Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Bir Bağlama Havası (Din-Felsefe, Din-Bilim, Din­ Sanat İlişkisi Üzerine)

Selim Kaya Yazdı;

Bir Bağlama Havası (Din-Felsefe, Din-Bilim, Din­ Sanat İlişkisi Üzerine)

Parçalayıcı ve ayırıcı işlem biçimi, beraberinde çatışmayı getirebilmektedir. Belki bu işin yapılma nedeni pragmatik bir nedene dayandırılmış olabilir ama gelin görün ki, şişede durduğu gibi durmamakta. Kullanıma geçtiğinde maalesef başdöndürücü ve kafa bulandırıcı bir etki meydana getirmektedir. İsim koyma, haddi zatında bir ayırma biçimidir. Farklılıkları farket/tir/mek sebebiyle verilen her isim, başlangıçta gerekçeli ve olumlu bir tavır olarak tebarüz eder ki, bu yönüyle söyleyen anlatım/aktarım, muhatap için de anlama/kavrama noktasında kendince bir kolaylık sağladığını düşünür. Ne de olsa bir meselenin vuzuha kavuşmasıdır istenen ve bu uğurda bahsi geçen mevzu için kullanılan kelimeler yetersiz kalmıştır. Başka yönlerini göstermek, geniş bir açıdan bakışı sağlamak adına yapılan bu iyi niyetli hareket, isimlerin çoğalması ile onların her birinin ayrı birer varlık olarak telakki edilmesine, sonuçta da birbiriyle bağlantısının tamamen kaybolmasa da en azından zayıflamasına sebebiyet verir. Bu aşırı isimlendirme edimi, beraberinde sınıflamayı da doğurur. Belli kümeler altında toplanan bu isimler, birbiriyle bağlantılı gibi gözükse de, aslında kopartılmış ve yalnızlaştırılmıştır. Hele bu farklı kümeler adı altında çoğalan bir tasnife tabi tutulursa ki bu yolun sonu oraya varır, bu sefer de kümeler arası bağlantı kopartılır; burada da her ne kadar birbirine bileşik/bağlantılı kümelerin varlığından bahsedilse de. Açılan gedik, artık koca bir uçuruma dönüşür ve aranın kapatılamaması, uçurumun zamanla tabii nedenlerle oluştuğu zehabından kaynaklanarak, çok anlamlı hatta yararlı görülür. Yapılacak şey, artık bunu kabullenmek ve onunla yaşamayı öğrenmektir.

Bu giriş, çok uzun zamandır dilimize pelesenk ettiğimiz din-bilim, din-felsefe, din-sanat ikilemleri üzerine sağlıklı bir anlayış geliştirme girişimi içindir. Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var ki, bu ikilemlerin doğuşu, öyle çoğu insanın sandığı gibi modern felsefenin bir ürünü falan değildir. Bırakın modern felsefeyi, Avrupa henüz tam anlamıyla “Batı” değilken bile, Müslüman düşüncenin zihnine ve tabii ki de diline yer etmiştir. Sonuçta, o döneme ait olmak üzere bir Helen etkisinden bahsedilse de bu modern dönemin bir hastalığı değildir. Demem o ki, Müslümanların çeviri hareketleri ile başlattığı düşünsel etkinlikler, din ile felsefe arasında bir ayrım yapmayı gerekli kılmıştır. Öyle ki bu ayrım, ilimlerin tasnifi meselesinde de başat rol oynamıştır. Din ile felsefenin arasındaki ayrım, hem din ile felsefenin kendi içinde tanımlanması hem de beraberinde gelen “dini ve dünyevi ilimler” ya da “ilahi ve beşeri ilimler” gibi ne kastedildiği ve neye hizmet ettiği asla belli olmayan ucube biçimleri doğurmuştur. Öyle ki, buradan din ile bilim ve din ile sanat gibi saçma sapan ayrımlara da sıçramıştır. Hala bugün bile tartışılan bu köklü hastalık, bir pandemi gibi tüm dünyayı sarmıştır. Bu sorunun kökenine inmeden kimilerince çatışmacı, kimilerince de uyum içinde görülerek çözülmeye çalışılan bu hastalık biçimi, her neşter atıldığında habis bir ur gibi büyümekte ve yayılmaktadır. Sorunun kökenini bulmak, aslında vakayı ve dolayısıyla başladığı zamanı ve alanı gözlemlemekle alakalıdır. Başlangıca dönersek, göreceğimiz durum şudur: Resulullah’ın bu dünyadan çekilmesiyle, onun getirdiği mirasın yürütülme noktasındaki kaygılar, beraberinde arayış ve çabaları da doğurdu. Zira birileri, siyasi erk, bu mirası kendi tekelinde görüp kendi doğrultusunda başkaları üzerine dayatma sağlarken; diğerleri de buna boyun eğme ya da buna bir şekilde karşı çıkma eğilimine girdi. Arayış içinde olanlar, başka diyarlardan gelen eserleri görünce bir şok yaşadı. Yaşanılan şok, Resule ve Kitaba ittiba ederek hakikati bulma ve yaşama iddiasında olan insanların karşısında, hiçbir nebi/resul ve haliyle de “Kitap” olmaksızın “geniş” bir ufuk ve devasa bir külliyata sahip olma noktasındaki kazanımın kaynağına yönelikti. Eğer onlara resul gelmemiş ve kitap inmemişse, bu bilgilerin kaynağı neredendi; yok eğer gelmişse, acaba bu gelenler ve indirilenler kimdi, neydi? Kur’an’ın bahsettiği ismi geçmeyen peygamberler zümresinden birilerinin, o bölgelerdeki karşılığı mı idi bu? Değilse, bu “hikmet” biçimi, bir peygamber gelmeksizin ve bir kitap inmeksizin de “aklederek” bulunabilir miydi; bulunabilmekteyse, peki peygamberin ve Kitab’ın fonksiyonu neydi? Bu ve benzeri önemli sorular, yaşanılan ilk şokun da etkisiyle, kısa vadede kendini bir ayrıma tabi tuttu; soru önemli olsa da, cevabın çözümden ziyade ciddi soruna dönüşmesi tam da burada yatar. Müslüman düşünce geleneğini hala meşgul eden ve ciddi sorunlar barındıran, kanaatimce bu sorun çözülmedikçe hiçbir şeyin gerçek anlamda vuzuha kavuşmayacağını düşündüğüm bam teli, bunun kökeninde yer alan akıl-vahy çekişmesidir. Hem varlık hem bilgi, dolayısıyla da tüm hayatı ayrıştırarak parçalama yoluna giden bu denklem, maalesef tarih boyunca, ikisinden birini seçerek diğerine uzlaştırma yolu ile çözülmeye çalışılmıştır. Lakin sonuç ortadadır ki, çözüm yerine kangren olma durumu başgöstermiştir. Akıl-vahy adına kurulan bu denklemin eşanlamlı başka uzantıları vehbi-kesbi ile eylem alanında kendini gösterirken, kanayan bu yara, din-dünya ve ilahi-beşeri genellemelerinin yanında peygamber-filozof denklemiyle kişiler, din-felsefe denklemiyle de disiplinler şeklinde hem kökleşmesine hem büyümesineyol açmıştır. Bunun temel sebebinin, yaratılışın esasını ve yaratılanın özelliğini gözardı etmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Çokça bilindiği sanılan bu durum, aslında çokça eksik ve yanlış bilgiler barındıran bir sahadır. Bunun böyle olması, dünya görüşü konusunda da ciddi bir eksiklik ya da diyelim yanlışlık barındırır. Sorun dikotomi üzerinden gidilmesidir. Bu düalizm öyle bir şeydir ki, hangisini seçerseniz seçin aynı tuzağa düşersiniz. Seçim dolayısıyla yönteminizin ya da argümanınızın farklılığı sizi, karşıt kutuptan ayrıştırmaz, her ne kadar öyle sanılsa da.

Bu bağlamda akıl-vahy, din-felsefe gibi oluşturulan suni denklemlere tekrar dönersek, asıl sorunun, bunları bir denklem halinde tutmak olduğu farkedilecektir. Zira böylesi bir denkleme sokmak, zorunlu olarak birini diğerine tercih etmek ya da en azından öncelemeyi getirir. Haddi zatında din hayattır, hayatın bizzat kendisidir. Bu, aynı zamanda Resulullah’ın da sözüdür, Kur’an’da da bu meyanda çokça işaret bulunur. Dinin bir hayat nizamı olduğu telakkisinin ya da dünya görüşü anlamındaki kullanımının altında yatan budur. Bu, aslında Müslüman zihinlerin söylemlerinde hep vardır. Lakin sözün altında yatan gerçek, kastedilen amaç unutulduğu an, ifade retorikleşir ve sadece slogan düzeyinde kalır. Din hayat ise, nasıl olur da öyle ya da böyle diyelim felsefe ile karşı karşıya getirilir de aralarında bir münasebet kurulmaya çalışılır. Eğer felsefe ile tıpkı dinde olduğu gibi bir hayat nizamı, dünya görüşü kastediliyorsa, o vakit aynı anlamda farklı iki kelime kullanılması nedeniyle bu beyhude bir ayrım olur. Eğer felsefe ile hayatı anlama çabası kastediliyorsa, o vakit de din, hayatın bizzat kendisi olduğu için burada karşıt ya da uyumlu iki kutuptan bahsedilmez de içlem-kaplam meselesi devreye girer. O zaman kullanım amacı daha çok, din adı verilen hayat nizamı/dünya görüşünü, felsefe denilen bir yöntemle anlama/anlatma çabasına evrilir. Tıpkı diğer buluşlar olan bilim ve sanat gibi farklı araçları ve yöntemleri olan ama her ne şekilde bir dünya görüşü içindeyse ve nasıl bir hayat nizamı istiyorsa ona göre dillendireceği, geliştireceği, göstereceği bir disiplin biçimi olarak anlaşılır. İbn Rüşd’ün felsefe-din ilişkisinde kullandığı meşhur ama çok sıkıntılı olan sütkardeş benzetmesi,bu meyanda geçerliliğini yitirir. Zira bu yaklaşım içinde din; felsefe, sanat ya da bilim gibi aynı anneden süt emen kardeşler pozisyonundan çıkarak, süt veren anne konumuna yükselir. Böylelikle felsefe, bilim ve sanat, aynı anneden süt emen ama sonuçta farklı yiyecek ve giyecekleri de edinen, büyüdükçe de kendine has yeti ve yeteneklerini o yönde geliştiren üç kardeşe benzer. Bunların üçüz, hatta bizzat aynı anneden doğan kardeş olması da, aynı anneden emmesi de bu aşamada önemli değildir. Çünkü hepsi, anne sütüyle beslenmektedir. İşte bu benzetmede din, süt veren anne konumunda olursa yeridir. Buradan hareketle benzetmeyi ilerletirsek, anne sütü en saf ve en faydalı süt olmasına karşın, kısa zamanda sütten kesilme ya/ya da suni gıdalarla beslenme biçimi, başlangıçta alınan sağlıklı gıdanın yerini asla tutmayacağı ama onun getirdiği besini de içlerinde bir yerde hala saklayacağından dolayı, suni gıdalarla bedeni bozuma uğrarken, tekrar sağlığına kavuşması adına uhdesinde tuttuğu doğal kaynaktan gelen besini tekrar açığa çıkarıp o yönde ilerleyebilir. Demem o ki felsefe, bilim ve sanat, ne denli öncelikle ve gerektiği kadar anne sütü, sonrasında da ona yakın takviye gıdalarla beslenirse o denli sağlıklı olur ve yaşamını öylece idame ettirir. Anne sütü eksikliği ve suni beslenmelerle oluşan obezlik ya da cılızlık, pek tabiidir ki özenilir ve önerilir değildir.

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER