Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

İslam Özkan; Metin Kayaoğlu: İslam içinde müttefikler değil Marksizm'i arıyorduk

Birazdan Türkiye’de Marksizm’in tarihine de İslam’ın ve İslamcılığın tarihine de alışılmışın dışında kalıplarla bakan bir devrimciyle yapılmış bir röportajı okuyacaksınız.

İslam Özkan; Metin Kayaoğlu: İslam içinde müttefikler değil Marksizm

Ne Marksizm’in bütünüyle dünyevi ne de İslam’ın bütünüyle uhrevi olduğunu vurgulayan Metin Kayaoğlu, İslam’ın Marksizm’in gelişen bağlamına oturtularak bir özdeşleşme sürecine girilmesi gerektiğini belirtirken Marksizm’in soyut bir evrensellik iddiasını dışladığını, devrimciliğin ancak içinde yaşanılan toplumun dinamikleriyle etkileşime, kendi tabiriyle “alaşım”a girerek var olabileceğini savlıyor.

Birazdan Türkiye’de Marksizm’in tarihine de İslam’ın ve İslamcılığın tarihine de alışılmışın dışında kalıplarla bakan bir devrimciyle yapılmış bir röportajı okuyacaksınız. Fikirlerine katılıp katılmamanızın ötesinde, sadece Marksist ve İslami cenahta ezberleri bozması, sürekli bize tekrar ettirilen klişeleri yerle bir etmesi bakımından bile üzerinde düşünmeye değer bir yaklaşım sunuyor bize Metin Kayaoğlu. Ona göre bir insan ancak Marksizm’i, teorik yapısını aşıp güncel hayatta teori-pratik bütünlüğüyle birlikte değerlendirdiğinde devrimci olabilir. Salt teorik analiz ve felsefi derinleşmeyle ilgileniyorsa o Marksist devrimci değil, olsa olsa Marksist bir entelektüeldir. Kendisiyle İslam-Marksizm ilişkisi, Leninizm, Avrupa solu, İslami Hareket, Türkiye’de sosyalizmin sorunları ve AKP’ye dair konuştuk.

‘HANİF MARKSİZM, SOSYALİZMİ TEK BİR HAVZAYA KAPATMAYA KARŞI DURUŞUN ÜRÜNÜYDÜ’

‘Hanif Marksizm’ adlı yıllar önce adını koyduğunuz bir teziniz var. ‘Hanif Marksizm’ ne anlama geliyor, siz İslam’la Marksizm’in bir sentezini mi ortaya koymaya çalışıyorsunuz?

Hanif Marksizm bir özgülleştirme girişimi, koruyan ama tutsak da eden kaleden çıkma harekâtıydı bizim için. Sanırım cüretkârdı da ama başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Teorik anlamda değil, ideolojik ve politik anlamda bir başarısızlık bu. Hanif Marksizm ile biz, İslamiyet içinde müttefikler değil, Marksizm’i arıyorduk. Hanif, İslamiyet’in Peygamber Muhammed’in tebliğinden önce de varlığını ortaya koyan bir hali ifade etmek için kullanılan bir terim. Peygamber İbrahim’i kast ederek “Ne bir Yahudî ne de bir Hıristiyan’dı. Fakat o hanîf bir Müslümandı” diyen ayet, çok önemli bir argüman koyuyordu. Bizim İslamiyet diye bildiğimiz ve ilk ayeti 610 yılında nüzul olan dinin, bu tarihten önce de var olduğuna ilişkin soyutlamaydı bu.

Yöneldiğimiz bir sorgulamayı sorunsal haline dönüştüren, çözümünü sonunda işaret eden teorik bir kavram olarak işlevlendi “hanif”. Öteden beri, Marksizm’in Aydınlanmanın çocuğu, işçi sınıfının ideolojisi, işçi sınıfının ya da kapitalizmin bilimi olduğu yolundaki Marksist anlayışlara mesafeliydik. Marksizm’in, tarihsel olarak Aydınlanmanın çocuğu olduğu doğruydu gerçi, ama bunun Althusser’in ifadesiyle istenmeyen gayrimeşru bir çocuk olduğunu biliyorduk. Zira Marksizmin, Batı uygarlığının kusurlarından arındırıcı sürdürücüsü olduğu, Aydınlanma düşüncesini mantıksal sonuçlarına götüren bir yaklaşım olduğu, burjuvazinin devrimci düşüncesinin tutarlı bir sürdürücüsü olduğu türü yaklaşımlara karşı olmayı gerektiren çok sayıda olgu birikmiş, kategorik gelişmeler olmuştu.

Hanif Marksizm, Marksizmin bir ideo-kültürel kıtaya, havzaya hapsolmasına karşı duruşun ürünüdür. Öncelikle havzalar arasında geçişler olabileceğini, ama bununla yetinilmemesi gerektiğini, her bir havzanın içinde kendini yeniden-üretmesi gerektiğini öngörür. Bu bağlamda, Marksizmin bir üst-anlatı olarak geliştirilmesini de kapsar bu yaklaşım.

‘LENİN VE MAO, MARKSİZMİ BAŞKA BİR YÖNE DOĞRU İTTİ’

Metin Kayaoğlu

O zaman siz, Marksizmin her coğrafya ve medeniyette farklı kültürel ya da dini arka plana sahip olabileceğini savunuyorsunuz, doğru mu anladım. Yani Hindistan’daki Marksist bir hareket pekâlâ Hinduizmle Marksizmin bir sentezini yapabilir. Ya da Hinduizm içerisinde Marksizmi arayabilir. Böyle bir şey mi?

Biz başka terimlerle anlatmayı yeğlesek de, sorunuza yanıtımız ‘evet’tir. Başka bağlamlarda farklı şekilde anlatılabilir ama, uzak durduğumuz Marksizm anlayışını iki temel yönüyle belirleyebiliyorduk. Birine göre, Marksizm, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının bilimi, ideolojisi ve politikasıydı ve onun öteki her türlü çelişkinin tarafıyla dışsal bir ilişki kurması gerekiyordu. Köylüler, küçük-burjuvalar, ezilen ulus ve halklar, ezilen dinsel topluluklar, ezilen kadınlar… Marksizm’in bu tarz anlaşılışına göre, kapitalizmin en gelişkin olduğu yerlere gözümüzü dikmeliydik; çünkü gelişkin işçi sınıfı ve kapitalizmi aşacak dinamik sadece buralardaydı.

Fakat, izlediğimiz Marksist eksenin bu yaklaşıma sığmadığı gayet açıktı. Lenin ve Mao adlarını Marksizme taşıdığınızda, zorunlu olarak başka bir Marksizm anlayışını izlemeye yöneliyorsunuz. Artık Marksizm, bir tarihsel diyalektik sürece girmiş bulunuyordu. Mesela, işçi sınıfını simgeleyen çekiç, yoksul köylülüğü simgeleyen orakla çaprazlanmıştı “komünizm”in simgesi olarak. Birleşmeye çağrılan işçilere, “ezilen halklar” da eklenmişti: Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar; birleşin! Ama burada kritik olan husus, köylüler ve ezilen halkların Marksistlerin ikincil ilgi konusu olmaması, Marksist partilerin işçilerle birlikte asaleten örgütlemekle görevli oldukları topluluklar olmasıydı. Yani bu kesimler, Marksistlerin de içinde ya da önder olacağı bir cephenin değil, bizatihi Marksistlerin örgütü olan partinin ilgi konusuydu. Konuya yoğunlaşan Marksistler, öğrenci gençlikten kadınlara, ezilen dinsel gruplardan etnik topluluklara kadar geniş kesimleri ad ad sayarak birinci dereceden ilgi konusu olarak kabul ediyordu.

Bunu biz, ‘Marksizmin tarihsel diyalektiği’ olarak değerlendiriyorduk. Marksizm, Leninizm ve ardından Maoizm olarak alan ya da kapsam genişletiyordu. Buna karşılık, birtakım Marksistler, işçi sınıfı dışına yöneldikleri için Lenin ve Mao’yu Marksist saymıyordu. Buradan vardığımız sonuç şu oldu: Marksizm, çağının bütün ezme-ezilme ilişkilerine hâkim bir konum almak durumundadır.
Marx, bir ankete verdiği yanıtta, en sevdiği tarihsel kişilik olarak Roma köle isyanının ünlü devrimci lideri Spartaküs’ü anmıştı. Ama kurucumuza göre, Spartaküs yenilgiye mahkûmdu ve zafer kazanacak olsa, tarih yeni bir Roma imparatoru kaydedecekti.

SOSYALİZM DENEYİMLERİNİN YENİLGİSİ BİZE KAPİTALİZM ÖNCESİ DEVRİMLERİ HATIRLATTI

Buna göre Spartaküs, her halükarda yenilgiye mahkûmdu öyle mi?

Marksizmin yaygın anlaşılışına göre, kapitalizmden önce ezilenlerin mücadelesinin başarı şansı yoktu. Çünkü üretim güçleri, ezilenlerin iktidar olmasına izin verecek ölçüde gelişmemişti. Bu yüzden, Marksizm kendini politik olarak kapitalizmin ürünü olan işçi sınıfına bağlamalıydı. Bu düşünce, Nazım Hikmet’in, Şeyh Bedreddin Destanı’nda eski zamanların ezilen devrimcilerinin yenilgiye mahkûm olduklarını yüreği yanarak anlatan güçlü dizelerini yazdığı yıllarda Sovyetler Birliği’nin muzaffer varlığıyla somut olarak kanıtlanıyordu. Fakat iki sonuç, bu düşünceyi sorgulamaya yol açıyordu bizim açımızdan. Zafere mahkûm kabul edilen yirminci yüzyılın sosyalizm deneyimleri, kapitalizm karşısında yenilmişti ve öte yandan, kapitalizm-öncesi çağlarda ezilenlerin çağdaş sosyalizm deneyimlerini andıran ve uzun süren iktidar ve toplum deneyimleri olduğu görülüyordu. Vurgulamak gerekli; birtakım isyanlar, ayaklanmalar ve hatta devrimleri de aşacak şekilde, toplum kurma deneyimlerinin varlığından söz ediyoruz. Bu deneyimleri, “Çin’den Maçin’e kadar” dünyanın dört bucağında bulabildiğimiz gibi, yaşadığımız bölgede de görüyorduk.

O halde, Marksizm, kapitalizm-öncesi çağlara ideo-politik olarak uzanabilir, orada politik atalar bulabilirdi. Yani Marksizm, çağının olduğu kadar geçmişin de bütün devrimci ezilen tarihinde politik karşılığını bulabilirdi. Ezilenlere, tarihte ilk kez bilim, felsefe ve politikadan oluşan bir bütünlük inşa etmiş olan Marksizm, kendini daha derin ve kapsamlı bütünlüklere yöneltmeliydi. Marksizm, tümel bir evrensellikten ibaret değildir. Nitekim, bir Marksizm anlayışına göre, Marksizmin tarihsel doğuş koşulları donduruldu ve bu tarihsel ortam, soyut tümellik mertebesine yerleştirildi.

Marksizm, bize göre, bir düşünce okulu olmadığı için, bilakis, ezilenlerin tarih boyunca ortaya çıkardığı ‘teorik-pratik bütünsel bileşik yapı’ olduğu için, tümel, tikel ve tekil boyutlar barındırır. Bu bakımdan, mesela” vatanım yeryüzü, milletim insanlık” türünden bir anlayış Marksizme yabancıdır. Marksizm özgülleşmeyi, bir yer ve zamanla kaim olmayı zorunlu görür. Vatanlar, milletler ve öteki ayrımlar vardır ve bunları görmezden gelmek, dünyaya egemen olanın egemenliğini kabul etmek anlamına gelecektir. Çünkü hareket, dünyayı değiştirebilmek için bir yer ve zamandan başlamak zorundadır. O halde, Marksistler kozmopolitler değil, ‘bir-yerli’, ‘bir-zamanlı’dır. Rusyalı, Çinli, Vietnamlı, Kübalı ve elbette Türkiyeli…

‘HANİF MARKSİZM’İN KARŞILIĞI KURAN’DA VAR’

Dünya üzerinde çeşitli toplumların içinde olduğu, farklı kültür/uygarlık havzaları oluşmuştur. Her havzanın kendine özgü dili ve simgeler sistemi vardır. Marksizm, tarihsel olarak kapitalist Batı uygarlığının oluşturduğu havzada doğmuştur. Fakat bu veri ile yetinmesi, ya da Batı kapitalizminin yaptığı gibi dünyanın geri kalan havzalarını kendi suretinde yaratmaya girişmesi, onun devrimci amaçlarına uygun değildir. Marksizm, kapitalizmin küresel gücünü bilerek hareket etmeli ama her havzanın dilini öğrenebilmeli, daha da ileri giderek, her bir havzada kendini özgül tarzda yeniden-kurmalıdır. Rusya’da “Narodnikleşen” ve “mujikleşen” Marksizm böyle bir diyalektik yaşamıştır. Çin’de “Çinlileşen” Marksizm böyle bir diyalektik yaşamıştır. Buna karşılık, kafasını bir yerin ve bir tarihin Marksizmine kilitlemiş Marksistler, bu iki ülkedeki gelişmeyi dehşetle ve sapkınlık çığlıklarıyla izlemiştir.

Havzaların ortamında Marksizm ezilenlerle salt çıplak biyolojik varlıklarıyla karşılaşmaz. Ezilenler onun karşısına ideolojileri, dinleri, kültürleri, gelenekleriyle çıkar. Marksistin işi, bu öğelerin içinde mutlaka şu ya da bu ölçüde yaşayabilen devrimci çizgiye ulaşmak ve onunla alaşımlanmaktır. Bu arada, ezenlere tabi olmayı vazeden dinsel, ideolojik, geleneksel öğelere de saygıyla yaklaşmak değil, bilakis onları keskin bir kılıçla budamak gerekecektir. İşte bu meşruiyet ve hakka Hanif Marksizm diyoruz. Hanif, çünkü Marksizm-öncesi Marksistleri buluyoruz. Hanif, çünkü bu arayışta çok sayıda İslamî örnek buluyoruz ve hanif, çünkü Kuran’da bu arayışın karşılıklarını buluyoruz.

“Sentez” demeyi yeğlemeyiz; iki ayrı şeyin bir başka şeyde birliği anlamında. Marksizm’in İslam havzasında özgülleşmesi demek uygun geliyor. Marksizm’in İslam’ın içinde kendini bulması… Ama aynı işlemin karşıdan da geçerli olduğunu kabul etmeyi öngörür bu yaklaşım tarzı. Evet, devrimci bir İslam’ın da kendini Marksizm’de bulması gayet mümkündür.

‘ALLAH KİMSEYİ HALKIN MÜCAHİTLERİ’NİN DURUMUNA DÜŞÜRMESİN!’

İran’da Halkın Mücahitleri örgütü yıllar önce İslam’la Marksizm’i birleştiren bir ideolojiye sahipti. Halkın Mücahitleri’nin şu an geldiği noktanın ne İslam’la ne de Marksizm’le ilgisi kalmadı ama siz yine de o dönemdeki teorileştirmeyi kıymetli buluyor musunuz? Sizin “Hanif Marksizm” kavramsallaştırmanızın bu teorileştirme çabasından bir farkı var mı? Varsa nedir?

Allah kimseyi Halkın Mücahitleri’nin durumuna düşürmesin! Şaha karşı yiğitçe mücadele eden Halkın Mücahitleri’nin emperyalizmin basit bir oyuncağı derekesine düşmesi bir trajedidir. Mücahitlerin Şah rejimine karşı devrimci mücadelesine saygıyı elden bırakmadan, her devrimcinin tarihin itip kakmasıyla bu akıbete düşme ihtimali olduğunu soğukkanlılıkla teslim etmek gerekiyor. Mesele, bu hale düşmemekte ve her bir sabaha, yeniden-kurulmuş bir özgül nitelikle uyanmakta.

Halkın Mücahitleri’nin ideolojik deneyiminin değerini, bu deneyimin daha devrimden önce Müslüman ve Marksist olarak ayrışmasında ortaya çıkan ağır başarısızlık da ortadan kaldıramaz. Aslında sanırım, Mücahidin’in ideo-politik gelişmesini geniş anlamda Ali Şeriati’nin de içinde olduğu bir dinamik içinde değerlendirmek gerek.

Skolastik kelime oyunları ya da kavramlara takla attırmak olarak anlaşılmasın ama Şeriati’nin ve Halkın Mücahitleri’nin yaklaşımlarıyla bizimkinin arasında farklar olduğunu sanıyorum. Biz bir alaşımdan ya da özdeşleşmeden söz ediyoruz. Buna karşılık, Halkın Mücahitleri’nin Marksizmle İslamı ilişkilendirirken bir toplama/çıkarma işlemi yaptığını sanırım söyleyebiliriz. Onlara göre materyalist felsefesi ve ateizmi bir yana bırakılacak Marksizmin, sınıf mücadelesi anlayışı, politika yapma tarzı ile kapitalizm ve emperyalizm analizleri alınmalıydı.

Sınıftan ve toplumsal bilimden sorumlu muhalefet hareketi bileşeni Marksizm ile, ilahi alandan ve evren ile toplumsal gerçeğin birliğinden sorumlu İslamiyet birleşecek, daha doğrusu toplanacak ve ortaya güzel bir sentez çıkacak!

Biz, bunun uygun olmayan bir yol olduğu kanısındayız. Her bir başlıca başlığın, hem Marksizm hem de İslam bakımından baştan itibaren ele alınmasını ve ortaya çıkacak olana ilişkin bir önkayıt konmamasını öneriyoruz. Biz, ortaya çıkacak olanın Hanif Marksizm ya da daha iyi bir şey olacağına inanıyoruz. Bu bağlamda, İslam’ın verili halinin bu karşılaşmada çok geride olduğunu samimiyetle ifade etmek gerekli.

Biz, “imanlı” Marksistler olarak, özdeşleşmenin teorik olarak Marksizm’in gelişkin bağlamında gerçekleşmesini savunuyoruz. Ama buradaki kritik halka, Marksizm’in gerçekleşme sürecinde kendini mücadele edilen ülkenin, toplumun ortamındaki devrimciliğe bırakması gereğidir. Bu mahşeri süreçten, Marksist olarak çıkıp çıkılmayacağını Allah bilir! Biz, buna varız.

‘İRAN İSLAM DEVRİMİ, 20.YY’DA MARKSİZM’DEN ETKİLENMEMİŞ TEK DEVRİMDİR’

Marksistler geçmişte İran’da önemli bir deneyime sahip oldular. Bu deneyimin ardından Türkiye’de ve dışarda, en azından solun bir kısmında, artık İslamcılara güvenilemeyeceğine ilişkin bir yaklaşım ortaya kondu. İsterseniz önce bir İran devrimi değerlendirmesi alalım ardından İran deneyiminde Marksistlerin konumuna ilişkin ne düşünüyorsunuz?

İran devrimi, sanırım geçen yüzyılda, zamanla gelişen önderliği Marksizm’den etkilenmemiş yegâne devrimdi. Ayrıca, İran devriminin muazzam genel ayaklanmasıyla, “büyük” nitelemesini hak eden bir devrim olduğu da açık bence. Elbette, halkın geniş kesimlerinin ayaklanmasının önderliği başlarda şekillenmemişti ve aylar içinde, önderlik etmek için adaylar çıkmaya başladı. Devrimin ideolojisinin “İslam” olması onu bambaşka bir kategoriye sokmadı; İran devrimi de tarihte ve çağdaş devrimler gibi seyretti.

İslamcılara güvenilemeyeceği hususuna gelince… Tarihin ve politikanın birilerine güvenilerek yapılacağını söyleyen saf akıllılar, İslamcılar arasında olduğu kadar sosyalistler ve Marksistler arasında da bol miktarda var. Ama bunların öncelikle Lenin adındaki birinden habersiz olduğunu rahatlıkla varsayabiliriz. Bağımsız olmak ve davranışlarınla düşmanını ezmek kadar, dostlarını da yönetmek, onlara hâkim olmak zorundasın. Bunu başardılar diye İslamcıları suçlamak acizlerin işidir.  İran’da Marksizm’den şu ya da bu ölçüde etkilenmiş sosyalistler, Şaha karşı yiğitçe savaşmayı bildi ve devrim konjonktürüne bu savaşın yıpratıcı etkisiyle girdi. Ama ne olursa olsun, bu sosyalistler devrime önderlik etmeyi başaramadı ve buna karşılık, Mollalar bu devrimin önderliğini kazandı. Solcuların önderliği alamamasının suçunu nasıl İslamcılara atabiliriz.

“Hak verilmez alınır” demeyi pek seven solcularımız, İran’da “mollalar”ın kendilerine bir şeyler bahşetmesini umdular. Ama tarihin nasıl işlediğinden ve politikanın nasıl yapıldığından bihaber olduklarından, devrim iktidarında kendilerine alanı ancak kendi bileklerindeki güç ve kafalarındaki maharetle açabileceklerini, başka bir yolun olmadığını görmediler.

Ekim devrimi sürecinde de aynı şekilde sızlanan solcular vardı. Bolşevikler büyük bir kudret ve basiretle düşmanlarını ezmeyi ve müttefiklerini yönetmeyi başardılar. Yollarına çıktıkça müttefiklerini de ezmekte duraksamadılar. Bunun için Bolşevikleri suçlayan mızmız liberal solcular o zamandan beri hep oldu.

Devrim konjonktürünün ardından, Aydınlanmanın ideolojisiyle efsunlanmış öteki ülkelerdeki solcularımız da sanki laik burjuvalardan, örneğin Kemalistlerden çok iltifat görmüşçesine, İran’daki akıbeti İslam’a bağladılar. Hayır; olan, bütün devrimlerin, hatta gerçek mücadelelerin ve tarihin hareket yasalarının sonucuydu ve İran sosyalistleri, başarısızlıklarını başkalarına havale edemezler. İslamcılar kendi yollarını kendi yordamlarıyla izlemiştir ve başka bir kesim de öne çıksaydı devrimde onun da kendi yordamını izleme hakkı sonuna kadar olacaktı.

‘KIVILCIMLI’NIN TEFSİRİ KURAN’IN İLK VE TEK MARKSİST TEFSİRİDİR’

Hanif Marksizmi ele alırken Hikmet Kıvılcımlı’ya değinmemek olmazdı. Teorinizi oluştururken, İslam’a ilişkin okumalarınızı yaparken Kıvılcımlı’dan ne ölçüde yararlandınız? Kıvılcımlı Türkiye’de Marksist teori ve pratiğin neresinde duruyor? İslam üzerine yorumlarını nasıl buluyorsunuz?

Marksizm’i Batının havzasına hapseden anlayışlardan uzaklaşma sürecindeyken Hikmet Kıvılcımlı’nın eseriyle karşılaştık. Bu andan itibaren, bizde İslamiyet’le ilgili ne varsa, tamamen Kıvılcımlı’nın açtığı yolun teorik olarak izlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Kıvılcımlı’nın, uygarlık havzalarının ötesine geçebilen, iki ayrı uygarlık havzası arasında geçişler oluşturabilen yaklaşımı olmasaydı Hanif Marksizm gibi bir anlayış ortaya çıkmazdı. En azından bizim özgül tarihimiz bakımından.

Hikmet Kıvılcımlı, özellikle Allah Peygamber Kitap çalışmasında bence müthiş bir teorik eser ortaya koymuştur. Kuran’ın ilk ve bildiğim kadarıyla tek Marksist meal ve tefsiri Kıvılcımlı’ya aittir. Kıvılcımlı’nın bu yönünün evrensel olduğu kanısındayım. Aslında ilginç bir gelişmeyle, İbrahim Kaypakkaya’nın eserinin itmesi bizi Kıvılcımlı’nın eseriyle buluşturdu. Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Türkiye tarihi eleştirisindeki sistematik kuvvet sayesinde Aydınlanmacılığa bağlanmayan bir Marksizm geliştirme olanaklı oldu, keza yine en azından bizim özgül tarihimiz bakımından. Böylece, Kıvılcımlı’yı Türkiye’nin ilk teorik Marksisti görürken, Kaypakkaya’yı ilk politik Marksisti görüyoruz. Ancak, özellikle İslam tarihi konusunda Kıvılcımlı’yla farklı sonuçlar ve vargılara ulaşıyoruz. Bunu, ‘tarihsel devrimcilik’ ile ‘politik devrimcilik’ arasındaki ayrımda buluruz. Kabaca, komünal ile köleci, köleci ile feodal, feodal ile burjuva arasındaki çatışma, tarihsel devrimcilik düzlemindedir ve tarihin ana akıntısı budur.

‘POLİTİK DEVRİMCİLİĞE BAKIŞ NOKTASINDA KIVILCIMLI’DAN FARKLILAŞIYORUZ’

Öte yandan, komünalın köleciye, kölenin efendiye, köylünün feodale, işçinin burjuvaya karşı mücadelesi politik devrime ilişkindir. Kıvılcımlı, çalışmalarında, Muhammed Peygamberin tarihsel devrim ile politik devrim arasında yaşadığı gerilimi net olarak görür ve Peygamberin gönlünden geçenin, komün geleneklerini geliştirmek anlamında politik devrimcilik olmasına karşın, tarihsel zorunluluğun o yönde olduğunu kavradığından, yüreğine taş basıp tarihsel devrim yolunu yeğlediğini anlatır. Kıvılcımlı, Emevi, Abbasi ve Osmanlı tarihlerini İslamiyetin tarihsel devrimci sosyalizmi olarak selamlar. Kıvılcımlı’ya göre, politik devrimcilik kudretsiz ve yenilgiye mahkûm umutsuzluk yoludur.

Buna karşılık bizim yaklaşımımız, tarihsel devrimciliğin kesin galebe çalmasıyla İslam’daki ezilen devrimciliğinin merkezde esas olarak bittiğini ve bu noktadan itibaren İslam’ın egemenlerin dini olarak başat bir kimlik kazandığını kabul eder. Biz, artık –Şeyh Bedreddin gibi istisna denebilecek örnekler dışında– İslamın politik devrimciliğinin “kenar”da, kısmen Hariciler, yine bazı kesimleriyle Mutezile, kesin olarak Karmatiler ve diğer akımlar ve hareketlerde yaşadığını ve bir politik devrimcinin görevinin, kurulduğu kabul edilen andan itibaren Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı türünden devletlere karşı İslamiyetin devrimci yolu doğrultusunda mücadele etmek olduğunu savunuyoruz.

Öte yandan, Kıvılcımlı’nın, Yol çalışmasını kaleme aldığı 1930’un ilk yılları dışında hiçbir zaman ‘politik Marksist’ bir konumda olmadığını, birçok konjonktürde bizzat kendi tarih teorisini istismar ederek egemenlerin şu ya da bu kanadına yaslanmayı seçen bir politik tutum sergilemeye çalıştığını ibretle görürüz.

‘AVRUPA-MERKEZCİ ANLAYIŞIN AKSİNE İSLAM TARİHİ, İSYANLARLA DOLUDUR’

İslam tarihine baktığınızda ezen-ezilen ilişkileri bağlamında önemsediğiniz toplumsal hareket ya da hareketler, kalkışma ya da isyan/lar var mı?

Öncelikle, “uyuşuk Doğulu” imgesinin gerçeği yansıtmadığını söylemek gerek. Bütün dünya tarihi, ezilenlerin çok sayıda ve kesintilerle dalga dalga gelen kudret pratiklerine sahne olmuştur. Bu devrimci deneyimlerin tarihten silindiği ve ancak neredeyse arkeolojinin konusu olduğu bir gerçektir. Ezilenlerin devrimci deneyimlerinin neden tarihe gömüldüğünü, bütün izlerinin birtakım ibret örnekleri dışında neden silindiğini anlatmaya gerek yok. Mesele, bugün bu etkiden sıyrılmak ve tarihi, ezilenlerin devrimci mirası bakımından yeniden kurmaktır.

İslam tarihinin de ezilenlerin hareketi bakımından hiç yoksul olmadığını görüyoruz. Çok önemli olan ama çoğu görece kısa sürede ezilen isyan ve ayaklanma tarihleriyle yetinmek, aslında egemen tarih anlayışını pekiştirici bir işlev görecektir. Asıl kategorik önem taşıyan, ezilenlerin başarılı devrim ve kurtuluş hareketleri ile, bu başarıları izleyen toplum kurma deneyimleridir. Bu deneyimlerin varlığı, çeşitli tarih modellerini altüst edici mahiyettedir.  Osmanlı’da, görece yakın bir tarihte, 16. yüzyılın sonlarından başlayarak yoğun olarak en az 60 yıl, genel olarak da 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren Celali ayaklanmaları çok zengin eşitlikçi örnekler barındırmaktadır. Bunlardan biri olarak, Celali önderlerinden Karayazıcı’nın, atların yemi için “her sakaldan bir kıl” ilkesiyle köylülerden erzak almasını bir tarihçinin “bir tür eşitlikçi zorbalık” diye yorumladığını okuruz. “Celali fetreti”nden önce, medrese öğrencisi olan Suhtelerin heterojen nitelikteki hareketinin “bağımsız yaşam alanları” kuracak ölçüde yaygın etkiler yarattığını görüyoruz.  Celali fetreti diye anılan dönem çok karışıktır, ama buradan ezilenlerin devrimci tarihinin kopmaz öğelerini çekip çıkarmak mümkün ve zorunludur. Aksi halde, “Halkın kılıcıyım hakkı ararım / Şahtan padişahtan hesap sorarım” diyen Köroğlu, yaşadığı kabul edilen Bolu Dörtdivan’da dikilen heykelinin kaidesine yazılanlarla Padişahın hizmetlisine indirgenir.

‘PATRONA HALİL İSYANI, YOZLAŞMIŞ DÖNEMİ DEVRİMCİ BİR ŞEKİLDE SONA ERDİRMİŞTİR’

Celali isyanlarından önce yaygın Kızılbaş ayaklanmaları vardır ve bunlar arasında muhtemelen en önemlisi Kalender Çelebi ayaklanmasıdır.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal ayaklanmalarıyla patlayan Şeyh Bedreddin hareketini, “programlı komünizan” nitelikte olması, İslam tarihinde merkezden gelen bir ulemanın katıldığı istisnai bir hareket olması bakımından kaydetmek gerekir.

1240’ta Rum Selçuklu Devletine karşı ortaya çıkan Babailer ayaklanmasının da sultanın başkentini zapt etmek ve politik bir iktidar kurmak niyetinde olduğu genel kabul görür. Bunu izleyen ve yine evcilleştirilen, ele geçirdiği Konya’da Türkçeye ilişkin ünlü bildiriyi yayınlayan Cimri hareketi de Moğollar ve Selçuklulara birden savaşan ve “ayaktakımı”na dayanan yönüyle önemle kaydedilmelidir.

“Ayyarun” adıyla anılan kentli yoksulların 1135 ile ‘44 arasında Bağdat’a eşitlikçi bir şekilde egemen olduğunu da unutmamalıyız.

Çok önemli ve biricik bir örnek, 1730’da “şeriat isteriz” nidaları ve peştamaldan oluşan kızıl bayraklarıyla İstanbul’da yaklaşık iki ay boyunca ikili iktidar kuran Patrona Halil önderliğindeki “çıplak ayaklılar ihtilali”dir. Patrona devrimiyle, Lale Devri diye anılan yozlaşmış dönem devrimci bir şekilde sona erdirilmiş, zindanlar boşaltılmış, ağır vergiler kaldırılmış, zengin konakları yıkılmıştır.

Ezilenlerin hareket ve iktidar örnekleri bunlarla kalmaz. 816’dan itibaren 20 yılı aşkın süre boyunca Azerbaycan bölgesinde Babek önderliğinde süren iktidarın, mal ortaklığı ve eşitlik ilkesini yaşama geçirdiğini okuruz. Keza, Abbasi ordularında savaşan ve çalışan siyah kölelerin, Şattülarap’taki bataklık bölgede 869 ile 883 yılları arasında kurduğu savaşçı ve eşitlikçi cumhuriyeti de saymak gerekir.

‘KARMATİ VE ZENC DEVLETLERİ, BİZİM SOSYALİST DENEYİMLERİMİZDİR’

İslam tarihinin, Fatımilerin başlangıç dönemleriyle birlikte, okyanusa kadar Kuzey Afrika’da çeşitli eşitlikçi hareketlere sahne olduğunu biliyoruz. Yemen’de bugünkü Husilerin en azından öğretisel ataları Zeydilerin komünal yaklaşımlarını aktarmak gerekir. Fakat, iki başlıca örnek, İslam tarihinde sosyalist kurulu düzen oluşturmak bakımından tümünün önündedir. Bunları Bahreyn Karmatileri ve Nizari İsmaililerin Alamut devleti olarak sayabiliriz. Alamut devleti, 1090’dan 1256’ya kadar, içinde olduğu eşitsizlikler deryasına gözüpek devrimci saldırıları eşliğinde sürdü. Bu devrimcilik, ezenlerin İslam’ında kalmayarak Batı kültürüne kadar “Haşhaşilik” olarak kaydedildi. Bahreyn Karmati devleti, 899’dan 1077’ye kadar, eşitlikçi kurucu bir yönelimi savaşçı niteliklerle birlikte sürdürdü. Karmatiler Horasan, Suriye ve Yemen’de de egemenlik alanları oluşturdu. Bahreyn Karmatilerinin topluca yediği yemeklerdeki ekmeği “cennet ekmeği” olarak nitelediği anlatılır. Suriye Karmatilerinin yönetim meclisinin yarısının kadınlardan oluştuğu bildirilir.  Biz, bu iki devleti ‘geçmiş sosyalizm deneyimlerimiz’ olarak görürken, öteki devrimci hareketleri de çağdaş hareketlerden hiçbir kategorik farkı olmayan geçmiş mirasımız olarak kabul ediyoruz. Günüyle fazla dolu çağdaş dünyamızın algısı, kendini bilinçli sayarak, geçmişe bilinçsizlik giydirir. Günümüzün, dağılan bilinç ortamında beliren hareketlerinde, geçmişte de pek çoğunun varlığını öğrendiğimiz kendiliğinden patlamaların ta kendisi olmasından başka bir şey görmüyoruz oysa.

‘DİĞER SEMAVİ DİNLER ARASINDA DÜNYEVİLİĞE EN ELVERİŞLİ DİN İSLAM’DIR’

Tarihsel ve diyalektik materyalizme dayalı bir düşünce sistemini, altyapısı bütünüyle metafizik temele oturan ilahi bir dinle meczetmeye müsait mi sizce?

Ağır sorular sorarak sıkıştırıyorsunuz, ama bunu meramımızı farklı boyutlarıyla anlatmanın bir fırsatı sayıyorum. Umarım öyle olur!
Bir giriş olmak bakımından, kişiliğinden teorik ve politik duruşuna kadar çok sevdiğimiz Lenin’e başvuracağım.

Lenin, “akıllı idealizmin, akıllı materyalizme aptal materyalizmden çok daha yakın olduğunu” söylüyordu. Bu sözü, akıllı İslamın akıllı Marksizme aptal Marksizmden çok daha yakın olduğu şeklinde de anlayabiliriz. Yine Lenin’in sözüyle bir “anaokulu materyalisti”nin İslamla ilişkilenmesi ne mümkündür! Aynı şekilde bir ‘Kuran kursu Müslümanı’nın ateist Marksizmle ilişkilenmesi küfürdür.

Öte yandan, materyalizmin tarihçisi Lange, paganizme göre tek tanrılı dinlerin, Musevilik ve Hıristiyanlığa göre de İslamiyet’in materyalizme daha elverişli olduğunu yazıyordu. Ya da bir başka açıdan, Lenin, mutlak idealizmin tutarlı materyalizmle çok yakın, hatta bir olduğu teorik momentler olduğunu söyleyebilmiştir. Görüldüğü gibi, bir düzlemdeyken alışılagelen kavram ve kategoriler allak bullak olabiliyor. İslam’ı ve Marksizm’i birer öğreti olarak karşılaşmaya koyarsak sadece çatışırız. Öğretisel olanın, geçici bir ifadeyle, tasavvuftakine benzer alt basamaklara ilişkin olduğunu ve İslamcılarla Marksistlerin çoğunun bu basamaklarda birbiriyle didişip durduğunu söyleyeceğim. Ayrıca, tarih karşımıza çatışmanın gerekli olduğu zamanlar da çıkarabilir, ama şu dönemlerin o türden dönemler olduğunu hiç sanmıyorum.

‘NE MARKSİZM TÜMÜYLE DÜNYEVİ, NE DE İSLAM TÜMÜYLE UHREVİDİR’

Şu halde, bir yandan ‘yüce’ teorik katlarda, öte yandan günlük politik yaşamın küçük dilimlerinde karşılaşmaya yönelmek daha uygun geliyor.  Ne Marksizm tümüyle dünyevi ne de İslam tümüyle uhrevidir. Ayrıca, İslam’ın ilahi kaynağı dünyada ontolojik bir gerçek olarak dolaşsaydı, Marksizm’le su ile yağ gibi karışamazdı. Gerçekte, İslam’ın Marksizm’le ya da bir oluşumla karşılaştığı boyut tamamen dünyevidir.

Bu ayrım, aslında Aydınlanmanın temel argümanının geçerli olduğunu kabul eden bir nitelik taşıyor. Aydınlanmacılara göre, dinler Tanrı’nın aklını izleyen insanlara aitken, Aydınlanmayla birlikte insan artık kendi aklını kullanmaktaydı. Bu önermeyi reddetmeyi öneriyorum. Teolojinin de ‘homo-loji’nin de dışında, daha doğrusu bunları nesne edinebilecek bir fikri âlem var ve buralara yönelmeliyiz. Her büyük sistemin dayandığı kendinden menkul bir temeli vardır ve bu konuda Marksizm ile İslamiyet’in farkı olduğunu sanmıyorum.

Farklı yaklaşımlar olmasına karşın, bildiğim ve kabul edebileceğim kadarıyla, bir İslam anlayışında ilahi evrenle bağ, Peygamber aracılığıyla kurulmuş ve ardından bu bağlantı artık kurulamamacasına kopmuştur. Kuran, kendi varlığını kendinde bulan, başka bir kanıta gerek duymayan bir ilahi eserdir ve toplumsal varlıkla bağlantısı ancak kesintiyle mümkündür. Aksi halde, ortalıkta kutsal küçük tanrılar görüyor olacaktık. Kuran, Peygamber dışında, sizin ve bizim gibi insanların diliyle “konuşmaktadır” artık. Burada, kim, ağzından çıkanın Allah’ın sözü olduğunu iddia etme cüretine sahip olabilir. Bu hak, kuşkusuz, güç ya da ideoloji yoluyla kazanılır; yani çıplak olarak dünyevi etmenlerle… Halife Ali’ye atfedilen söz şöyle değil miydi? “Kur’an, iki yaprak arasına yazılmış, dil ile konuşmayan bir kitaptır. Ona bir tercüman gerek. Onu söyleyenler yalnız insanlardır.”

Kuran, bir yandan tarihsel bir ortama, tarihsel insanların algılayabileceği şekilde, öte yandan tek tek olay ve gerekleri gözeterek indirilmiştir. Arap diliyle, Hicaz kültürünün simgeleriyle konuşması, 23 yıl boyunca her bir konjonktüre göre inmesi tarihselliğin ta kendisidir. Kuran, indirildiği günlerde bile Peygamber dışındaki insanlarca, kendi edinimleri bağlamında anlaşılmıştır. Peygamberin hadislerinin statüsünün de bu konuda tartışmalı olduğunu biliyoruz. Bunu, başka bir tarihte ve başka bir tarih-toplumsal dilde okumanın yolu ve yöntemi ne olacaktır? Bu yöntem ilahi midir, dünyevi mi?

İSLAMİYET’TEKİ TARTIŞMALARIN AYNISI MARKSİZM’DE DE VAR

Bir Müslüman, Kuran’ı elbette ilahi olarak kabul eder, ama onun sözü öteki insanlar arasında ancak dünyevi olarak dolaşır. Bu durumda da başka bir dünyevi sözden farkı kalmaz.

Şu halde, İslam’ın, ona inanmanın, iman etmenin metafiziği dışında aramızda dolaşan bir ilahi ontolojik varlığı yok. İman söz konusu olduğunda ise, kimsenin imanını sorgulayamayız, ancak ameliyle sorgularız. Marksist kendini bilimsel bilgiyle donanmanın ayrıcalıklığıyla duyar ve düşünürken Müslüman, Allah’ın dinine iman etmiş ve uygulamış olmanın ayrıcalığıyla… Ama her ikisi de bu ayrıcalıktan bir somut sonuç alamamıştır. İslam’ın 1400 yılı ve Marksizm’in 150 yılı tanıktır buna. Başarılardan söz edilmesin; ağır başarısızlıkları yükseltiriz hemen!

İslam düşüncesindeki her belli başlı tartışmanın, başka düşünce akımları olduğu gibi, Marksizm’deki tartışmalarla kategorik olarak paralel olduğunu ileri sürsek karnımız ağrımaz. Külli irade ile cüzi irade, Mekke ve Medine ayetleri, tarihsel ve tarihsel-olmayan ayetler, Gazali ile “filozoflar” tartışması, ve daha birçoğunun tamı tamına Marksizm’deki tartışmalarla örtüştüğü gayet açıktır.

Biz, ne dört başı mamur bir Marksizm kabul ediyoruz, ne de İslam. Marksizmi, tarihsel devrimci diyalektik bağlamında ayıklamaya, köklerden gelen ya da sonradan sızıp nüfuz etmiş yabancı unsurları kesip atmaya hazırız. 1400 yıl boyunca egemen katlarda kirlenmiş ve katılaşmış İslam’ın da aynı işleme tabi tutulmasını öngörüyoruz. Kuran’dan başlayarak ayrıştırıcı bir yaklaşıma gerek var. Kuran’dan başlayarak, evet. Bunun itikadî bir rahatsızlık yaratması örneklerini çokça görüyoruz, ama biz nasıl “anaokulu materyalizmi”yle uğraşmayı reddediyorsak, ‘Kuran kursu İslam’ıyla vakit kaybetmenin de gerekmediğini kabul ediyoruz. İslam’ın halihazırdaki külliyatı içinde Kuran ayetleri üzerinde yapılan cesur teorik işlemlerden örnek alıyoruz.

Bu işlem sonucu ortaya çıkacak olanın Hanif Marksizm olacağına güveniyoruz, ama hiçbir şeyin metafizik güvencesi olamaz. Tarihin diyalektiği bu uğraşın öznesi rolü oynayanları İslam’ın ya da başka bir oluşumun alanına atacaksa da varsın atsın.

‘TÜRKİYE SOSYALİSTLERİNİN KEMALİZM SEMPATİSİ, AYDINLANMACILIĞINDAN İLERİ GELİYOR’

Türkiye sosyalistlerinin en azından bir kısmına ilişkin Kemalizm’den bir türlü kopamadıkları yönündeki eleştiriler öteden beri yapılagelir. Bu eleştirinin geçerliliğini koruduğunu düşünüyor musunuz? Sosyalist hareketin sorunları bağlamında AKP hegemonyasının ezici atmosferi içerisinde siyaset yapmaya çalışan bugünün sosyalistlerine ilişkin ne düşünüyorsunuz?

Aslında Türkiyeli sosyalistlerin önemli kesimi bu konuda bir eleştiriyi hak ettiklerini hâlâ hiç düşünmez. Onlara göre Kemalizm’den kopmak değil, onu geliştirmek, sonucuna götürmek gerekir. Çünkü, Aydınlanmacı anlayış gereği, burjuvazinin devrimciliğini izleyen bir devrimcilik yapmayı öngördüklerinden ve bu topraklarda Aydınlanmacı burjuva devrimciliğini Kemalizm üstlendiğinden, Kemalizm’in devrimleri ilerletmesini, bu alandaki barutunu tüketmesini beklerler ve bu yolda ona destek verirler. Egemenlerin öteki kanadı onlara göre feodalizme özgü gerici dinsel ideolojiyle donanmıştır ve Kemalizm, burjuvazinin ilerlemeci ideolojisini temsil etmektedir.

Bunlar Kemalizm’den hiçbir zaman kopmamıştı, ama 1990’larda bir yandan liberalizmin ideolojik nüfuzu, öte yandan Kürdistan Hareketinin gücü ve etkisiyle ona mesafelenmişlerdi. 1990’ların sonlarına doğru Millî Görüş hareketinin gelişmesi hem düzenin 28 Şubatçı diye anılacak kesimleri hem de solun söz edilen geniş kesimlerinde alarm çanlarının çalınmasına neden oldu. AKP’nin uzun iktidar yılları ise bu yönelimin pekişmesine, Kemalizm’den öte Aydınlanmacılığın ihyasına neden oldu. Evet; bugün Kürdistan Hareketiyle dayanışma içinde olanlar dışındaki sol hareketlerin ezici çoğunluğu, kaderlerini tekrar Kemalizm’le birleştirme konusunda tazelenmiştir. AKP’nin uzun iktidar yılları ve yaptıkları, bu kesimlere, görüşlerinin kanıtlanması olarak gelmiştir.
Tayyip Erdoğan iktidarının kesif atmosferinde öteki egemen kanatla da uzlaşmadan durmak zor tabii, ama devrimci mücadelede ne kolay ki!

‘LENİNİZM OLMASAYDI MARKSİZM GERÇEKLİK KAZANAMAZDI’

Sol içinde ya da dışında Marksizm’in hiçbir zaman geçerliliğini yitirmeyeceği ama Leninizm ya da Stalinizm’in tarihsel bakımdan kadük kaldığına ilişkin, sizin de gayet iyi bildiğiniz, birtakım değerlendirmeler yapılıyor. Leninizm sizin için ne anlam ifade ediyor? Stalinizm’i bundan ayırıyor musunuz?

Leninizm eleştirisi, Marksizmin gerçekleşmesine bir direniştir. Bir teorik-politik yapının gerçekleşmesi sürecinin sıkıntılarına, zorluklarına, hatalarına, bozulmalarına dayanamayan ve düşünceye sığınan sosyalistlerin kuruntusudur Leninizm eleştirisi. Dünyaya değmeyen bir düşünce sistemi olarak anlaşıldığı için Marx’ın Marksizmi ile Lenin’inki ayrılıyor. Marx’ın Marksizm’ini kapitalizmi eleştiren bir bilimsel yaklaşım ve felsefe olarak gördüklerinden ve hakikatte de Marx’ın pratiğinde bu konuda belirgin bir odaklanma olmadığından böyle bir Marksizm’in savunulması pek de şık görülmektedir. Oysa Lenin öyle midir? Marx, gerçekte hiç ilgisi olmamasına karşın 1871’deki Paris Komününün lideri olarak damgalanmıştır. Oysa Lenin büyük bir ülkede iktidarı devirmiş, yeni bir toplum kurmaya yönelmiştir. Gerçi çağdaşı birçok sosyalist, Marx’ı da tıpkı Lenin gibi kirli politikaya pek yatkın olduğu için eleştirmekteydi, ama Lenin gibi bir örnek çıkınca Marx’ın kiri pek masum kaldı ve unutuldu genellikle.

Marksizm’in geçerliliği bizatihi Leninizm’dir. Leninizmsiz Marksizm ya Batı Avrupa’nın sosyal demokrasisi ya da kürsülerin bir düşünce okulu olarak kalırdı. Leninizm’in kırdığı kilitle Marksizm geçen yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu sırada, evet, epeyce hata ve yanlış da yapmıştır. Burada Stalin ve Stalinizm elbette gayet kritik bir yer işgal ediyor. Gerçekleşen bir yapı elbette sorunlarıyla da daha gerçek olarak karşılaşacaktır. Stalin’in yaptıkları, Leninizm’in büyük çatısı altındadır ve bu elbette Stalin ile Lenin’i özdeşleştirmek anlamında değildir. Kurgusal olacak ama, şahsen, Lenin’in sosyalist inşanın zorluklarını daha iyi yönetebilecek olduğunu sanıyorum.

Andırımın sınırları içinde olmak kaydıyla, Stalin, daha uzun süre hükmetmiş bir Halife Ömer gibi geliyor. Stalin, son yılları dahil, sürekli olarak kendini Lenin’in bir öğrencisi olarak gördü, ama elbette kendi sınırları çerçevesinde olacaktı bu. Nitekim, Nazi orduları Sovyetler’de yıldırım hızıyla ilerlemeye başladığında, Stalin, kendini kast ederek, “Biz işe yaramazlarız. Büyük Lenin bize müthiş zorlukları yenerek koca bir ülke bıraktı, biz elimize yüzümüze bulaştırdık” diyebilen biriydi.

Stalin’in, genel olarak, tarihsel devrimcilik boyutuna yüklendiği ve politik devrimcilik boyutunu ihmal ettiği kanısındayım.
Dolayısıyla, Lenin’e karşın Marx’a yönelik övgüler, Marksizm’i dünyayı değiştirmeye değil yorumlamaya dönük bir felsefi ya da bilimsel yaklaşım olarak benimsemek isteyenlere özgüdür. Bu, ister olumlayarak ister reddederek olsun.

‘MARKSİZM’E SINIF ÖTESİ KAVRAMLARI İLK EKLEMLEYEN GRAMSCİ DEĞİL, LENİN’Dİ’

Yeni Sol, ekolojist sosyalizm ya da Avrupa sosyalizmi denilen olguya mesafeli görünüyorsunuz, neden? Yeni sol, konuyu salt sınıf odaklı almaktan ısrarla kaçınıyor, kimlik, etnisite, kültürel sorunlar vs. gibi Gramsci’nin literatüre dahil ettiği meseleleri biraz daha ileriye götürerek yeni bir anlayış çerçevesinde ortaya koyuyor. Avrupa’da yaşanan deneyimlerin göz ardı edilmesi sizi eksiltmez mi?

Eksiltmez mi; eksiğimizi gözümüze dürtüyor bu deneyimler. Avrupa’da sol hareketin fikri ve politik evrimi, bir yenilgilerde var olma ve başarısızlıkları ideal edinme yoludur.

Saydıklarınız genel olarak, yirminci yüzyıl Marksizm’ini reddetmekle maruf akımlar olarak belirmiştir. Geçen yüzyılın Marksizm’inin iktidar odaklı olduğu, sosyalizmi gerçekte olgunlaşmış olan toplumlarda, koşulları fazla zorlamadan geliştirmeye çalışmak gerektiği anlayışına sahiptir bu yönelimler. Geçen yüzyılın Marksizm’inin bazı yönleri fazla vurguladığı ve dolayısıyla bazı eksikleri olduğunu kabul etmek gerek. Söz konusu akımların bu eksikleri istismar ederek ortaya çıkmalarına karşın, bizim onlardan öğreneceğimiz önemli hususlar olduğunu da kabul etmeliyiz. Ancak onların paradigmasını kabul etmek için hiçbir nedenimiz yok.

Meselenin salt sınıf odaklı ele alınmasına karşı çıkış, genel olarak sanıldığından farklı olarak, yeni sola, post-Marksizme değil Leninizme özgüdür. Elbette Marx-Engels’te başlangıçları olmak kaydıyla… Leninizm’in sınıfçı olmayan bir yaklaşım tarzı olduğunu, aslında işçicilikle katılaşmış bazı Marksist-Leninistlere geride kalan yirmi otuz yıl içinde post-Marksistler ve yeni solcular gösterdi. Lenin, daha genç bir devrimciyken, sınıfsal sorunlar dışındaki sorunları da esas sorunumuz olarak kabul etmemiz gerektiğini anlatmakla başladı Marksist kariyerine. Ama Lenin hiçbir zaman ne işçici oldu ne de kimlikçi, etnikçi, kültüralist… Lenin, her zaman politik devrimciliğin hangi konjonktürde hangi çatlaktan belirebileceği üzerine kafa yordu. Mesela, bizzat işçilerin kurşunlandığı bir olayı, “Hayır, bu, işçi sınıfına özgü bir sorun değil, Rusya’da genel diktatörlüğün, anti-demokratlığın sorunudur” diye yorumladı öteki birçok Marksiste karşı.

‘POLİTİK DEVRİMDEN ÖNCE TOPLUM ÜZERİNDE NÜFUZ MÜCADELESİ VERİLMELİ’

Buna karşılık, başta belirgin olarak Gramsci’nin dikkat çektiği ve devrimi yapmanın ve iktidarı fethetmenin, örneğin Rusya kadar kolay olmadığı bölgeler olduğu anlayışının, bakış açımızdaki eksikleri ortaya çıkardığını kabul ediyorum. Politik devrim yapmadan önce hegemonya için esaslı bir mücadele yürütmek gerektiğini, toplumun çeşitli kesimleri üzerinde bir nüfuz mücadelesi vermek gerektiğini kabul ediyorum.  Ekoloji meselesinin geçen yüzyılın sosyalizm deneyimlerinin gündemine girmemiş olması kategorik bir eksikliktir ve yeni soldan ekoloji hareketlerine kadar geniş bir özgürlükçü yelpazenin bu konuda kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeleri ayırmamasına itiraz edemeyiz. Fakat ne olursa olsun, politik bir programa bağlanmayan ve iktidar olarak yeni bir toplumsal yapı kurmayı öngörmeyen her hareketin, dönüp dolaşıp kapitalist toplumların düzenini güçlendireceği kanısındayım. Bu mücadeleler, en azından bizim başarısız sosyalist iktidar deneyimlerimizin yanına bile yaklaşamayacaktır dünyayı değiştirmek bakımından. Kapitalizm çok güçlüdür, ama onun “Aşil topuğu” iktidar mücadelesidir.

Öte yandan, bu kesimlerin dikkate değer yönü, Avrupa’nın ya da gelişkin Batının veri kabul edildiği ve dünyanın geri kalanının ihmal edildiği bir bakışa sahip olmalarıdır. Yani bu kesimler, ileri’nin daha ileri olması için uğraşırken, geri’yi geriliğinde bırakmayı yeğliyorlar. Bunun politik olarak ne anlama geldiğini anlatmaya gerek yok sanırım.

Ancak ne olursa olsun, teori denilen şeyin hâlâ bu kadar eleştirdiğimiz Batı’da geliştirildiğini de teslim etmek zorundayız.

‘DEVRİMCİLER, TOPLUMSAL VERİMSİZLİĞİN SORUNLARINI YAŞIYOR’

Sosyalist hareketin Türkiye ve dünyadaki geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce umut var mı?

Umutlanmaya ve hemen modeller oluşturmaya pek hevesli ve hazır bir topluluk içindeyiz. Bu yüzden, çubuğu biraz öbür tarafa bükme eğilimindeyim. Gerçeği, öznelliği bir ölçüde abartan bir girdiyle algılamanın artı enerji katacağını kabul ediyorum, ama “umudun fukaranın ekmeği” olduğu bir zihniyet dünyasından olumlu bir şey çıkacağını da sanmıyorum.

Yeniden kabaran kitlesel hareketlere karşın, yakın vadede pek umutlu olduğumu söyleyemem. Bunun sinizm olduğunu söyleyenler olursa, onlara Marx’ın pek sevdiğim, “sinizm sözlerde değil gerçekte” sözünü aktaracağım. Türkiye’de devrimci hareketin yarım yüzyıldır dayandığı toplum kesimlerinin devrimciliğe yatkın dinamiğinin bittiği kanısındayım. Bu kesimler kent yaşamına fazlasıyla entegre oldular ve ancak bir tür “yurttaş asiliği” üretebiliyorlar. Bu toplum kesiminin, ne kadar eleştirel olsa da genel olarak CHP civarında olduğunu söylemeye gerek yok. Buna karşılık, toplumun yaklaşık öteki yarısının da ancak devletteki güce patronajla bağlı bir “kara kalabalık” oluşturduğunu ve bunlardan da ‒düşman olmasalar bile‒ yakın vadede anlamlı bir şey beklemenin isabetli olduğunu sanmıyorum.  Sosyalist ve devrimci hareket, teorik ve ideolojik sorunları yanında bu toplumsal verimsizliğin sorunlarını yaşıyor.

Dünyada ve Türkiye’de hareketin genel yükselen ideolojik eğilimi libertaryenizm ve bu, odaklanmayı değil dağınıklığı, amaçta birliği değil ayrımlarda bolluğu getiriyor. Bir süre boyunca esasen bu sorunlarla uğraşmak zorunda olacağız gibi görünüyor.

‘EZİLENLERDEN YANA MÜSLÜMANLAR KENDİ KEMALİZMLERİNDEN KOPAMIYOR’

Bir sosyalist olarak Türkiye’deki İslamcıların ve AKP’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? İslamcıların bir gün özgürlük ve adalet temelinde siyaset yapacaklarına ilişkin umudunuz var mı?

AKP ile İslamcıları aynı cümlede saymak bile bir sorun aslında. AKP’yi İslamcı görmüyorum. Bir yazara ait olduğunu bildiğim “dinbaz” gayet yerinde bir terim AKP’nin ideolojik tıynetini belirtmek bakımından. Bu oluşum, Müslüman kesimlerin rahatsızlıklarını başarıyla istismar eden bir çıkar birliği ile var olagelen, şimdi ise bir kişinin biyolojik varlığına bağlanmış bir büyük grup konumunda. İslamcı olması için anlamlı ölçekte bir ideolojik boyutu olması gerekiyor. Birçoklarının yanılsamasına ve yanılmasına karşın, AKP baştan beri tamamen Türkiye’de egemenlerin iki kanadından birinin temsilcisi olarak hareket etti ve gelecek evrimi de Tayyip Erdoğan’ın olanca hırsına karşın Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal gücüyle şöyle ya da böyle uzlaşmak olacak gibi görünüyor. Fakat, “dünyalığı”nı öylesine ölçüsüzce doldurmuş görünüyor ki, geniş uzlaşmaların bile bu mızrağı çuvala sokamayacağı söylenebilir. Uzun vade açısından Tayyip Erdoğan’ın işi zor görünüyor.  Ezilenlere dönük İslami çevrelere gelince… Egemenlerin İslam’ı ile ezilenlerin devrimci davasını savunanların İslam’ının bir tek İslamiyet şemsiyesi altına sığmayacağı kanısındayım. Bu, her zaman egemenlerin İslam’ının galip geleceği bir süreç olacak ve uğraşanlar uğraştıklarıyla kalmayacaksa, egemenlerin İslam’ını tahkim etmiş olacaktır.

İslamcı kesimin, bizden farklı olarak, AKP’ye bağlı kalabalıklara seslenebileceği gibi bir ön kabul vardı, fakat gördüğümüz kadarıyla, ezilenlerden yana İslamcı kesimlerin toplumsal karşılığı ancak az önce ifade ettiğim kentli asilere kaydıkça beliriyor. Deyim uygunsa, o kütle, sözünü ettiğim İslami toplulukları kusuyor. Fakat bu ‘sosyal-ideolojik’ gerçek, ezilenlere dönük İslami grupları sorumluluktan kurtarmıyor. Ezilenlerden yana Müslümanlar kendi Kemalizmlerinden kopamıyor bir türlü. Bu arkadaşları, çok olgun, çok mutedil ve çok dünyevi görüyorum. Halbuki, ideal peşinde koşan kesimlerin genel olarak acelesi olan, keskin hatlı görüşleri olan bir profil çizmesi beklenir.

Metin Kayaoğlu kimdir?

1962’de Gaziantep’te doğdu. 1970’lerin ortalarından itibaren politik yaşamın içinde oldu. 1989-93 yıllarında Emeğin Bayrağı dergisinde yazdı. Gözaltılar ve tutuklanma yaşadı. Politik örgütlü faaliyetin ardından, Marksizm için teorik-politik bir çalışmaya odaklanmayı öngören kolektifin içinde yer aldı. 1996’da yayın yaşamına başlayan mevsimlik dergi Teori ve Politika’da yazmakta ve bu derginin editörlüğünü yapmaktadır. Çeşitli toplantılarda bildiriler sundu ve çeşitli derlemelerde makaleleri yer aldı. “Hangi Tarihin Mirasçısıyız?: Ezilenlerin Tarihyazımı” başlığını taşıyan çalışması 2012’de yayınlandı. Kuruluşundan beri Halkların Demokratik Kongresi’nde çalışmaktadır.


İslam Özkan kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER