Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Yazarlar (4) Kötü Topraklar, (5) Özgürlüğün, toprağın ve tarihin gaspı ve (6) “Ölünceye kadar zulme boyun eğmeyen…”

Halil Berktay'ın yazıları; (4-6)

Yazarlar (4) Kötü Topraklar, (5) Özgürlüğün, toprağın ve tarihin gaspı ve (6) “Ölünceye kadar zulme boyun eğmeyen…”

(4) Kötü Topraklar

Halil Berktay

 -

25 Mayıs 2020

37

 

24-25 Mayıs 2020] Fizikî coğrafyada badlands diye bir deyim var. Öncelikle bir cins isim. Çorak arazi, ya da çorak arazinin özel bir türü oluyor. Ben birazdan daha iyi anlaşılacak nedenlerle Kötü Topraklar diye çevireceğim. Taşkürenin sert kayaç tabakalarının üzerindeki gevşek regolit örtüsü, killi toprak ve görece yumuşak tortul kayalar onbinlerce yıl boyu su ve rüzgâr aşınmasına uğrarsa, işte aşağıdaki resimlerde gördüğünüz gibi, dik yamaçlı, su tutmayan, bitki varlığının asgaride olduğu bir topoğrafya zuhur ediyor. Türkiye’de, Ürgüp-Göreme havalisinin “peri bacaları”nda gözlenebilir.

ABD’de, Kuzey ve Güney Dakota, Montana, Arizona ve Nebraska eyaletlerinin önemli bir bölümü bu özellikte. Nitekim buralara artık bir özel isim olarak Badlands deniyor. Zaten aşağıda soldaki fotoğraf Güney Dakota’daki Badlands Ulusal Parkı’nın, sağdaki ise Montana’daki Makoshika Eyalet Parkı’nın bir bölümü. Bu Makoshika adı ilginç. Sioux’ların Lakota ve Dakota diye iki büyük kolundan söz etmiştim (bkz 19 Mayıs, Kolomb’dan önce onlar vardı). Lakota ulusunun dilinde mako sica “kötü toprak,” “aşınmış toprak” veya “kötü ruhların toprağı” demek. Daha doğudaki yurtlarından 1700’lerin sonlarında göçüp kondukları bu diyarları böyle anmaya başlıyorlar. Belki bunun da etkisiyle, ikinci aşamada Fransız-Kanadalı kürk tacirleri de les mauvaises terres diyor. Oradan İngilizceye badlands diye sıçrıyor. Büyük harfle Badlands olarak kalıcılaşması, bu geçişlerin üzerine oturuyor.

19. yüzyıl ortalarına geldiğimizde, işte bu Kötü Topraklar, Sioux’ların yayılma alanı. Ama iş orada bitmiyor. Çünkü durmuyor, Beyazların doğudan batıya göç seli. Yeni yerleşimci-kolonizatör dalgaları ile Yerliler arasındaki gerilim giderek tırmanıyor ve 1854-1890 arasının Sioux Savaşları’na yol açıyor. Kabilelerin bir kısmı boyun eğip giderek küçülen rezervasyonlara tıkılmayı kabullenirken, diğerleri zaman zaman direniş patlamaları gösteriyor.

İşin içine kabileler-arası rekabet de giriyor. Tarihte hiçbir imparatorluk yoktur ki yerli aracı ve işbirlikçileri olmadan varolabilsin, ya da böyle işbirlikçiler peydahlamadan ilerleyebilsin. Bu, Çin ile Orta Asya’nın atlı göçebeleri arasındaki ilişki için de geçerli, Roma ile Galyalılar ve Germenler arasındaki ilişki için de, İngilizler ile Hindistan arasındaki ilişki için de. ABD yönetimi de bu tür çatlaklardan sonuna kadar yararlanıyor. Örneğin Badlands’in bir bölümünü kendisine yandaş gördüğü Crow ulusuna veriyor; 1868’de burada bir Crow Yerli Rezervasyonu kuruyor. (Rus Çarlığının genişlemesi karşısında Kafkasya’dan kaçan sığınmacıları, getirip Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’daki Batı Ermenilerinin burnunun dibine yerleştirmek gibi bir şey.) Little Bighorn vâdisi de bu yeni Crow rezervasyonu içinde kalıyor. Sioux’lara ise gene 1868 Antlaşması çerçevesinde Black Hills bölgesi veriliyor. Güya buraları artık ebediyyen onların olacak. Fakat buralarda altın bulunduğunda bütün bu sözler derhal unutuluyor. Hükümet önce Black Hills’i fiilen Beyaz yerleşimcilere açıyor ve ardından bölgeyi Sioux rezervasyonun sınırları dışına çıkarıyor (Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ndeki kanunsuz Yahudi yerleşimlerine İsrail hükümetinin önce göz yumması ve sonra meşrulaştırması misali).  Dolayısıyla Sioux’lar kendilerine vâdedilen toprakların bir bölümünden kovuluyor. 1876’da Little Bighorn vâdisine girdiklerinde ise Crow’lar Amerikan ordusunu yardıma çağırıyor. Ve bütün bunlar bizi 1876 Sioux Savaşı’na getiriyor.

Orta Batı düzlüklerinin Ova Kabileleri arasında yılın en önemli inanç ve ibadet olayı, Güneş Dansı diye bilinen tören. 1876 ilkbaharı sona ererken, Lakota ve Cheyenne yerlileri  Montana’daki Rosebud Deresi kıyılarında büyük bir Güneş Dansı düzenliyor. Onlara reervasyonlarından kaçanlar da katılıyor. Kendi avcı-toplayıcı ölçülerinde hayli kalabalık, yani 3-5 binlik bir grup oluşturuyorlar. Buna karşı Amerikan ordusu Lakota ve Cheyenne’leri tekrar rezervasyonlarına tıkmak için harekete geçiyor. Süvari ve piyade birlikleriyle üç koldan ilerliyorlar. Ancak önce General George Crook’un kumandasındaki kol Rosebud Deresi muharebesinde, Crazy Horse (= Çılgın At) liderliğindeki Lakota ve Kuzey Cheyenne savaşçılarınca durdurulup geri çekilmeye zorlanıyor. Genellikle uzun süreli çatışmalara girmeyip hızlı vur-kaç taktikleriyle yetinen Yerliler, bu sefer (çoğu tarihçinin bir savaş başbuğu olarak Crazy Horse’un önderlik ve örgütleyicilik kapasitesine bağladığı) beklenmedik bir direnç gösteriyor. Amerikan subaylarından biri (bkz en tepedeki, zamanın resimli dergilerinden birinden alınma tablo) çarpışmayı şöyle anlatıyor: “Yeryüzünün en iyi süvari askerleriydi. Bize doğru saldırırken kendilerini pek az gösteriyor; bir bacaklarını atın sırtına sarar ve bir kollarıyla da boynuna asılırken, atlarının boynunun altından [tüfekle] ateş ediyor veya mızraklarıyla dürtüyor, dolayısıyla bize hemen hiç hedef vermiyorlardı.” Sonuçta Crook’un taarruz kolunun zayiatı, bir rapora göre 28 ölüyü ve 56 yaralıyı buluyor.

Bu, Yerlilerle çarpışmalarında Amerikan ordusu için olağanüstü yüksek bir rakam. Ama hemen on gün içinde çok daha kötüsü geliyor. Hükümet birliklerinin üç kolundan biri, delifişek Yarbay George Custer komutasındaki 7. Süvari Alayı. 12 bölükte 700 askerden oluşuyor. Lakota, Kuzey Cheyenne ve Arapaho kabileleri, Little Bighorn nehrinin karşı kıyısında geçici bir köy kurmuş. Custer gücüne mağrur. Yerlilere ilişkin ırkçı bir küçümseme taşıyor. Kaç bin savaşçıyla karşı karşıya gelebileceğinin farkında değil. Bıraksa, bir iki gün içinde kendiliğinden dağılacaklar (çünkü avcı-toplayıcılık yoluyla o kadar büyük ve toplu bir nüfusu daha uzun süre beslemek olanaksız). Ama hayır, fırsat bu fırsat, şunları ezelim diye taarruz emri veriyor. Üstelik müfrezesini de üçe bölüyor ve kendisi beş bölük süvariyle saldırıyor.

Sonuç hüsran. Gene Crazy Horse liderliğindeki birkaç bin savaşçı ânında teepee’lerinden fırlayıp atlanarak, daha nehri geçmesine bile imkân vermeden Custer’ı bir tepe üstünde kuşatıyor ve toptan imha ediyor. Custer’in kendisi, iki kardeşi, bir yeğeni ve bir kayınbiraderi dahil, toplam ölü 268, ağır yaralı 55 (bunların da 6’sı sonradan ölecek). Medenîleştirme misyonu ve “aşikâr alınyazısı” ideolojisiyle 19. yüzyılın Amerikan milliyetçiliği tarafından, Custer kahramanlaştırılacak. Son nefesine kadar savaşması da Custer’s Last Stand (Custer’in Son Direnişi) adıyla ölümsüzleştirmek istenecek (bkz en tepedeki başlık resmi). Gelgelelim, 25-26 Haziran 1876’nın Little Bighorn muharebesi, bütün Kızılderili Savaşlarında ABD ordusunun uğradığı en büyük yenilgiyi, Yerlilerin ise en büyük zaferini temsil ediyor.

 

(5) Özgürlüğün, toprağın ve tarihin gaspı

1890 sonunun Wounded Knee Katliamı’nda Lakotalardan 90 erkek, 200 kadar da kadın ve cocuk öldü; 4 erkek ile 47 kadın ve çocuk yaralandı. Ordunun ise 25 ölü, 39 yaralı verdi. Sonrasında ABD Kongresi yirmi askeri Şeref Madalyasıyla ödüllendirdi. Lakotalar ise alelacele kazılan bir toplu mezara gömüldü.

Halil Berktay

 -

26 Mayıs 2020

5

[25 Mayıs] Yerli Amerikalılar topraklarından edildikleri gibi kültürleri ve tarihlerinden de edilmek istendi. Hemen bütün ulus-devlet kuruluş süreçlerinin ortak paydasıdır aslında. Birileri girer, kazanır, fetheder ve sonra getirip kendi dâvâsının muzaffer fatihlerinin heykellerini diker; ortak tarihimiz budur der. 19. yüzyılın Amerikalı büyük toprak sahipleri, malikânelerinde doğan köle çocuklarını da mülk edinip kendi soyadlarını verir. 1919-20’de fevkalâde kıymete binen Kürtler, Millî Mücadele kazanıldıktan sonra dışlanır, ötelenir ve aslında Türk (Dağ Türkleri) oldukları, ama karda yürürken kart kurt sesleri çıkardıkları için Kürt dendiği gibi teoriler icat edilir.

İzmir’in ortası bir zamanlar yangın yeriydi. Yunan ordusu geri çekilirken ateşe vermedi İzmir’i. Bu da sonradan uydurulan bir efsanedir. Büyük İzmir Yangını, Türk ordularının 9 Eylül 1922’de şehre girmesinden dört gün sonra, 13 Eylül’de başladı ve 18 Eylül’e kadar sürdü. Bütün şehre de yayılmadı. O zamanlar Basmahane ile Rıhtım arasındaki düzlüğü kaplayan Rum ve Ermeni mahallelerini kavurdu geçti. Kozmopolitliği ile İttihatçıları ve Kemalistleri rahatsız eden Gâvur İzmir böyle yokoldu. Şehrin göbeğindeki o çirkin kara leke on dört yıl öyle kaldı. Üzerine Kültürpark inşa edildi. 1 Ocak 1936’da açıldı. Yangını toplumsal bellekten sildi. Modernist Türk milliyetçiliğinin anıtı ve sembolü oldu.

*          *          *

Sioux’ların başına gelen de bir yere kadar bundan çok farklı değil. 1876’da Little Bighorn muharebesini kazandılar ama sonrasında tabii ABD’nin muazzam gücüne sürekli meydan okuyamadılar. Amerikan İç Savaşının ünlü kuzey başkomutanı Ulysses S. Grant, 1872’de ikinci defa seçildiği cumhurbaşkanlığının sonlarına geliyordu. Siyahların kölelikten kurtulması dâvâsında yer almıştı ama Yerli Amerikalılara karşı ırkçı ve amansızdı. “Ya eğitimin ve medeniyetin ıslâh edici etkileri” diyordu, “ya da topyekûn imha savaşı.” Bir yandan, küçük avcı-toplayıcı savaş gruplarının arazide uzun süre kalacak takati yoktu. Kış yaklaştıkça rezervasyonlara ve ticaret noktalarına yaklaşmak zorunda kaldılar. Diğer yandan ise ordu tam ters yönde taktik değiştirip, kalelerinden çıkarak Lakota ve Cheyenne yaşam alanlarında sürekli kamp kurdu. Saldırılara karşılık vermekle yetineceğine, kendisi Yerlilerin köylerini basıp erzak stoklarını yoketmeye girişti. Sonunda önce Cheyenne, ardından Lakota kabileleri boyun eğdi. (28 Şubat) 1877 Anlaşmasıyla ABD, bütün Sioux topraklarını resmen ilhak etti ve hepsini daimî rezervasyonlara kapattı.

En son Mayıs’ta, beraberindeki küçük savaşçı grubuyla birlikte Crazy Horse da teslim oldu. Başlangıçta, esir veya suçlu muamelesi yapılmadı. Kaldığı rezervasyonda iyi muamele gördü. Derken tepesinde Beyaz intikamcılığının bulutları dolaşmaya başladı. Kaçıp tekrar isyan etmeye hazırlandığına dair söylentiler çıkarıldı, yanlış çeviriler yapıldı, sahte raporlar düzenlendi (tanıyor muyuz, bu derin devlet davranış biçimlerini?). Önce hakkında nakil emir çıkarıldı. 5 Eylül 1877 sabahı rezervasyondan alınıp, sıkı koruma altında Fort Robinson kalesine doğru yola çıkarıldı. Akşam vardıklarında, refakatçi birliğin komutanı teğmenden, Oglala savaş başbuğunu günün nöbetçi subayına teslim etmesi istendi. Meğer tutuklanıp karanlıkta, kimseler görmeden Tümen Komutanlığına yollanması yolunda gizli emir varmış. Nöbetçi yüzbaşı da Crazy Horse’u alıp nöbetçi kulübesine kapatmak istedi. Tutuklanmakta olduğunu anlayan Crazy Horse nöbetçilerle boğuşmaya başlayınca, kapının hemen önünde bir çavuş tarafından süngülendi (işte size kusursuz bir yargısız infaz mizanseni). Doktor müdahalesine rağmen kurtarılamayıp gece geç saatlerde can verdi.   

Bu cinayet dahi Sioux Savaşlarını sona erdirmeye yetmedi. ABD yönetiminin Lakota ulusunca kutsal Black Hills yöresinin altın ve sair doğal zenginliklerine mutlak surette el koyma çabaları çerçevesinde, 29 Aralık 1890’da, Güney Dakota eyaletinin sınırları içindeki Lakota rezervasyonunda Wounded Knee Katliamı gerçekleşti. Önceki gün süvari birliklerince yolları kesilen, Lakota ulusunun (İngilizce yazılışlarıyla) Miniconjou ve Hunkpapa klanlarından bir grup, Wounded Knee Deresi kıyılarına sürülüp kamp kurmaya zorlanmış; daha sonra kamp, bir hafif top bataryası dahil takviye birliklerince çepeçevre kuşatılmıştı. 29 Aralık sabahı askerler Yerlileri silâhsızlandırmak için kampa girdiği sırada bir tüfek muhtemelen kazara patlayınca 7. Süvari Alayı derhal ateş açtı. Silâhlar sustuğunda manzara korkunçtu. Lakotalardan 90’ı erkek, 200 kadarı kadın ve cocuk olmak üzere toplam 300’ü ölmüş, (4’ü erkek, 47’si kadın ve çocuk) 51’i de yaralanmıştı. Ordunun kayıpları ise 25 ölü, 39 yaralıydı. Sonrasında Kongre yirmi askeri Şeref Madalyasıyla ödüllendirdi. Lakotalar ise alelacele kazılan bir toplu mezara gömüldü.  

*          *          *

Bütün bunlar bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… meydana geldi. Üzerinden yıllar geçti. Neyse ki ABD hep daha çok demokrasi yönünde gelişti. Türkiye’yle kıyaslanmayacak derecede özgür, çok-sesli, çok-kültürlü bir topluma evrildi. En azından, tek bir görüş ve yorumun mutlak hegemonyası gerçekleşmedi. Hâlâ da baskın “Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan” (kısaca WASP: White, Anglo-Saxon, Protestant) kimliği ve aidiyetine karşı başka kimlikler de en azından temsil sahnesine çıkabildi, tanınmak uğruna mücadele verebildi.

Bu, tarihin de kirletilmediği, yüzde yüz gaspedilemese de en azından gaspedilmek istenmediği anlamına gelmiyor, kuşkusuz. Şimdi anlatacağım küçük serüven de bu mücadeleyle ilgili. Little Bighorn Muharebesi’nden yaklaşık elli, Wounded Knee Katliamı’ndan otuz küsur yıl sonra, Güney Dakota’nın resmî eyalet tarihçisi Jonah Robinson (tam adıyla Jonah LeRoy “Doane” Robinson, 1856 – 1946), işte o meşhur Black Hills yöresinin sert granit yamaçlarının bir dizi heykelle traşlanıp (turistik açıdan çekici olacağını umduğu) büyük bir anıta dönüştürülmesi önerisini ortaya attı. Robinson’ın ilk fikri bir tür çok-kültürlülük örneğiydi. 1803-1806 arasında Pittsburgh’dan yola çıkıp Pasifik kıyısına ulaşan ilk büyük keşif seferinin liderleri (yüzbaşı) Lewis ve (teğmen) Clark’ı; onların Yerli kadın rehberi, Şoşone kabilesinden Sacagawea’yı; asker, izci, bizon avcısı ve showman “Buffalo Bill” Cody’yi; ünlü Oglala Lakota şefleri Red Cloud (Kızıl Bulut; kendi dilinde Mahpiya Luta) ile Crazy Horse’u (Çılgın At; kendi dilinde Thasunke Witko) kapsıyordu. Robinson’a göre bunların hepsi, Amerikan Batısı’nın kahramanlar galerisini oluşturmaktaydı.

Olmadı, olamadı. Çeşitli açılardan olamadı. Bir yandan, başlı başına anlamlı bir isim değişikliği yaşandı. Black Hills, Sioux’lar için kutsal bir alandı. İtiraz ettiler ama durduramadılar. Pazarlığa oturdular ama sonuçta kararlaştırılan tepenin Lakota dilindeki adı ve anlamını dahi koruyamadılar. Onlar bu noktaya efsanevî atalarına atıfla “Altı Büyükbaba” (Thunkasile Sakpe) veya “Kugar [Puma] Dağı” (İgmuthanka Paha) diyordu. Ünlü zengin ve yatırımcı Charles E. Rushmore diye biri, 1885’ten itibaren buralara gelip avlanmaya ve altın aramaya başladı. Ne yapıp yaptı; ABD Coğrafî İsimler Kurulu 1930’da “Altı Büyükbaba”nın adının resmen Mount Rushmore (Rushmore Tepesi) olmasına karar verdi.

İkincisi, içerik yerellikten ve çoğulluktan çıktı; ulusallık adı altında WASP oluverdi. Robinson’ın anlaştığı heykeltraş Gutzon Borglum, daha baştan tercihini çok-kültürlü bir galeri değil, Amerikan ulusunun doğuşu, büyüyüşü, gelişmesi ve ayakta kalmasını simgeleyecek, dolayısıyla daha geniş bir kitleye hitap edecek dört cumhurbaşkanı yönünde kullandı. Proje bu şekliyle zamanın Güney Dakota senatörünce benimsenip Kongre’ye taşındı. “Çağdaş toplumun ve demokrasinin zaferi”ni temsil edecek; “Amerikalılar için, Amerikalıların kafasında doğup planlanmış ve Amerikalıların elleriyle gerçekleştirilmiş bir eser” için bütçe tahsisatı sağlandı ve 1929’da Başkan Calvin Coolidge tarafından da onaylandı.

1941’de tamamlandı. En tepede gördüğünüz, (sol başta) George Washington (1732-1799), (soldan ikinci) Thomas Jefferson (1743-1826), (sağ başta) Abraham Lincoln (1809-1865) ve (soldan üçüncü) Theodore Roosevelt’in (18158-1919) 18 metre yüksekliğindeki büstlerinden oluşan Rushmore Tepesi Ulusal Anıtı (Mount Rushmore National Memorial) bu şekilde vücut buldu.   

Devlet, egemen ideoloji ve özel kapitalizm birleşti; bu sonuç çıktı. Küçük bir problem vardı (ve var) tabii. Bütün o Kötü Toprakların en eski sahibi Lakota Sioux’ları için bu anıt bağırlarına saplanmış bir hançer gibiydi. Özgürlükleri yokedilmiş, toprakları ellerinden alınmış, bir de üzerine bu fetih simgesi dikilmişti. Kutsal bildikleri her şeyin ayaklar altına alınması anlamına geliyordu. fffffffffff

(6) “Ölünceye kadar zulme boyun eğmeyen…”

Sizce başlıktaki söz, Amerika’da yapılmış ve Amerika’nın coğrafyasında gezinen bir televizyon programında, kimin için söylenmiş olabilir? Kim hak etmiştir, haydi tamamını da söyleyeyim, şu “ölünceye kadar zulme boyun eğmeyen bir yerli savaşçı” tarifini?

Halil Berktay

 -

28 Mayıs 2020

6

[26 Mayıs 2020] İki haftayı geçmiş. 7 Mayıs gecesi, National Geographic Wild kanalında bir belgesel izliyordum, biraz uyuşmuş vaziyette. Kamera Badlands’de ve Rushmore Tepesi Ulusal Anıtı’nda geziniyordu ki, ansızın bu cümle çalındı kulağıma: … a memorial for a Native warrior who resisted repression to his dying day. So nefesine kadar zulme direnen bir Yerli. Onun adına inşa edilmekte olan bir anıt. Canlanıverdim. Mount Rushmore’un neredeyse burnu dibindeki ve ona bilinçli bir alternatif oluşturan, henüz bitmemiş (ve belki bitmeyecek) Crazy Horse Anıtı kastediliyordu.

Kimdi, neydi bu Crazy Horse (ya da asıl adıyla Thasunke Witko), hatırlayalım önce. Son iki yazımda kısaca değinmiştim. Sioux’ların Lakota kolunun Oglala klanı veya kabilesinin ünlü bir savaş başbuğuydu. Her bakımdan devlet-öncesi bir konumu ve işlevi vardı. Irsî değildi; sırf kendi cesareti ve becerisiyle edinmişti. Formel bir emir-kumanda hiyerarşisini de değil, daha çok her seferinde tazelenmesi gereken son derece kişisel ve karizmatik bir önderliği temsil ediyordu. Kabile toplumu (tribal society) insanlık tarihindeki en evrensel aşamadır. Biraz daha gelişirse (gelişince) şefliklere dönüşür (chiefdoms). Oradan da (geçilirse) devlete geçilir. 19. yüzyılda Sioux’lar kabile düzeni ile şeflik düzeni arasında bir yerdeydi. Romalılar İÖ 1. yüzyılda (kabaca Sezar’ın Galya’yı fethi sıralarında) Ren-Tuna hattının kuzeyindeki Germenler için “rex’leri [kralları] yoktur ama dux’ları [liderleri] vardır” diyordu. Crazy Horse’un Lakotalar nezdindeki statüsü, bu dux kavramının herhalde iki üç çentik daha gerisinde kalır. Tabii bir problem, tepelerinde heyûla gibi yükselen modern ABD devletinin yanında Yerli Amerikalıların görece çok geri ve ilkel gözükmesiydi.

Bu müthiş dengesizliğe ragmen Crazy Horse, Beyazların batıya ilerlerken Lakota kavminin topraklarını da, yaşam tarzını da çiğneyip geçmesi karşısında silâha sarıldı. İlk defa 81 askerin öldürüldüğü Fetterman Çarpışması’nda (21 Aralık 1866), ordu birliğini uzaktan kışkırtıp kendilerini kovalatarak pusuya çeken küçük grup içinde ünlendi. On yıl sonra, önce Rosebud Deresi Muharebesi’nde (17 Haziran 1876), hemen ardından Little Bighorn Muharebesi’nde (25-26 Haziran 1876) büyük rol oynadı. Yerlilere o zamana kadar göstermedikleri bir direnç ve devamlılık kazandırdı. Yoğun tüfek ateşi karşısında, Lakota, Kuzey Cheyenne ve Arapaho savaşçılarını dağılmaksızın dalga dalga hücuma kaldırabildi. Yarbay Custer’ın beş süvari bölüğünün hızla kuşatılıp imha edilmesinin başını çekti. Ancak 11 ay sonra, sosyo-ekonomik çaresizlikten Federal birliklere teslim olmaya zorlandı. Dört ay sonra da, Nebraska eyaleti topraklarındaki Fort Robinson kalesinde tutuklanmak üzereyken güya direndiği ve belki kaçacağı bahanesiyle süngülenip öldürüldü.  

Özetle, can düşmanıydı kendinden çok güçlü Federal ordu ve hükümetin. “Soylu Vahşi” (noble savage), Marx’ın ilkel komünizm idealizasyonunu haber veren bir Aydınlanma efsanesidir. Crazy Horse zorba mıydı? Evet, zorbaydı. Zalim miydi? Evet, zalimdi. Yerli kültürü içindeki varlığı ve savaşçılığı, yerine göre kafa derisi yüzmeyi; öldürdüğü askerlerin burunları ve kulaklarını kesmeyi, cinsel organlarını doğramayı; esirlere işkence yapmayı da içeriyordu. Hepsi bir parçasıydı o kahramanlık töresinin (başka birçok kabile ve şeflik toplumunda olduğu gibi). Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nın Beşinci Kitabındaki, daha 16 yaşında askere yazılan Çolak İsmail’ini hatırlayalım: “Domuzuna yiğitti. / Yozgat taraflarına jandarma gitti. / Ve Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar.” Bir kabile savaşçısı değildi kuşkusuz. Ama cesaret ile kötülüğü harmanlaması bize bu tür cengâverlik kültürleri hakkında bir şey söylüyor olmalı. Crazy Horse’un da içinde vardı bu. Böyle şiddet insanlarını mikro-ölçeklerinden, günlük hayattaki davranış biçimlerinden soyutlayıp birileri için kahraman yapan, makro-ölçekleridir; uğrunda savaştıkları dâvâ ve/ya ideolojidir. Peki, nasıl oldu da 1860’lardan 90’lara ona ve halkına diş bileyen Amerikan toplumu, zamanında çok Beyaz öldürmüş bu Oglala Lakota savaşçısını en azından bazı kesimleri itibariyle över, yüceltir ve anısını yaşatmak için heykelini yapar duruma geldi?

Bu, Crazy Horse’un pirüpaklığından çok, o toplum ve o tarihçilikle ilgili bir mesele. Özünde bir çoğulluk, çok-seslilik ve çok-kültürlülük meselesi. Her şeyden önce, olanca kusur ve lekelerine rağmen Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve 1788 Anayasası’na on önemli değişikliği içeren Temel Haklar Yasası’yla (1791) kurumlaşan Amerikan demokrasisi ve hukuk devletinin güvence altına aldığı vatandaş özgürlüğünü de, federal sistemin olanak verdiği yerellik ve alt-kimlikleri de küçümsemeyelim. ABD toprağında bir monarşi ve aristokrasi geleneği hiç olmadığı gibi, önceki yazımda da işaret ettiğim üzere, Türkiye’yle kıyaslanmayacak derecede özgür, çok-sesli, çok-kültürlü bir toplum tipi gelişti. Her zaman farklı fikirlere yer verdi. En azından, tek bir görüş ve yorumun mutlak hegemonyası gerçekleşmedi. Baskın WASP kimliği ve aidiyetine karşı başka kimlikler de temsil sahnesine çıkabildi, tanınmak uğruna mücadele verebildi. Örneğin “Doane” Robinson’ın çok-kültürlü bir galeri-anıt önerebilmesi, 1920’lerde dahi mümkün olabildi.

İkincisi, 1945 sonrasında içerde ve dışarda büyük değişimler yaşandı. Dünya çapında, Avrupa-merkezli sömürge imparatorluklarına karşı silâhlı-silâhsız bağımsızlık mücadeleleri yükseldi. Asya ve Afrika’da yeni kurulan ulus-devletler için, kolonyalizm öncesi ve sonrası tarihlerinin yeniden yazılması gündeme geldi. Benzer bir süreç Amerikan toplumunun kendi bünyesinde yaşandı. En başta, bir vakitler zenci denilenler (negroes) ırkçılığa başkaldırdı. Hem Medenî Haklar hareketiyle günlük hayattaki ırk ayırımcılığını gerilettiler. Hem terminolojiyi değiştirip kendilerini Siyahlar, sonra Siyah Amerikalılar, sonra Afrikalı Amerikalılar olarak kabul ettirdiler. Hem de 16. yüzyılın Atlantik köle ticaretinden başlayıp İç Savaştan geçerek günümüze kadar uzanan tarihlerini, bırakın çok daha özgür üniversiter tarihçiliği, asıl ilk-orta-lise müfredatına soktular. Onları öbür etnik gruplar izledi. Çin-Japon-Kore kökenli Asyalı Amerikalılar, örneğin İkinci Dünya Savaşı yıllarında toplama kamplarına kapatılmalarının hesabını sordular. Yerli Amerikalılar ise Kristof Kolomb’dan bu yana kendilerine yapılan her şeyi gündeme getirdiler.

Tarihçiler biraz da yetişme tarzları ve müktesebatları gereği en açık görüşlü çıktı ve hızlı reaksiyon gösterdi. Araştırma ufukları genişledi. Yazdıkları değişti. Batı Medeniyeti dersleri ve ders kitaplarının yerini Dünya Tarihi dersleri ve ders kitapları almaya başladı. Öte yandan geniş kamuoyu da etkilendi. Politikacıların büyüyen bir kesimi duyarlılık gösterdi — en azından, kendi seçilme şansları itibariyle göstermek, “mış gibi yapmak” zorunda kaldı. Sioux Savaşlarını alalım. ABD Posta Hizmetleri, Büyük Amerikalılar pul serisi içinde, 1982’de 13 sentlik bir pulun üzerinde Crazy Horse’a da yer verdi. ABD İçişleri Bakanlığı, 1890 Wounded Knee Katliamı’nın mahallini bir Ulusal Tarih Noktası (National Historic Landmark) ilân etti. 1990’da, yani katliamın yüzüncü yıldönümünde, Kongre’nin her iki bileşeni, yani Temsilciler Meclisi ve Senato, katliamdan duyulan “derin üzüntü”yü dile getiren bir karar tasarısını benimsedi.

Crazy Horse Anıtı’na ise bunlardan çok önce başlandı. Lakota Yaşlılarından Henry Standing Bear (= Henry Ayakta Duran Ayı), daha 7 Kasım 1939’da Mount Rushmore’daki dört başkan anıtında Gutzon Borglum’un yanında çalışan Polonya kökenli Amerikalı heykeltraş Korczak Ziolkowski’ye bir mektup yazıp, “Diğer şef kardeşlerim ve ben Kızılderili adamın da büyük kahramanları olduğunu beyaz adamın bilmesini isteriz” dedi. Aynı zamanda İçişleri Bakanlığı Müsteşarı’na yazıp, Rushmore Tepesi’ne yaklaşık 30 kilometre mesafedeki çorak ama oglala Lakota için kutsal Thunderhead Mountain’ın (= Gökgürültüsü Tepesi’nin) Crazy Horse anıtına tahsis edilmesi karşılığında kendisine ait 365 hektarlık verimli araziyi teklif etti. Hükümet öneriyi olumlu karşıladı. ABD Ormancılık Dairesi gerekli izni verdi. Şef Standing Bear devletten para almaktansa Amerika Yerlilerinin kaderiyle ilgilenen nüfuzlu kişilerin desteğine yöneldi. Kâr amacı gütmeyen Crazy Horse Anıtı Vakfı kuruldu. Anıtın yanısıra Kuzey Amerika Yerlileri Müzesi ve Yerli Amerikalılar Kültür Merkezi kurulması da öngörüldü.

Anıtın kendisine 1948’de başladı ve bugün de tamamlanmaktan çok uzak gibi. En tepede sağda maketini görüyorsunuz; Crazy Horse at koşturuyor ve ufku gösteriyor. Bir gün biterse uzunluğu 195 metre ve yüksekliği 172 metre olacak. Crazy Horse’un kolu 80 metre uzanacak. 27 metre boyundaki başı, Mount Rushmore anıtındaki 18 metrelik kafaları gölgede bırakacak.

Fazla figüratif mi acaba? Çanakkale savaş meydanlarındaki aşırı realist, hayal gücüne hiçbir pay bırakmadığı izleyiciyi zorla endoktrine etmeye kalkan, dolayısıyla çok kötü, Jdanovcu kötü bazı heykellerini hatırlar gibi oldum. Oysa en tepede, soldaki haline bakarsanız, herhalde  böylesi daha iyi. Michelangelo’nun âdetâ taştan doğmak için çırpınan (aşağıdaki) dört esir veya kölesi gibi, Crazy Horse’un yüzünün de doğadan, dağ yamacından fışkırmışçasına kalması çok daha iyi.

Amerika adına sevinebiliriz, bu olgunluğa ulaştığı için. Bize gelelim. İster ders kitaplarımızda, ister meydanlarımızda, Türkiye tarihinin yenik ve eziklerinin anıları, öyküleri, heykelleri nerede?



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz