sınır ve ilke tanımayan siyaset her zaman (genel kural olarak) bu güçlü ve saygın alanı kendi çıkarları için istismar eder.” Tarihin genel kuralı budur, aksine örnek bulmak çok nadir ve çok zordur. Eğer bu söylediğim doğruysa; siyasetin dini istismar etmesini ve iktidar rekabetinin dinin meşruiyetine dayanarak daha acımasız ve kan dökücü hale getirmesini engelleyecek bir yol yöntem bulmak zorundayız. Laiklik, yani dini devletin, yani iktidar mücadelesinin dışında tutmak. İnsanlığın bulabildiği başka bir çözüm yoktur.

İki önemli husus öne çıkıyor:

  1. İslâmiyet’i, İslam Şeriatini değil bütün dinler için geçerli evrensel-tarihsel bir durumu tartışıyoruz. Bu mevzuyu tartışabilmek için teoloji-sosyoloji seferberliği gerekiyor.
  2. Dini veya dinleri değil, siyaseti, siyasetin (din üzerinden kazandığı) meşruiyeti, siyasî rekabetin istismara kapanmasının yolunu-yöntemini yani laikliği tartışıyoruz.

Bulaç’ın İslâm dünyasından ve Batı’dan verdiği laikliğe dair kötü örnekler laiklik prensibinin varoluş sebebine, dolayısıyla laikliğin kendisine aykırı. Bulaç’ın din ve istismar arasında sorguladığı ontolojik bağdan haklı olarak dinin kötü olacağı anlamının çıkamayacağı gibi, sadece basit bir ilke olan laikliğin istismar edilmesinden onun da özü itibariyle kötü olduğu anlamı çıkartılamaz.   Ali Bulaç’ın son cümlesinden yola çıkarak laiklik istismarının benzer aykırılığını gösterebiliriz. Sizi yazının başına dönme zorluğundan kurtarmak için tekrarlıyorum:  “İnsanda, insanın doğasında dini, Şeriat’ı, aklı, bilimi, felsefeyi, laikliği istismar eden bir şey var. O şey nedir?”

Örneği Ali Bulaç’ın yetkin olduğu bir alandan Sosyoloji’den vereceğim: Sosyoloji ilminin kurucusu diye bildiğimiz Auguste Comte gerçekte bir bilimin değil bir dinin (laik bir dinin) kurucusudur. “Beşeriyet dini” (La sociocratie) adını verdiği bu din 30 yaşlarında bir kadının mabude olarak kabul edildiği, bilimin dini-kutsal ritüellerle, bilim rahipleri tarafından öğretildiği bir bilim dinidir. İstismarın dik alası, bir bilimi temellendirebilmek için yeni bir din kuruyor adam.

Doğru, istismar eden insandır; insanın doğasıdır. Hatta din adı verilen ahlâk öğretilerinin varlık sebebi insanın bu her şeyi istismara mütemayil doğasını terbiye etmek, onu hayvanlıktan uzaklaştırıp yüceltmek içindir. Laiklik de bir yönüyle dini bu asli yüksek yerinde tutmak, siyasetin tasallutundan kurtarmak içindir.

Evrensel bir durumdan söz ettiğimize göre evrensel literatüre müracaat etmeliyiz. İnsan doğasına ve inancın-dinlerin bu doğayı değiştirmekteki başarısızlığına, tersine dinlerin kötülücül güçlerin elinde nasıl bir zulüm aracına dönüştüğüne dair en dindarane yazılmış metinlerden biri, Dostoyevski’nin Karamozof Kardeşler romanında, romanın akışından bağımsız yer alan “Büyük Engiztörcü” başlıklı 5-10 sayfalık metindir. Çok sarsıcı, ihtilalci bir metin. Tam da tartıştığımız konu: İnsanın doğası. 16. Yüzyıl’da Hz. İsa, Mesih sıfatıyla yeryüzüne iniyor, Engizisyon İspanyası’nın Seville kentine geliyor. Mucizelerini gösteriyor ve onun gerçekten İsa-Mesih olduğunu anlayan Büyük Engizitörcü hemen yakalatıp zindana atıyor.

Metinde Hz. İsa hiç konuşmuyor, öbürü yani Engizitörcü sürekli insanları ve O’nu suçluyor: Açgözlü, sadece karınlarını doyurmanın peşindeki “zayıf ve adi bir varlık” olarak nitelediği insanlardan bahsederken “Etrafına bak ve kendin karar ver. Kendinle eşit düzeye yükseltmek istediğin varlıklar bunlar mı?” Sonra güce-iktidara sahip olmanın Tanrı’ya bağlı olmaktan daha önemli olduğunu anlatıyor:  “Biz sana bağlı değiliz, «ona» bağlıyız. İşte bizim sırrımız bu. Çoktandır artık seninle değiliz. Sekiz yüz yıldır artık «onunlayız» Sen onun sana sunduğu son hediyeyi (krallığı-siyaseti kastediyor) reddettin; bizler işte o reddettiğin şeyi sekiz yüz yıl önce ondan aldık. O sana dünyanın bütün krallıklarını göstermişti, sen reddettin! Biz ondan Roma’yı ve Sezar’ın kılıcını alarak kendimizi dünyanın kralları olarak ilân ettik. İsimizi bugüne dek daha tam olarak sona erdiremediğimiz halde, bizden başka kral olamayacağını bildirdik. Ama bunun suçu kimdedir? «Gerçi, doğrusu, yaptığımız iş daha başlangıcındadır. Ama başlamıştır bir kez. Daha bitmesine çok uzun bir süre vardır ve dünya daha çok çile çekecektir. Ama eninde sonunda amacımıza varacağız ve birer Sezar olacağız. O zaman işte bütün dünyadaki insanların mutluluğunu düşüneceğiz. Söz gelmişken söyleyeyim, sen de daha o zaman Sezar’ın kılıcını alabilirdin. Neden o son sunulan hediyeyi reddettin? Eğer o kudretli ruhun üçüncü öğüdünü kabul etmiş olsaydın, insanın dünyada aradığı herşeyi gerçekleştirmiş olurdun: Böylece insanlar kime tapacaklarını, vicdanlarını kimin eline bırakacaklarını ve nasıl olup da sonunda hep birlikte hiçbir tartışmanın olamayacağı, herkesin birbirine uyacağı bir karınca yuvası haline gelebileceklerini bilirlerdi. Çünkü insanların üçüncü ve son çilesi bütün dünyadaki insanları birleştirmek ihtiyacıdır, insanlık daima tüm olarak bütün dünyada tek bir düzen içinde yaşamak amacını gütmüştür. Büyük tarihleri olan bir çok büyük milletler yaşamıştır. Ama bunların arasında hangileri daha çok yükselmişse, o milletler daha mutsuz olmuşlardır, çünkü onlar dünyadaki bütün insanların birleşmeleri ihtiyacını öbürlerinden daha kuvvetli olarak duymuşlardır. Büyük fatihler, Timur’lar, Cengiz Han’lar bütün dünyayı fethetmek amacıyla yeryüzünden birer fırtına gibi geçip gittiler. Onlar bile gerçi bilinçsiz olarak, ama bütün dünyadaki insanların birleşmeleri, tek bir tüm haline gelmeleri için duyulan o en büyük ihtiyacı açığa vurmuşlardır. «Eğer sen dünyayı ve Sezar’ın tacını kabul etseydin, bütün dünyada bir krallık kurmuş, bütün dünyadaki insanlara huzuru sağlamış olurdun. Çünkü insanları, onların vicdanlarına hâkim olan, onların ekmeğini ellerinde tutanlardan başka kim idare edebilir? Biz Sezar’ın kılıcını aldık, onu aldıktan sonra da tabiî Seni reddederek «Onun» arkasından gittik. Gerçi özgür akıl daha yüzyıllar boyu şerefsizce işler yapacak, insanlar daha yüzyıllar boyu birbirleriyle uğraşıp didinecekler ve birbirlerini yiyeceklerdir.” Metinde “O” denilen kişi “Şeytan”dır.

Sonuç: Demek ki din/şeriat, laiklik ilkesini değil siyasetin tasallutunu, iktidar mücadelesinin (dini istismar etmeden, dinin meşruiyetini iktidara vasıta olarak kullanmadan) adil ve eşit bir rekabet konusu olarak tutulmasının yol ve yöntemini tartışıyoruz aslında. Din-Şeriat bu belalı soruna bir çözüm bulabilmiş mi? Cevabı nerede arayacağız?

 

Kaynak: Farklı Bakış



Anahtar Kelimeler: Siyasetin İstismarına engeli ?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz