Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

'Kurtuluş Kürtlerin iç barışı ile gelebilir'

Jînda Zekioğlu'nun Yazısı;

 

Yale Üniversitesi’nde Ulusötesi İslam dersleri veren Mehmet Mim Kurt Türkiye’de Hizbullah, siyasal İslam, gençlik ve radikalizm üzerine pek çok çalışmanın yanı sıra çektiği belgesel filmle ödüller de aldı. Kurt ile tüm bu birikimin ekseninde, din, dil, millet, özgürlük, sosyoloji ile iç içe geçen Kürt toplumunun yakın tarihini konuştuk. Kurt, "Kürt toplumu son on yılda başka bir duygudaşlık kazandı. Yeni Kürt siyasetinin bu duygudaşlığın üzerine inşa edilmesi gerekiyor" diyor.

DUVAR – Mardin Ovası’nın sarı sıcak ikliminde, Omeryan’ın dağ köylerinin ferah feza yeşilinde doğdu büyüdü, Mehmet Mim Kurt.
Arap anne Kürt baba yahut tam tersinin klasikleşen melezliğinde, yedi kardeşi, köy imamı babası, her anne gibi masallarla, destanlarla güne başladı ve birbirinin benzeri bir kültürle ancak çok dille tanıyarak keşfetti dünyayı.
“Bir dedem tasavvuf ehli bir Seyda’ydı ve 1990’ların ortasına kadar kendi medresesi vardı. Bağımsız Kürt medreselerinin son örneklerindendi, bölgedeki pek çok mela onun öğrencisiydi” diyerek anlatıyor Kurt, bugünlere onu getiren köklerini; “Diğer dedem ise bir masalcı (çîrokbêj) ve kırıkçıydı. Omeryan bölgesinden ve daha uzaklardan ona gelirlerdi. Her iki dedemin odası da ziyaretçilerden boşalmazdı. Ben de birinin kucağında masallar, diğerinin kucağında peygamber ve sahabe hikayeleri dinleyerek büyüdüm” diyor.

Mem û Zîn’den, eşîr ve ferman hikayelerine ve bin bir gece masallarına kadar pek çok hikaye çalındı kulağına.
Evde hep Kürtçe konuşuldu. Arap dedesi Kürt köylerinde müderrislik ve Seydalık yaptığı için anne tarafından herkes Kürtçe bilirdi. Zaten Mardin’de büyüyorsanız birkaç dili konuşursunuz. Mehmet Mim Kurt da pek çok akranı gibi Türkçeyle ilk defa ilkokulda karşılaştı. 15 haneli küçük bir ova köyünün tek derslikli ilkokulunda sınıfının tek öğrencisi olarak okudu…
Bugün ise; Yale Üniversitesi’nde Ulusötesi İslam dersleri veriyor, Londra Ekonomi ve Siyasal Bilimler Okulu’nda (LSE) Marie Curie Global Fellow olarak çalışıyor, ödüllü belgesel bir filme, Türkiye’de Hizbullah, siyasal İslam, İslamcı mobilizasyon, sivil toplum, gençlik ve radikalizm üzerine pek çok çalışmaya sahip. Mehmet Mim Kurt ile, tüm bunların ekseninde, din, dil, millet, özgürlük, sosyoloji, tarih ile iç içe geçen Kürt toplumunun yakın zamanlarını konuştuk.

Mehmet Mim Kurt

Kendinizi en geride, küçük bir çocuk olduğunuz o günlerde nasıl bir mekanda, ailede ve sosyal atmosferde hatırlıyorsunuz?

Erken çocukluğuma dair ilk anılarım Omeryan’daki köyümüzden: Tüm ailenin bir araya geldiği bağ bozumları, bahçelerde ve tarlalarda özgürce koşturup oynayan çocuklar, dedemin odasına toplaşmış köylülerle birlikte dinlediğim masallar… Tabi 1980’lerin başında doğmuş her Kürt çocuğu gibi benim de anılarımın çoğu devlet ve devletin sembolik ve fiziki şiddetine dair hatıralardan oluşur. İlkokul binamızın önünden dağlara doğru giden yoldan tozu dumana katarak geçen asker cemseleri, herkesin köy meydanına toplatılıp aşağılandığı ve dövüldüğü, çocukluk rüyalarımın çamurlu asker postallarıyla bölündüğü hatıralar.
Orta ikinci sınıfta ailem yerinden edildi ve köyümüz boşaltıldı. Ben de eğitimime devam edebilmek için parasız yatılı Mardin İmam Hatip’e geçtim. Liseyi bitirirken 28 Şubat post-modern darbesi gerçekleşti. Bizim jenerasyondan Kürt çocuklarının anılarının büyük kısmı politik şiddet ile ilgilidir. 90’lar pop kültürüyle anılır ama 90’lar Kürtler için tank ve top sesleriyle geçti.

Kendini sosyal bilimlere adamış bir Kürt olarak temel motivasyonunuz neydi? Sizi besleyen, seçimlerinizi etkileyen, domine eden kaynak neydi? 

Sanırım temel motivasyonum etrafımda olup bitenlere anlam vermekti. Çalıştığım konulara bakınca yaşamımdan izler görüyorum. Üniversite tercihimi 28 Şubat belirledi. İlahiyat okudum. Burada dinin toplumsal yönlerine olan ilgim arttı ve din çalışmalarında yeni perspektifler edindim. Dinin hermenötik okumaları, yaşayan bir tecrübe ile olarak dinin nasıl anlaşılabileceği, politik teoloji ve siyasal islam ile ilgili meselelere yoğunlaştım. Neticede bu arayış beni sosyoloji ve antropolojiyle buluşturdu. Akranım pek çok Kürt araştırmacı gibi ben de kendi toplumumu çalışmaya, bu alanda oluşmuş hegemonik tahakkümün oluşturduğu bilgi kirliliğini giderecek dekolonyal perspektife katkıda bulunmaya çalıştım.

‘HİZBULLAH SADECE ŞİDDETE İNDİRGENEREK ANLAŞILAMAZ’

Başlıca çalışma alanınız olan Hizbullah’ın çıkış noktası, Kürt siyasetini ve seküler Kürt toplumunu yakından ilgilendiriyor, zira hedef kitlesiydi. Bugün Silvan, Batman başta olmak üzere bölgede hala izleri var. Bu kurmaca derin devlet siyasetinin amacını biliyoruz, peki işe yaramasına ne demeli? Hangi kültürün güdülenmesiydi bu? 

Kitabımda anlatmaya çalıştığım şeylerden biri ‘Hizbullah uzaydan gelmedi.’ Hizbullah’ın Kürt toplumunda, marjinal de olsa, bir karşılığı vardı. Bu karşılığı besleyen şey ve Hizbullah’ı üreten sosyo-politik dinamikler ise Kürt meselesinden, devletin Kürt siyasetinden ve Kürt toplumunun içinden geçtiği tarihsellikten bağımsız değerlendirilemez. 1979 yılında kurulan ve 1980’ler boyunca ‘ilim grubu’ olarak anılan Hizbullah, kurulduktan on yıl sonra şiddete bulaştı. 1991-1996 arasında 500’den fazla kişinin ölümünden sorumlu tutulan grup, bu dönem boyunca neredeyse çok az güvenlik soruşturmasına maruz kaldı. 1996’da PKK ve Hizbullah arasında gerçekleşen, ama kimsenin teyit etmediği, bir ateşkes anlaşmasından sonra ise devlet Hizbullah’a daha fazla yüklenmeye başladı. Neticede 2000 yılında da örgütün lideri öldürüldü, arşivi ele geçirildi ve 2000’li yılların başında 20-30 bin insanın tutuklanmasıyla neticelenen bir ‘cadı avı’ dönemine girildi. Bundan kastım, bir dönemler sokak infazlarına göz yumulan bir örgütten camide Kur’an dersine gittiği için 4-5 yıl hapse atılan toplu bir cezalandırma sürecine neden ve nasıl geçildiğini iyi düşünmemiz gerektiğidir. Sokak ortası infaz, yüze kezzap atma, işkence ile öldürme gibi yöntemlerle kamuoyunda dehşet duygusu uyandıran grup, zamanla yeni yöntemler ve stratejiler geliştirse de zihinlerde bu imajla sabit kaldı.
Kitabımda Hizbullah’ın bir yer altı örgütünden sosyal harekete ve politik partiye dönüşümünü inceliyorum. Bu nedenle 2000’lerin ortasından itibaren insani yardım, eğitim vb. alanlarda sivil toplum örgütleri kuran, yazılı ve görsel medyadan küçük ve orta çap ticari işletmelere, öğrenci yurtlarından medreselere pek çok alanda faaliyet gösteren Hizbullah’ın legalleşmesini analiz ediyorum. 1990’larda birkaç bin kişiden oluşan fanatik bir tabandan bugün 200 bin civarında oy alan bir politik partiye dönüşen hareketin tabanının çok büyük kısmı Kürtlerden oluşuyor. Kürtlüğü tek bir politik tahayyülün inşasına indirgeyen bakış açısı, Hizbullah’ın Kürtlükle bağını inkâr etmekte ısrar ediyor. Ben ise bunun Kürtlerin iç barışına katkısı olmadığını, politik şiddeti üreten dinamikleri tarihsel ve siyasal bir bağlamda incelememiz gerektiğini anlatmaya çabalıyorum. Kitabımda da özetle İslamcılık, politik şiddet ve Kürt kimliği ekseninde Hizbullah’ı analiz etmeye ve Hizbullah’ın serüvenini yakın tarih ekseninde değerlendirmeye çabalıyorum.

Gariptir ki, hazır zeminde mayalanmış bu örgüt, bir taşla çok kuş katletti. Türkiye’nin batısının doğusuna nefret salgılamasına bir gerekçe daha sundu. Hizbullah’ın şiddet dinamiklerini üreten şeyler neydi?

Hizbullah’ın şiddet dinamiklerini üreten en başat unsur, güç savaşı ve 1990’ların politik çatışmasıydı. Bir düzine Kürt İslamcı grup arasından sıyrılan ve onları tahakkümü altına alan Hizbullah, 1990’ların başında bölgedeki en büyük rakibi olan PKK ile karşı karşıya geldi. Aslında başlangıçta Hizbullah, PKK ile bir şiddet sarmalına girmekten sakındı. 1980’lerin sonunda liselerde PKK ve Hizbullah taraftarı öğrenciler arasında başlayan kavgalar, kısa bir süre sonra okul dışına taştı ve karşılıklı infazlara dönüştü. Bu süreçte Hizbullah hem lojistik olarak daha zayıftı, hem de militan üyeleri şehirlerde yaşıyordu. Bu kişilerin önemli bir kısmı esnaf, küçük memur, işçi ve yerinden edilmiş Kürt köylülerinden oluşuyordu. Başlangıçta dehşet duygusu yaratan yöntemlerle infazlar yapan Hizbullah, bununla korkudan bir dokunulmazlık kalkanı yaratma arzusundaydı. Görüşmecilerimden bir kısmı ‘her ölen üyelerine karşı üç kişinin öldürülmesi’ kararından bahsetti. Saha araştırmam sürecinde Hizbullah’ın 1991-1996 arasında çeşitli iltimaslar gördüğü, üyelerinin soruşturma geçirmediği, bazı kişilerin öldürülmesinde istihbarat örgütleri ve derin devletle çalıştığına dair onlarca farklı tanıklık dinledim. Bunlardan hareketle diyebilirim ki Hizbullah’ın şiddet dinamiklerini üreten şey, 1990’ların sivil savaşıdır ama Hizbullah, sadece şiddete indirgenerek anlaşılamaz. Sosyal bilimciler olarak bu şiddeti bir bağlam içinde değerlendirmek, ilişkisel bir perspektifle politik şiddeti üreten sosyo-kültürel habitus’u incelemek gerekiyor. Bunu yaparken özcü, indirgemeci, küçümseyici ve irrasyonel yaklaşımlardan sakınmak ve soğukkanlılıkla konuya eğilmek gerektiğine inanıyorum.

Dün Hizbullah, bugün IŞİD aradan geçen zamanda sadece katliamların şiddeti yükseldi. Hepsinin Kürtlerin başına bela edilmesi bir rastlantı gibi addedilmekte. Ekolojik, eşit, adil bir yaşam deklare eden Kürtlere karşı, radikal İslamcılar. Kim kimi alt etsin umuduyla; kimler neden kuruyor bu karşılaşmayı sizce?

Bu tür örgüt ve yapıların ortaya çıkışı ve yayılmasında iki unsura bakmak gerekiyor: Birincisi, bu örgütlerin güç ilişkilerine ve politik dengelere nasıl etki ettiği (kim bundan faydalanıyor?) ve politik aktörlerin söz konusu yapıya karşı nasıl pozisyon aldığı (Aktif/doğrudan destek, pasif/dolaylı destek, göz yumma ve eylemsizlik). İkincisi, bu yapıların faaliyet gösterdiği habitus’un analizi. Yapısal eşitsizliklerin ve politik şiddetin yaygın olduğu habituslarda radikal çözümler, idealler, gruplar çabuk destek bulur. Bu çerçeveden baktığımızda Hizbullah ve IŞİD gibi organizasyonlar belli bir tabanın üstünden yükseldiler. Yapmaktan çok yıkmaya odaklı bir nosyondan hareket ettiler. Karşı oldukları şeyi biliyorlardı ama alternatife dair tahayyülleri sınırlıydı. Bu nedenle kendilerinden daha büyük siyasi plan ve oyunların oyuncağına dönüştüler. İki grup da kaos ve anomi döneminin ürünüydüler. Hizbullah, tabanını legal alana taşıyarak riskli ama pragmatik bir yol çizdi. IŞİD organizasyonel biçimde çökertilse de tabanı bugün olduğu yerde duruyor. Bu tabanın öfkesini bileyleyen tüm yapısal meseleler de öyle… Trump Beyaz Saray’dan zafer ilan edebilir ama IŞİD tabanı, örgütü bitiren irade ve eylemin Kürtlerden geldiğini çok iyi biliyor. Bu da gelecekte yeni karşılaşmaların olası olduğunu gösteriyor. Şiddet şiddeti üretiyor. Suriye Savaşı’yla Orta Doğu yeni bir aşamaya girdi. Yüz yıllık statüko çatırdamaya başladı. Bu statükoya en büyük tehdit ise Kürtlerin radikal, çoğulcu ve demokratik modeli oldu. Bu model başarılı olursa Orta Doğu’daki despot rejimlerin yerini daha insan merkezli bir modele bırakması hayli mümkün. Vekalet savaşlarını, kirli ittifak ve iş birliklerini, Kürtlerin mücadelesine karşı hasmane siyaseti bu eksenden değerlendirmek gerekiyor.

‘KÜRTLER İSLAM ÜMMETİNİN YETİMLERİDİR’

İslamcıların politik tahayyülü ile ulus-devletlerin milliyetçi pratikleri ekseninde Ümmetçi söylemi nasıl değerlendiriyorsun?

Benedict Anderson’ın tabiriyle söyleyecek olursak ümmet, ‘bir hayali cemaattir’. Ona dair söylenen her şey bir fantazya ve temenniden ibarettir. Buna rağmen ümmetçilik, İslamcı muktedirler tarafından kitlelere sosyal bir olgu ve ideal olarak sunulmakta. Ümmet kavramı, farklı dönemlerde farklı anlamlarda kullanıldı. Birincisi, ümmet kavramı nötr bir kavram olarak ortaya çıktı. Müslümanların temel referans kaynağı Kur’an’da bu kavram onlarca farklı bağlamda kullanılmakta. Örneğin kimi yerlerde tüm insanlık için ümmet tabiri kullanılırken (2/213, 10/19), kimi yerde geçmiş nesiller (6/42, 2/134), bir coğrafi bölgede veya yönetim biriminin altında yaşayan topluluklar (40/5), gelecek nesiller ve jenerasyonlar (11/48) ile Müslüman topluluğu anlamında kullanılmakta. Yani Kur’an ümmet kavramını siyasal bir kurgu ve yönetim birimi olarak kullanmak yerine onu geniş bir spektrumda farklı anlam ve bağlamlarda kullanmakta. Dahası, ümmet kelimesi Müslümanlar için kullanıldığında da bu siyasal bir inşa olarak değil, moral/ahlaki bir sorumluluğu vurgulamak için kullanılmakta. Peygamberin söz ve uygulamalarında (hadis) da benzer bir durum söz konusu. Dahası peygamberin 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretinden hemen sonra Medine’de yaşayan Müslümanlar, Yahudiler, putperestler, Arap kabileleri ve diğerleriyle imzaladığı sözleşmede (Medine Anayasası olarak da bilinir) ümmet kavramı tüm bu toplulukları içeren şekilde kullanılmıştır. Zaman içinde kavramın serüveni farklı anlamlar kazanarak ilerledi ama gerçekleştirilmesi gereken bir siyasal ideal ve hayali bir cemaat olarak inşası, sömürgeciliğe bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu açıdan ümmet modern bir kurgudur. Cemil Aydın’ın yazdığı The Idea of the Muslim World (Harvard, 2017) bu kavramın dönüşümünü çok iyi analiz ediyor.

Türkiye’deki “anaakım ümmet” kimdir?

Bugün anlaşıldığı biçimiyle ümmet Arap, Fars ve Türk milliyetçiliğinin terkisine alınmış, söylemde dünyadaki tüm Müslümanları kapsayan ama pratikte kendi sınırları içindeki Kürd’e dahi derde deva bir şey söyleyemeyen bir politik tahayyül. Bu tahayyül içinde de Kürtler, Fehmi Şinnavi’nin dediği gibi ‘İslam ümmetinin yetimleridir’. Türkiye’de ümmetçi söylem, AKP öncesinde mağdur edilmiş bir kitlenin sesiydi. Ümmetçi olmak politik ve ekonomik bir bedel gerektiriyordu. Ortada bir ‘dava’ vardı. Bugün ise dört başı mamur tahakkümcü bir iktidarın politik aygıtına dönüştü.

Cizre’de ilk Sivil Cuma namazlarını kıldıran Mele Seid, hangi ümmeti reddetmişti yani? 

Sivil cumalar bu eksende bir ‘kurtuluş teolojisi’ pratiğiydi ve kaçak elektriği saymazsak Kürtlerin şimdiye kadarki en etkili sivil itaatsizlik eylemiydi. Sivil cumaların temel talebi çok basitti: ‘dilimizi inkâr eden, dinimizi bize öğretemez’. Bu hem inancını sahiplenen hem de din üstünde ‘anaakım ümmetçi söylemin’ oluşturduğu hegemonyayı reddeden bir talepti. Devam ettiği iki yıl boyunca 3 milyon civarında insan bu özgür cumalarda saf tuttu. Bu açıdan Mele Seid ve diğer seydalar, Kürt toplumunun Gustavo Gutierrez’leridir. Ümmetçilik postuna bürünmüş milliyetçi tahakkümü reddetmişlerdir.

‘KÜRTLERİ ÜMMET DİYE DİYE BİTİRDİLER’

Kürtlerin haklarının ümmetçilik adı altında yenildiğini düşünüyor musunuz? Konuyu devamlı ümmetin bütünlüğüne ve din kardeşliğine çekenlerin amacı nedir?

Kürtleri ümmet diye diye yediler bitirdiler. Kürtler ne zaman gasp edilen haklarına, kimlik ve kültürlerine dair bir talepte bulunsa cevap hazır: ‘Olmaz, çünkü ümmet bölünür’. Öyle bir ümmet ki Suriye’de mezhepçi vekalet savaşlarıyla bölünmüyor, Kuzey Afrika’da, Libya’da, Yemen’de, Irak’ta Müslüman ülkelerin ve liderlerin kendi menfaatleri uğruna Müslümanlar birbirini doğrarken etkilenmiyor ama iş Kürtlerin en insani talebine gelince bölünüyor. Kur’an’da Nisa süresi 136’ıncı ayet şunu diyor: ‘Ey iman edenler, iman edin!’ Tefsirler, bu ayetin sözde iman edip iman ettiği prensiplere uymayan riyakârlar için olduğunu söylüyor. Kürt meselesi ümmetçi söylemin en büyük imtihanıdır. Dini ile devleti arasına sıkışanın iman tazelemesini gerektiren bir durum.

Türkiye Kürtleri geçmiş yıllara oranla bugün daha seküler diyebilir miyiz?

1990’lar Kürt toplumunun geleneksel dinamiklerinin çözülmesine neden oldu. Bugün Kürtlerin büyük kısmı şehirlerde yaşıyor. Orta sınıflaşan bir Kürt realitesi var (şiddetin el verdiği oranda). Geleneksel bağlar ve baskı unsurları bu yeni hayatta hissedilmiyor. Ötekiyle karşılaşma daha yoğun. Bu dinamikler içinde Kürt toplumu daha seküler bir hayat yaşıyor. Dahası dinin siyasi meselelere alet edilmesi, IŞİD tarzı şiddet nedeniyle Kürtler, kurumsallaşmış dine daha da mesafelendi. 2000’lerin başında Şırnak’a bir ziyarete gitmiştim. Ezan okunduğunda oturduğum çay bahçesinin aniden boşaldığını, genç, yaşlı, çocuk herkesin camiye gittiğini görmüştüm. Bugün aynı Şırnak’ta gençler caminin kapısından geçmiyor. Ha niye geçsin diye sormak lazım. Birkaç yıl evvel şehir yerle bir edildi, güvenlik güçleri ayetler okuyarak çatışmalara girdi. Yeşil medya da bunu bir marifetmiş gibi çarşaf çarşaf yayınladı.

‘KÜRT POLİTİK AKTÖRLERİ DEĞİŞİMİN NE KADAR FARKINDA EMİN DEĞİLİM’

Kürt toplumu hızlı değişimler yaşıyor. Yeni nesil Kürt gençlerin talep ve arzuları ile bir önceki nesil arasında ciddi farklar göze çarpabiliyor. Siz bu alanda bir araştırma da yaptınız. Türkiye’deki Kürt gençleri, ülkenin diğer gençleriyle ortak taleplerde buluşabiliyor mu?

Kürt gençleri milliyetçileşiyor ve milliyetçiliğin anlamını dönüştürüyor. Son yıllarda araştırmalarım için yüzlerce gençle konuştum. Henüz gün yüzüne çıkmamış yapıcı bir tahayyül gelişiyor. Kürt gençleri sanatla, sinemayla, edebiyatla direnişin alanını genişletiyorlar. Batı şehirlerinde ve Avrupa’da milyonlarca yeni jenerasyon Kürt genci yetişti. Bu da yeni tahayyüller, yeni ilişkiler demek. Bugün Kürt gençleri dünyayla ve çevreleriyle daha yakın bir ilişki içinde. Sosyal medyada aktif. Bir şey paylaşmıyor. ‘Bir siqinti olmasın’ ama her şeyi yakından takip ediyor. Bingöl’de dedikleri gibi ‘her şeyin ayixinda’. Kürt politik aktörleri bu değişimin ne kadar farkında emin değilim. Her ne kadar Orta Doğu’nun en ilerici politik modelini gerçekleştirmeye çalışsalar da gençliğin dönüşümüne, taleplerine, umut ve beklentilerine tam karşılık olamayan bir siyasal tahayyül gözlemliyorum. Kürt siyasal aktörlerinin gençlere daha fazla alan açması ve onların dönüşen yaşam gerçekliğine karşılık olacak söylemler geliştirmesi gerekiyor.

‘YENİ NESİL GENÇLER UMUT VERİYOR’

Yeni nesil Türk gençler de daha sorgulayıcı ve cesur görünüyor. Karşılıklı olarak daha iyi bir gelecek umudu var. Sizce yeni nesil Türkler geçmişle yüzleşebilecek ve onlar adına işlendiği iddia edilen suçları yargılayabilecekler mi? 

Tabii ki. Almanya günümüzün en iyi örneği. Naziler, İkinci Dünya Savaşı sırasında çoğunluğu Yahudi 6 milyon insanı öldürdüler ama Almanya bununla yüzleşti ve hesaplaştı. Türk gençlerinin ülkelerinin anlatılmayan tarihini bir gün keşfedeceklerine ve geçmişle yüzleşeceklerine dair ümitliyim.

Bingöl Üniversitesi’nde öğretim üyesi iken, Yedi Kapı isimli bir belgesel çektiniz. Birbirinden etnik, dini, politik olarak farklı yedi öğrencinin karşılaşmalarını anlatıyorsunuz. Neydi bu belgesel ile aktarmaya çalıştığınız? 

.

Yedi Kapı birbirinden etnik ve politik olarak farklı yedi öğrencinin bir okuma grubu etrafında buluşmasını, karşılaşma, tartışma ve dönüşümlerini konu alıyor. Filmin temel derdi alternatif bir eğitim modelinin imkanını sorgulamaktı. Bunu yaparken de farklılıklarımızı zenginlik kabul ederek inandığımızı savunabileceğimiz bir zemin yaratma arayışıydı. Yedi hafta boyunca öğrenciler Bingöl yaylarında, nehir kenarları, şelale dipleri ve dağ başlarında Foucault, Agamben, Freire, Illich gibi sosyal teori metinleri okudular ve haftalık buluşmalarda bu metinler üzerinden günümüzü tartıştılar. Amacım adeta öğrenci fabrikasına dönüştürülmüş taşra üniversitelerindeki absürt, baskıcı ve faydasız eğitim pratiklerine karşı hayatın ve doğanın içinde, sorgulayan, dinleyen, eleştiren ve alternatifi hayal edebilen bir eğitimin mümkün olduğunu göstermekti.
Stanford Üniversitesi’ndeki ilk gösteriminden sonra Yale, Cambridge, New School gibi pek çok üniversitede gösterildi ve izleyiciden eleştirel pedagoji, şiddet ortamında eğitim konusunda çok pozitif dönütler aldı. En son Sınır Tanımayan Belgeselciler Festivali’nde Gençlik alanında Liyakat ödülü (merit award) aldık.

‘HEPİMİZİN KÜRT KADIN HAREKETİNE MİNNET BORCU VAR’

ABD’deki Yale Üniversitesi’nde Ulusötesi İslam dersleri veriyorsun. Birkaç ay öncesinde Amerika’da sabah programlarında dahi Kürtler konuşuluyordu. Trump bu nedenle ciddi eleştiriler aldı. Kürtlere yönelik dışarıdaki algıyı nasıl değerlendiriyorsun? Yıllardır yurt dışında yaşayan, gidip gelen biri olarak o günlerden bu zamana olumlu/olumsuz değişim var mı?

Kürtlerin trajedisi onların tanınmasına neden oldu. Bugün dünyanın her köşesinde Kürtler pozitif bir imajla biliniyor. Yale Üniversitesi’nde ‘Kürt Kimdir’ konulu bir etkinlik yapmıştık geçtiğimiz kış. Normalde on kişinin ancak katıldığı bu tür etkinliklerde izleyiciler salonda oturacak yer bulamadı. Bugün dünyanın her köşesinde Kürtler, Orta Doğu’nun en demokratik halkı olarak tanınıyor. Cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda Kürtler dünyanın gönlünü fethetmiş durumda. Birkaç ay evvel New Haven, Amerika’da bir gece Uber’e binmiştim. Aracın şoförü Güney Amerikalı bir göçmendi. Sohbetimiz Kürtlere gelince Kürt kadın hareketinden övgü ve hayranlıkla bahsetmeye başladı. Araçtan indiğimde ücrette beş dolar indirim yaptığını fark ettim. Hepimizin Kürt kadın hareketine büyük bir minnet borcu var.

Güncel Kürt politikasının ahvaline dair fikrini de merak ediyorum. Nasıl gidiyor sence? Geçen zamanla değişen neler var?

Zamanın ruhu değişiyor. Yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Statüko zayıflıyor. Hem bölgesel hem global düzeyde her şey çok hızlı değişiyor. Kürtlerin politik aktörleri bu değişimleri ne kadar iyi takip ediyor, buna yönelik nasıl bir siyaset geliştiriyor bilmiyorum.

Ne kurtarır Kürtleri? Siyaset mi? Sanat mı? Savaş mı? Para mı? Hiçbiri mi? Hepsi mi?  

Kürtleri kurtaracak mucizevi bir reçete yok. Ama ütopik olmamı isterseniz, kurtuluşun Kürtlerin iç barışıyla başlayabileceğini düşünüyorum. Kürt toplumu yaşanan acılardan kaynaklı son on yılda başka bir duygudaşlık kazandı. Yeni Kürt siyasetinin bu duygudaşlığın üzerine inşa edilmesi gerekiyor. Bu da Kürtlerin birbiriyle barışmasıyla mümkün. Kürtler iç barışlarını sağlarsa Kurdî bir siyasetin ve dekolonyal bir perspektifin önü açılmış olur. On binlerce ölüm ve milyonlarca sürgün ve acıya rağmen Kürt siyasal aktörleri yeri gelince, haklı olarak, devletle oturup bir barışın imkanını konuşabiliyorlar. Kendi aralarındaki ihtilaf ve anlaşmazlıklarda ise aynı cesaret ve kararlılığı, ne yazık ki, gösteremiyorlar. Bu tam da kolonileştirilmiş bir zihnin ürünü. Acilen aşmamız gereken en önemli mesele budur. Sağcısı, solcusu, İslamcısı, seküleri, Kurdistanîsi tüm siyasal aktörlerin, rîspîlerin, kanaat önderlerinin ve hepimizin bu iç barışı sağlamak gibi bir yükümlülüğü var. Parti politikalarıyla, ideolojik saplantılar ve ‘benim modelim senin modelini döver’ basitliğiyle kaybedecek zamanımız yok. Bunu başaramazsak aynı acıları tekrar tekrar yaşayacağız. Yüzyıl sonra torunlarımız bize hesap soracaklar.

Kimleri dinliyorsun? Neler izliyorsun? Neler okuyorsun son zamanlara? 

Bu aralar Fariz Bavê Firaz, Huseynê Omerî ve Tame Impala dinliyorum. En son sevgili Mücahit Bilici’nin Amerika’da Islam hakkındaki kitabı Finding Mecca in America’yı okudum ve Mario Vargas Llosa’nın Elebaşılar Hergeleler hikayelerini okuyorum. Bu ara Netflix’ten Green Frontier diye bir dizi izliyorum. Ormanın ruhu, polisiye ve kolonyal efekt harmanı bir dizi.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER