Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

SPOR; AKLINI, RUHUNU VE BEDENİNİ BİR ARADA ÇALIŞTIRABİLME İRADESİSİR

Araştırmacı yazar Ümit AKTAŞ, Özgün İrade Dergisi 2019 Eylül sayısı için milli tekvandocu Mehmet Kani Polat ile, sporun; akıl, ruh ve beden sağlığına yönelik tarafları ile ilgili bir röportaj gerçekleştirdi.

SPOR; AKLINI, RUHUNU VE BEDENİNİ BİR ARADA ÇALIŞTIRABİLME İRADESİSİR

Spor; Aklını, Ruhunu ve Bedenini Bir Arada Çalıştırabilme İradesidir

RÖPORTAJ: ÜMİT AKTAŞ

Mehmet Kani Polat, henüz yirmisinde çalışkan ve fedakâr bir delikanlı. İstanbul’da üniversite öğrencisi. Günlük hayatına birçok şeyi sığdırabilecek kadar inanç ve azim sahibi bir genç. Okul, dersler, okul dışı okumalar ve hayatında önemli bir yeri olan spor onunla sürekli beraber. Mehmet Kani’nin hayatında spor önemli bir meşguliyet ve değer. Ulusal ve uluslararası başarıları mevcut. Zirveyi yakalama çabasında. Akıl, ruh, beden üçlüsünü odaklaştıran, bir noktada toplayan  anlayışın inceliklerinin farkında bir isim kendisi.

Dergimizin yazarı araştırmacı-yazar Ümit AKTAŞ, Mehmet KANİ ile sporu, sporun felsefesini konuştu. Sporu bu denli içselleştiren, işini severek yapan, ciddiye alan, ruhsal, bedensel ve düşünsel yönünü tekniğe dönüştüren ve gelecekte belki hepimizin gıpta ile bakacağı yerlere gelmesini umduğumuz bu genç sporcuyu birlikte tanıyalım.

 

Ü. AKTAŞ: Merhaba Mehmet Kani hoş geldin, bize biraz kendini tanıtır mısın?

M. KANİ: Hoşbulduk. Ben 1999 İstanbul doğumluyum. 5 yaşımdan bu yana tekvando sporuyla ilgileniyorum. Milli takım adına bazı turnuvalara katıldım. Avrupa oyunlarında şampiyonluk, bunun yanı sıra Avrupa birinciliğim, Türkiye şampiyonluğum ve birinciliğim mevcut. Önümüzdeki ay da inşallah yine İsveç’te yapılacak olan 21 yaş altı Avrupa şampiyonasında mücadele edeceğim. Marmara Üniversitesinde, Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler bölümünde halihazırda okumaktayım.

Ü. AKTAŞ: Peki, spora erken yaşta başlamışsın. Aslında erken derken tam spora başlanması gereken bir yaş. Sanırım bu konuda kararı sen vermedin. Nasıl oldu acaba yeni bir başlangıç için karar vermek?

M. KANİ: Ayaklarımdaki içe basma sorunlarından dolayı doktorum bu tarz bir spora başlamamızı önermişti. Ailem de en makul ve yakın olarak tekvando sporu mevcuttu. Böylece bize de kaderin cilvesiyle başlamak nasip oldu bu spora.

Ü. AKTAŞ: İlginç bir tedavi yöntemi. Aslında benim oğlumda da böyle bir sorun vardı. Ama bizim doktor hiç böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Yani iyi bir doktorla karşılaşmışsınız, yahut da kader mi diyelim… Bunu öneren bir ortopedi doktoru muydu?

M. KANİ: Evet.

Ü. AKTAŞ: Gerçekten ilginç. O doktora bir şükran borcun olmalı sanıyorum. 5 yaşında başladın ve bugüne kadar kesintisiz bir biçimde sürdürdün mü? Peki, bu sporu benimseyerek mi sürdürdün?

M. KANİ: Küçükken ailemle beraber yaz tatilinde köye, tatile gitme durumum hasıl olmuştu. Bir iki kez, iki ay süren tatil süresince ara vermek durumum söz konusuydu. Bir de sporun içerisindeki sakatlıklardan dolayı salona gidememe durumum olmuştu ama ben bunları bir noksanlık olarak görmüyorum açıkçası. Bunlar aynı zamanda birer karar ve kırılma aşamaları. Birçok kişi, sakatlıkları sporu bırakmakta etken olarak görüyor ama ben sakatlığı bilakis gerçek manada spora başlamanın bir nedeni olarak görüyorum. Çünkü istediğin halde bir şeyi yapman engelleniyor, istediğin halde yapamıyorsun, bu da düşünsel manada bu işte seni bir karar aşamasına getiriyor. Ya devam edeceksin, bir dahaki bedensel sakatlıkları göze alarak veyahut bırakma aşaması söz konusu olacak. Varoluşçu felsefede olduğu gibi aslında birinin sporcu olup olmadığı o en zor anda, kritik anında ortaya çıkıyor oysa…

Ü. AKTAŞ: Yani şimdi buradan ister istemez işin felsefesine de girmiş oldun. Bir taraftan da felsefi okumalar yapıyorsun. Sporla felsefe arasında bir ilişki var mı? Daha doğrusu şöyle sorayım soruyu. Çoğu insan dışarıdan bakıldığında, sporu genellikle okuma yazmayla alakasız, bir yerde okuyamamış veya okumayı sevmeyen insanların uğraşı olarak görürler. Ama doğrusu benim kanım da şu: İyi bir sporcu olmak, iyi bir okuyucu olmakla çok bağlantılı bir şey. Çünkü spor her şeyden önce sadece bedensel bir oyun değil, bir zekâ oyunu. Senin bu konudaki düşüncelerin ne?

M. KANİ: Hem sporun hem de felsefenin değer görmediği bir coğrafyada, spor felsefesini konuşmak pek de kolay değil. Spora ve sporla ilgilenenlere değer verilmiyor. Bunun en büyük göstergesi de aslında sporu anlamından uzaklaştırarak hedefinin tam aksine fanatikleştirilmesi, felsefe için de keza durum aynı şekilde; düşünmek, coğrafyamızda itibarsız bir çaba. Düşünme çabası içinde olmayanların engizisyonlarında felsefeyle ilgilenenler de nasiplerine düşeni alıyor. Sporda da başarı belki başlangıç aşamasında fiziki yetenek veya salt çalışma ile elde ediliyormuş gibi durabilir ama en nihayetinde en zirve noktalarda bulunanlar bunlarla yetinmeyip, aklını da ruhunu da bedenini de bir arada çalıştırabilme gücüne, iradesine sahip olanlar…

Ü. AKTAŞ: Spora çok önem verilmiyor diyorsun ama oldukça devasa stadyumlar yapılıyor, öbür taraftan okumaya da aynı şekilde -sanırım böyle bir şey söyledin- sanki önem verilmiyormuş gibi. Ama çok büyük kütüphanelerimiz var. Yani bir çelişki mi bunlar, bunu nasıl görüyorsun? Bu bir önem verme anlamına gelmiyor mu sana göre?

M. KANİ: Bir şeyin artık seyirlik olması onun aksiyondan, yaşamsal faaliyetten uzak olduğunun göstergesidir. Sayılar öne çıkmasını, gerçek manada anlamın noksanlaşması olarak görüyorum. Kütüphanelerimiz var ama gerçek manada onu doldurabilecek, yazarlarımız, entelektüellerimiz nasıl yoksa, spor konusunda da sadece profesyonellerin seyirlik sporları, özellikle de futbol stadyumlarda bir endüstri haline geliyor. Kendi üretim düşüncemizin tezahürü olan bir oyun ya pek nadir, ya da hiç yok.

Ü. AKTAŞ: tıpkı kültürün de bir endüstriye dönüşmesi gibi yani. Peki, sana göre mesela milli sporumuz var mı bizim? Yahut da böyle bir kavram doğru mu?

M. KANİ: Coğrafyalar ve kültürlerin minimum düzeyde bozulmuş hali kişileri tabi bazı sporlara çok daha yatkın ve hevesli kılıyor. Bu manada milli spor ifadesini desteklemekle beraber, bu denli küreselleşen ve herkesin ortak bir potada eridiği bir dünyada biz de nasibimizi almış durumdayız. Net bir şekilde bir milli spor diye sırtlayacağımız herhangi bir spor branşı şu an Türkiye için yok.

Ü. AKTAŞ: Aynı şeyi mesela tekvando için de söyleyebilir misin?  Bu kadar uluslararası müsabakalara katıldın, tekvandonun kendisine en yakıştığı bir millet var mı?

M. KANİ: Her millet tekvandodan renk aldığı gibi, kendi rengini de vererek bu işe bir eklemede bulunuyor. Yani daha çok kuru toprak, bir güç unsuruyla işi yürütürken, anavatanı olarak bildiğimiz Kore, estetik ruhuna sahip çıkıyor. İngiltere ve ABD’de bu iş daha çok bilimin ve teknolojinin bir konusu olarak duruyor iken, Türkiye o her zaman dile getirdiğimiz konjonktürüyle ortada bir geçiş ülkesi olarak hepsinden alan bir konuma sahip. Ama şu an tekvando dünyaya mal olduğu için herhangi bir ülkenin bayrağı altında veya gölgesinde bulunmuyor.

Ü. AKTAŞ: Şimdi Kore’den bahsederken estetikten söz ettin. Bizler dışarıdan bakan kişiler olarak, tekvando, karate, judo vesaire… Bu tür -tırnak içinde- doğu sporlarını bir döğüş sporu, güç sporu olarak görüyoruz. İşin estetik ve akıl tarafına -sanıyorum- pek dikkat etmiyoruz galiba. Burayı biraz açmanı isteyeceğim. Estetik derken tam olarak neyi kastettin?

M. KANİ: Doğu’da ve Batı’da sporun algılanması farklı işliyor. Batı’da spor felsefesi olarak bildiğimiz şey aslında bir beden felsefesi. Bedenin ön plana çıkması durumu söz konusu. Bu da iki şeyi doğuruyor. Birincisi kişinin kendi bedenine düşkünlüğü, bencilleşmesi ve böbürlenmesi, ikincisi ise, başkasına karşı o bedenini sunması. Aslında tam manasıyla bir göz medeniyeti Batı. Bu, sporda da kendini gösteriyor; başkasına bedenini sunmanın göstergesi olarak da Batı’da sporlar ekseriyetle takım sporu olarak oynanmakta. Doğu’da ise bireysel manevi bir gelişim esas alınıyor; daha ruhani bir statü bulmakta spor. Bunun için içsel bir yolculuğun adı aslında. Bu içsel yolculukta keskin kıvrılmaları değil, estetik nüansları, küçük dokunuşları, teferruatlarda gizlenmiş güzellikleri barındırıyor. Uç bir örnek olabilir ama antik Yunan’da da spor -olimpiyatların çıkışı da malum Yunan mahreçli- erkek bedeni üzerinden, estetik ve güzellik algısı olarak belirleniyordu.

Ü. AKTAŞ: Şimdi Batı’da daha çok ekip sporları varsa - bunu farklı bir noktaya götürdün ama- biraz işin içerisinde sosyolojiyle de ilgili bir şey yok mu? Ekip sporları biraz birlikte çalışmakla ilgili bir şey, bireysel sporlar ise daha münzeviliğe yakın olmayı gerektiriyor. Batı ile doğu karşıtlaştırılması aslında çok da hoşuma giden şey değil ama işin içinde biraz da bu yön yok mu? Epeyce bir uluslararası tecrüben de var. Buna istinaden konu hakkında ne diyorsun?

M. KANİ: Doğu’da sporcu-antrenör ilişkileri birazcık da şeyh-mürit ilişkisiyle bağlantılı. Ustaya saygı ve itaat durumu çok daha fazla ön planda. Bu da bireysel gelişim açısından bir metod olarak sunuluyor. Sporcular arasındaki irtibat konusunda aslında batıyla doğunun çok keskin bir farkı yok. Ama görev dağılımı durumu Batı’da çok daha keskin bir şekilde karşımızda duruyor. Doğu’da ise, her şeyi yapabilen her şeyi yapması beklenen bir kişi figürü…

Ü. AKTAŞ: Sanki böyle bireysel tamlık, bireysel mükemmelleşme... Belki işin içerisinde manevi bir taraf da var ama bu bizim gelenekte çok da yer bulmayan bir şey. Doğu’da neden bu manevi tekâmül, bedensel tekâmülle birlikte gidiyor, bizde bunun bir karşılığı yok sanırım…

M. KANİ: Bizde de Anadolu’da bazı tarikatlarda, belki birer formalite ve ritüel olarak gelebilir ama, kılıç kuşanma törenleri vardır aslında.

Ü. AKTAŞ: Ama şimdi kılıç derken, bir teknik nesneyi kullanmak, ama öbüründe tekvandoda, judoda vs. adeta silahı kullanmaya karşı bir pozisyon var. Yani bedenini bir silah haline getirmek anlamında… Belki şu da denilebilir: Bedenini o kadar mükemmelleştir ki, hiçbir silahı kullanmayacak bir hale gelebilesin gibi…

M. KANİ: Bir nefissiz eylem durumu söz konusu. Silahsız bir cihat girişimi. Buradaki değişim, mesela Platon’un kanunlarında şöyle bir ifade geçer: “Nasıl ki kamuda, şehirde herkes birbirine düşmansa, kişinin içindeki en büyük düşman da içindeki nefistir. Ve gerçek zafer nefse karşı kazanılan zaferdir.” Yoksa spor müsabakalarında ya da yarışlarda kazanılan zafer, zafer değildir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de ‘’Gerçek pehlivan rakibinin sırtını yere getiren değil, öfkeli anında öfkesine dur diyebilendir’’ şeklindeki ifadeleri de aslında hep aynı kaynaktan besleniyor.

Ü. AKTAŞ: Sözünü kesiyorum ama şurası çok dikkatimi çekiyor bu doğu sporlarında. Mesela bu işin ustaları bir bedensel davranışı öyle bir noktaya getirir ki, tam karşısındakine vuracakken ve bedenin o hareketi o kadar sert bir şekilde yapmaya yönelmişken, birdenbire kendilerini frenleyebiliyor. Bunu yapmak aslında çok zor bir şey. Orada adeta mücadelenin nefsi bir döğüşe dönüşmesini engellemeye yönelik bir hareket, bir jest var sanki. Çok incelikli bir şey aslında…

M. KANİ: Doğu sporlarında vurmak maharet değildir. Üst seviyede olanlar, kuşak olarak üstte olanlar, son raddede kendilerine dur diyebilmeleriyle o estetiği ve inceliği yakalamış olurlar. Yıkmak, tahribat vermek, karşıdakine zarar vermek, çok avami bir haldir. Beyaz kuşağın, çömezin yapacağı bir düstur iken, yapabiliyor iken o zararı vermeden atlatabilmek, gerçek manada büyük ustalık işidir ve bu aklın, ruhun ve bedenin beraber çalışmasıyla olabilecek bir şeydir. Bedenen bunu yapabiliyorken, eğer ruhi gelişim tamamlanmamışsa, beden onu yapar. Yalnızca ruhi gelişim varsa, ama bedene o disiplin verilememişse o zaman da yine teknikler frenlenemeyebilir. Bu aklın iradesi ve kontrolü altında bu üçünün birlikteliği gerçek manada bir sporcu etiği oluşturuyor.

Ü. AKTAŞ: Oldukça değişik dallar var. Karate, Judo, Tekvando, vesaire… Bunlar özünde -bizim dilimizle konuşursak- birer tarikat gibi mi örgütlenmişler? İşin içinde tasavvufi, mistik bir yön mü var? Yani tasavvuf terimi de burada tam örtüşmeyebilir ama manevi bir eğitim diyelim… Yani manevi eğitim derken biz sadece ruhaniliği anlarız. Buradaki manevilik sanki biraz onu da aşan bedeni de içine alan bir manevilik, yanlış mı anlıyorum?

M. KANİ: Eğitim ve öğretim birbirinden çok farklı kavramlar olmakla beraber, ikisi de bilmeyenin elinde tekdüze bir hale gelmekte. Eğitim hem ruhani hem de bedeni bir disiplini ifade ediyor bizler için. Bunun yapılabilmesinin en güzel alanlarından birisi de spor ve örnekleri de şu anki günümüz doğu sporları olarak bildiğimiz kurumlar. Aslında bu spor salonlarının her biri birer ibadethane -daha Anadolu İslam’ı ile konuşacak olursak- belki bir cami olmasa da, tekke işlevi gören yerler. Beslenmeden, uykuya kadar çok yönlü bir hayat disiplini sunuyor bizlere.

Ü. AKTAŞ: Peki şöyle bir düşünce de var. Sanki sen hem sporla iştigal eden hem de okuyan; hem biçimsel eğitim dediğimiz eğitim biçiminde hem de onun dışında da oldukça kitap okuyan birisin. Yani sporla uğraşanlar okumazlar veya okuyanlar spor yapmazlar gibi bir anlayış var. Sen bu ikisini birlikte hakikaten çocukluktan beri sürdürdün. Burada birbirini nakzeden, birbirini ortadan kaldırmaya çalışan yahut biri olursa öbürü olmaz gibi bir şey var mı yoksa, bu bizim kültürel yetersizliğimizle, hatta şunu da söyleyeyim, toplumsal disiplinsizliğimizle mi ilgili bir şey? Bu konuda neler söylemek istersin?

M. KANİ: Bizde okul ile sınırlandırılmış bir biçimsel eğitim durumu olduğu için ve buradaki eğitim de aslında hakkı verilerek yapılmadığı için birçok spor salonunda veya resmi kurumların işletiminde bulunduğu alanda da eğitimden ziyade, sadece yapmış olmak için bu işler yapıldığından, iki yarım söz konusu aslında. İkisinde de bilginin ve eğitimcinin ön plana çıkmadığı, iki başarısız kurum doğal olarak çocukları ikisinden birisine yönlendirip ekstra çabalar ile belki de bütün hayatını vakfederek birisinde belirli pozisyonlara ulaşmaya itiyor. Hâlbuki kaliteli bir eğitimde bu ikisi olduğu takdirde birbirini değil nakzetmek, bir puzzle’ın parçaları gibi tamamlayarak, hatta üst üste koyarak daha güzel bir tablo, mükemmele daha yakın bir insan prototipi çıkarılabilir.

Ü. AKTAŞ: Peki sen doktorun tavsiyesiyle tekvandoya başladın. Şu anda doğu sporlarını da tanıdın, batı sporlarını da biliyorsun. Acaba şu anki düşüncenle olsa, daha farklı bir tercih mi yapardın, yoksa tekvando doğru tercih mi?

M. KANİ: Tekvando da zaman içerisinde derinleşebilme imkânı olduğu için her geçen gün yeni güzelliklerini, detaylardaki ve teferruatlardaki kadim ve zengin medeniyetini görebilme imkânına sahip oluyorum. Bunun için tekvandoyu daha da bilinçli ve anlamlandırarak yapmaktayım. Bu kadim kültüre sahip olan sporlar muhakkak ki tekvandoyla sınırlı değildir. Ama şunu da çok bir rahat şekilde görebiliyorum ki, toplumumuzda ön planda duran sporların birçoğu kaba, derinliksiz, bu yüzden de ilgi ve alakaya çokça müsait durumdalar.

Ü. AKTAŞ: Bunu biraz ironik bir biçimde dile getirdin. İlginin sebebi olarak kabalık, kabalık derken belki güç göstergesine, şiddete temayülü kastettin sanıyorum. Aslında hakikaten toplumsal olarak durduğumuz yer, batı ile doğu arasında mütereddit, kararsız bir yer. Sen tabi oldukça doğulu olan bir spor dalında bir yere kadar geldin. Seni bu açıdan tebrik ediyorum. Ama bunun anayurdu olarak zirettiğin Kore’ye bugüne kadar gitmedin sanıyorum. Böyle bir eğilimin var mı? Yani gitmek gibi bir isteğin. Orada gerçekten bu işi bir tarikatın mistisizmiyle yapan, yapmaya çalışan insanları tanımak gibi bir isteğin var mı?

M. KANİ: Günümüz dünyasında nasıl ki başarı için ahlaki kıstaslar bir yana koyulmakta ise sporlar da bundan nasibini almış durumda. Bir tarikat mistisizmi veya manevi doyumluktan ziyade kısa yoldan sonuca varanlar günümüzde şu an madalyalara üst düzey yarışmalarda sahipler. Açıkçası bunun ilgi çekici cazibesine ben de kapılmıyor değilim. Şu an için en azından aktif spor hayatımın devamı ettiği süre zarfında madalyaların benim için bundan daha az önemsiz olduğunu ifade etmem yanıltıcı bir beyan olacaktır.

Ü. AKTAŞ: Kore’ye gitme hakkında?..

M. KANİ: Saf ve pür hali ile değil artık hiçbir spor. Bu yüzden saf kaynağına inmek bazen yalnızca bir halüsinasyon olabilir. Diğer sularda o saf kaynağında büyüyen balıklar pek fazla yaşayamıyor…

Ü. AKTAŞ: Bir çok uluslararası müsabakaya katıldın. Farklı ülkelerden insanlarla tanıştın. Bu karşılaşmalarda ilginç olan şeyler mutlaka vardır. Birkaç şey söyleyebilir misin?

M. KANİ: Aynı zamanda uluslararası ilişkilerde okumaktayım.

 Ü. AKTAŞ: Yani işin felsefesini de yapıyorum diyorsun!..

M. KANİ: Kesinkes, bir ülkenin gidişatını o ülke sporcularının belirli bir periyottaki değişiminden çok rahat bir şekilde anlayabiliyoruz.

Ü. AKTAŞ: Sen o zaman yanıltıcı bir örneksin.

M. KANİ: Buna örnek olarak ilk önce ülkelerarası bir kıyaslamada bulunmak istiyorum. Amerikalı sporcular gerçek manasıyla emperyalist… Spor içinde emperyalist davranışlarda daha hücumsal, atak, savunmadan uzak bir yol izliyorlar. Aslında tekvando örneğinden gideyim. Geçmiş yıllarda daha modern, kararcı bir spordu tekvando. Bir tekniğin daha fazla uygulandığı bir spor iken, savunmanın ikinci planda olduğu, bile bile tekniklerin ihmal edildiği bir spor iken, dünyanın post-modern bir hâl almasıyla daha şüpheci ve savunmanın, ilk önce puan vermemenin, ilk önce hata yapmamanın ön plana çıktığı bir alan olmaya başladı. Türkiye örnekliğinde de izlediğim videolardan ve izlediğim müsabakalardan şu tahlili yapmaktan çekinmiyorum. Türkiye’de daha uzlaşmacı ve daha estetik sporcular ön planda iken, günümüzde Türk sporcuları da güç, kaba kuvvet ve düz dövüşmeye başladılar.  Tıpkı Türkiye’nin sosyopolitiği gibi…

Ü. AKTAŞ: Stratejik derinlik yok mu yani?

M. KANİ: Stratejik derinliğimiz sahada uygulanamadı, kitaplarda, teorilerde kaldı diyebilirim.

Ü. AKTAŞ: Peki Kani, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum.

M. KANİ: Ben de çok teşekkür ediyorum. Ek olarak şunu da söyleyebilirim. Ukrayna’da gittiğim bir uluslararası turnuvada tanıştığım çocukları -yaklaşık bu olaydan iki yıl sonra- geçen ay, 10-13 yaş arası 11 çocuk ve bir antrenörü evimizde misafir ettik. Onlar için bir Müslüman ailenin evinde bulunmak ne anlam ifade ediyor tabi bambaşka bir boyut. Antrenörlerin söylediği şu: Velilerine anlatıyorum ama idrak edemiyorlar. Niçin bir aile size evini açar, bir hafta boyunca sizi yedirir içirir ve ayrıca konaklamanıza izin verir. Aynı şekilde bizim evimizde de yansımaları oldu. Belki hayatta hiçbir zaman bulamayacağımız şekilde… Kardeşlerin hepsinin dünyaya olan bakış açıları bilgisayar ekranından diğer ülkelere doğru kaymaya başladı. O uhuvvet tekvandonun bana kattığı belki de en önemli değerlerden birisi olarak kalacaktır.

Ü. AKTAŞ: Kardeşlik duygusu yani.

M. KANİ: Evet.

Ü. AKTAŞ: Peki, son olarak, ileride hoca olmak gibi bir düşüncen var mı?

M. KANİ: Çok ağır bir sorumluluk gibi geliyor…



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER