Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

BAY PİPO -Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram ABAS

Celalattin Sancar'ın kitap analiz...

BAY PİPO -Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram ABAS

BAY PİPO

-Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram ABAS-

Soner Yalçın, Doğan Yurdakul

Doğan Kitap, 2. Baskı, Ocak 2000

Önsöz

Elinizde tuttuğunuz bu kitap, Türkiye'nin son elli yıllık tarihinin bir bölümünü deyim yerindeyse “büyüteç altına almaya” çalışmaktadır.

1950’li yıllara yaklaşıldığında Türk istihbaratçılığı bir yandan “yabancı gizli servislerle işbirliği” adı altında ulusal kimliğinden uzaklaştı. Öte yandan tekpartili dönemin son yıllarından itibaren her iktidarın kendi “özel istihbarat örgütü” haline getirilmeye çalışıldı. Siyasî iktidarlar, İstihbarat Teşkilatı’nı hem parti dışındaki hem de parti içindeki muhaliflerinden bilgi almak için kullanmaya çalıştılar. 1960'lı yıllardan sonraki iktidarlar ise bunlara bir de "Silahlı Kuvvetler içinden istihbarat” toplama görevini eklediler. Bütün bu nedenlerle Türk İstihbarat Teşkilatı, hem yasaları hem de kendi yasasını çiğneyerek, dışarıda paylaşım savaşlarına ve uluslararası tertiplere, içerideyse askeri darbelere, kendi vatandaşlarına karşı girişilen operasyonlara, işkencelere, fişlemelere karıştı. Saygı duyulan bir kurum olmak yerine “korku duyulan” bir teşkilat haline geldi.

Yaşamöyküsünü anlattığımız istihbaratçının karakteri bu ortama çok uygun düşüyordu. Onu övenler de, yerenler de, “Maceracı, atak, çifte tabanca taşıyan, attığını vuran, sıcak çatışmaya girmekten kaçınmayan” bir kişiliği olduğunu anlatıyorlardı. Hatta ona “Türk James Bond'u” diyenler bile vardı.

Bu çalışma uzun bir dönemi kapsamaktadır. Bay Pipo’ya Soner Yalçın 1990 yılında başladı, 1997 yılından itibaren Doğan Yurdakul dâhil oldu.

Soner Yalçın / Doğan Yurdakul

İstanbul, Eylül 1999

 

Eski bir İngiliz geleneğiydi; soylu ailelerin erkek çocuklarına, delikanlılık çağına geldiklerinde bir kılıç ve bir pipo takımı hediye edilirdi. Hediye edilen pipo takımı, soylu çocuk doğduğu gün bir uşağa verilir ve onun kullanması istenirdi. Amaç, yıllarca uşak tarafından kullanılan pipoların, ısırgan otu tadından kurtulup, zehiri özümseme yeteneğini geliştirmesiydi. Çocuk büyüyene kadar pipolar, sağlıklı bir içime hazırlanmış olurdu. Pipo kullanma yaşına gelen asilzadenin delikanlı oğlu da böylece hiç emek harcamadan iyi bir pipo takımının sahibi olurdu... (s. 13)

26 Eylül 1990.

Saat 06.00 suları...

Gazeteye şöyle bir göz attı. Birinci sayfa Körfez Krizi haberleriyle doluydu. Köşe yazarlarının bazıları “Körfez’de savaş çıkacak" yorumları yaparken, tam tersini öne sürenler de vardı. ABD’nin Irak’a müdahale edeceğine inanıyordu. Tıpkı Cumhurbaşkanı Özal gibi o da, Türkiye’nin de Amerika’nın yanında savaşa girmesinin ülke menfaatleri açısından iyi olacağını düşünüyordu. Ortadoğu politikasını çok iyi bildiği kanısındaydı. Konuklarına çeşitli dönemlerde gittiği Beyrut’u anlatmaktan ayrı bir zevk alırdı. (s. 16)

İstanbul’un yoğun sabah trafiğine yakalanmamak için işe biraz geç gidiyordu. Şirketin merkezi Taksim’deydi. Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan Boğaz Köprüsü trafiği bıktırıcıydı. Koltukaltı kılıfını boynundan geçirip omzuna astı. Yeni aldığı Magnum 357 marka tabancasını kılıfına yerleştirdi. Suikast silahı olarak bilinen tabancasıyla gurur duyuyordu. Arkadaşlarına tabancasının özelliklerini anlatmaya bayılıyordu: “Domuz kurşunu atıyor, kurşun vücuda girdikten sonra ikinci bir patlama etkisi daha yapıyor…”

Eşiyle vedalaştı. Meslekte geçen yılların getirdiği bir alışkanlığı daha vardı; evden çıkarken, siyah küçük gözleriyle dikkatlice etrafına bakar, ortalığı kolaçan ederdi. Yine öyle yaptı. Sokakta kuşkulu bir durum görünmüyordu... Kadıköy Çiftehavuzlar semtindeki Cemil Topuzlu Caddesi, 32 numaralı Yuvam Apartmanından çıktığında saatler 9.40’ı gösteriyordu. İki üç aydır huzursuzdu. Takip edildiğinden şüpheleniyordu. Eşine ve çocuklarına hiçbir şey söylememişti.

Bağdat Caddesi’ne 25-30 metre kala, otomobiller hız yapmasın diye yapılan bir tümseğe geldi. Vites küçültüp otomobilini yavaşlattı. Ne olduysa o an oldu. Otomobilin arka sol camına yaklaşan genç ve uzun boylu bir kişi, elindeki 7.65 çapındaki susturucu takılmış tabancayla dört el ateş etti. (s. 18)

Olay yerine gelen İstanbul Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı oldukça sinirliydi. Otomobilin içindeki cesedin yanında, ilk demecini verdi: “Görgü tanıklarının ifadelerine göre, saldırganların eşkâlinden daha önceki ölüm olaylarında bulunan kişiler olduklarını saptadık. Bu onların son işidir. Onların işini bitireceğiz. Katiller en kısa sürede yakalanacaktır.”

İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, suikastı gerçekleştirenlerin iki kişi olduklarının tespit edildiğini söyledi. Bakan Aksu, Ankara Esenboğa Havaalanı’nda gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “Görgü tanıklarına fotoğraflar ve robot resimlerin gösterilmesi sonucu teşhis edildiklerini de zannediyorum” dedi.

Genelkurmay Başkanlığının cenazeye ne bir çelenk ne de temsili bir subay göndermemesi dikkat çekmişti. Türk bayrağına sarılı tabut, yaklaşık 500 metre omuzlarda taşındıktan sonra cenaze arabasına konuldu ve aile kabristanında toprağa verilmek üzere Yakacık Mezarlığı'na götürüldü. Aile mezarlığına defnedilirken, orada bulunan herkesin kafasında aynı soru vardı: “Bu suikastı kim, neden yaptı?” (s. 22-24) (26 Eylül 1990)

Birinci bölüm

“Adı Hiram olsun”

Kalın ve pahalı paltosuyla heyecan içinde içeri giren 62 yaşındaki Mübarek Galip Eldem, kızı Roksan’ı yanaklarından öpüp, titreyen elleriyle torununu kucağına aldı ve gür sesiyle, “Bunun adı Hiram olsun” dedi...

Hiram Abas'ın dedesi Mübarek Galip Eldem arkeologdu. Dede Eldem'in diğer bir özelliği ise mason olmasıydı. Torununa “Hiram" adını koymasının nedeni buydu. Hiram adı, masonluğun kurucusu olan duvarcı ustası Hiram Usta'dan geliyordu. Küçük Hiram Abas’ın adını aldığı mason ustasının soyadıyla olan büyük benzerliği de dikkat çekiciydi: Hiram Abiff! (Sözcük anlamı “duvarcı” olan masonluk, Kudüs’teki ünlü Hz. Süleyman Tapınağının mimarı Hiram Abiff Usta’dan gelir.)

Mübarek Galip Eldem, torunu Hiram’ı alnından öpüp, iki eliyle havaya kaldırdıktan sonra kızı Roksan’ın kucağına verdi. Roksan Hanım, İstanbul’un tanınmış ve köklü ailelerinden Eldemlerin kızıydı. Eldem ailesi, Sadrazam Koca Hüsrev Paşa, Sadrazam Ethem Paşa ve Girit Valisi Müşir Şakir Paşa'ya dayanıyordu. Meşhur ressamlardan ve Türk müzeciliğinin kurucusu Osman Hamdi Bey, Mübarek Galip Eldem’in amcasıydı.

Roksan Hanım, Atatürk'le dans ederken çekilmiş fotoğraflarını evinin en müstesna köşesinde, yıllarca kıymetli mücevherler gibi saklamıştı...

Uzun boyu, yakışıklılığı ve kibarlığıyla Roksan Hanım’ın gönlünü fetheden Abbas Hilmi, Yugoslavya'nın Üsküp ili, Palanka ilçesinde, 1910 yılında doğmuştu. Birinci Dünya Savaşı ve arkasından gelen Millî Mücadele yıllarından sonra, artık Balkanlar'da yaşayamayacaklarını düşünüp binlerce Türk ailesi gibi Abas’lar da, Türkiye'ye göç etmişlerdi. (s. 25-26)

Saint-Joseph yılları

Fransızca o yıllarda en popüler lisandı. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı Tanzimatı’ndan miras kalmıştı Fransızca konuşmak... Azınlıkların çoğu da Fransızca konuşurdu. O yılların Beyoğlusu’nda yürürken Türkçeden çok Fransızca işitilirdi. Mağazaların, lokantaların, pastanelerin çoğunun adı Fransızcaydı. Erkeklere “mösyö”, kadınlara “madam” veya “matmazel” diye hitap edilirdi.

Fransızca eğitim yapan kolejler vardı: sadece erkek öğrencilerin alındığı Saint-Joseph, Galatasaray, Saint-Benoit ve sadece kız öğrencilerin kabul edildiği Nötre Dame de Sion gibi... Ve Hiram Abas, iki yıl hazırlık, üç yıl ortaokul ve üç yıl lise olmak üzere, 8 yıllık bir öğrenim için Papazların Fransızca eğitim verdiği Saint-Joseph’e kaydedildi... Saint-Joseph erkek çocukların kabul edildiği, katı disiplinli bir okuldu. Ağır bir eğitim programı vardı. Fransa’dan gelen öğretmenler çoğunluktaydı. Bunlar genelde kendisini eğitime vermiş papazlardı. Kıyafet zorunluluğu yoktu. 10 dakika “moral dersi” vardı; hangi davranışların yapılması, hangilerinin yapılmaması gerektiği konusunda sınıf öğretmenleri örneklerle ahlak bilgisi verirlerdi. (s. 27-28)

Türkiye’nin dönüşüm yılları

Hiram Abas’ın buluğ çağından, delikanlılık yaşına geçtiği 1950’li yılların başında, 21 milyonluk Türkiye de kabuk değiştiriyordu... 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimleri Demokrat Parti kazanmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı İsmet İnönü, cumhurbaşkanlığı koltuğunu Celal Bayar’a bırakıp, mecliste muhalefete düşen Cumhuriyet Halk Partisi sıralarının başına geçmişti. İnönü, kimi subayların kendisini ziyaret ederek, seçim sonuçlarına rağmen CHP’yi iktidarda tutma önerilerini reddetmişti...

Türkiye yeni bir döneme başlangıç yaparken, dünyada Soğuk Savaş rüzgârları esiyordu. Artık iki kutuplu bir dünya vardı. Birinin başını ABD, diğerini ise Sovyetler Birliği çekiyordu... İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, Batılı müttefikleriyle Sovyetler Birliği arasında başlayan "balayı" dönemi pek kısa sürmüştü. Doğu Avrupa’nın Sovyetler Birliği’nin nüfuzu altına girmesinden sonra, Batı Avrupa'da da komünist partilerin iktidara aday görünmeleri, ABD’nin tüm dikkatini Avrupa üzerinde yoğunlaştırmasına neden oldu.

Soğuk Savaş, sadece Avrupa'da cereyan etmiyordu, Asya ve Afrika'ya da sıçramıştı. Üçüncü Dünya ülkelerinde hızla gelişen özgürlük ve bağımsızlık akımları da ABD’yi endişelendiriyordu... Komünizmin yayılmasını durdurmak için, stratejik öneme sahip ülkeleri ekonomik ve askeri yönden güçlendirip, komünistlere karşı örgütlemek işi ABD’ye düşmüştü. Soğuk Savaş dönemine giren dünyanın en stratejik ülkelerinin başında ise Türkiye geliyordu...

5 Nisan 1946’da Amerikan gemileri Missouri ve Providence İstanbul’u ziyaret etti. Dört gün sonra Türkiye, Amerika’dan 500 milyon dolar borç istedi. Amerika borç vermeyi kabul etti. Ancak bir koşulu vardı; parayı ödünç vermeden önce, Türkiye’ye bir heyet gönderecek ihtiyaçların ve yardımın nerede kullanılacağını kendisi belirleyecekti. Bu yardım ABD onayı olmaksızın başka amaçlarla kullanılamayacaktı. Koşullar kabul edildi...

1947 yılı Türk-Amerikan ilişkilerinin yoğunlaştığı bir yıl oldu. ‘Truman Doktrini’ çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan’ın Sovyetler Birliği tehdidi altında olduğu belirtilerek, bu iki ülkeye ekonomik ve askerî yardım yapılması kararlaştırılmıştı. Türkiye’ye yapılacak askerî yardımı görüşmek üzere bir Amerikan askerî heyeti 22 Mayıs 1947'de Ankara'ya geldi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Amerika'ya teşekkür mesajı gönderdi. Türkiye, Ekim 1947-Eylül 1948 arasında ABD'den 73 milyon dolar askerî yardım aldı. (ABD başkanı Harry Truman’a göre Ortadoğu’da düzenin sağlanması için Yunanistan ve Türkiye’nin ulusal bütünlüklerinin korunması, bu iki ülkenin Sovyet nüfuzundan korunması gerekiyordu. Truman’ın bu iki ülkeye yardım talebiyle 12 Mart 1947’de Kongre’de yaptığı konuşmadaki görüşlerine “Truman Doktrini” adı verildi.)

İkili ilişkiler sıklaşmıştı: 4 Temmuz 1948'de Ankara’da yapılan anlaşmayla Amerika’nın "Marshall Planı” yürürlüğe girdi. 19 Eylül 1949 tarihinde CHP Milletvekili Nihat Erim. -Celal Bayar'ın benzer sözünden on yıl önce- “Türkiye küçük bir Amerika olacak” müjdesini verdi. 10 Şubat 1950’de Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve bazı öğretim üyeleri solcu oldukları gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırıldılar. Üniversitelerde solcu öğretim görevlileri takip ediliyordu. Komünizm “tehdidi” nedeniyle solcular tek tek fişlenmeye başlanmıştı... (DİPNOTMarshall Planı: ABD Dışişleri bakanı Marshall tarafından ortaya atılan ve 2. Dünya Savaşı’nda yıkıma uğramış Avrupa Ülkelerine ekonomik yardım öngören program.)

Her taşın altında “komünist” arandığı bir döneme girmişti Türkiye... CHP döneminde başlayan bu politika, Menderes Hükümeti’yle yoğunlaşarak sürüyordu. CHP hükümeti ile DP iktidarı arasındaki tek fark, dış politikadaydı. Menderes, Dış politikada pasiflikten aktifliğe geçilmesi taraftarıydı. Sonunda bunun fırsatım da yakaladı. 25 Haziran 1950... Pazar günü şafak vakti Mareşal Çoe Yong Gun komutasındaki Kuzey Kore birlikleri Güney Kore’ye girdiler. ABD Başkam Truman, 27 Haziran’da Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetlerine, Güney Kore’ye askerî yardım emri verdiğini ilan etti. 25 Temmuz 1950’de de Türkiye Kore’ye Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında bir tugay asker gönderdi. Üç yıl süren savaş boyunca en ağır kayıplara uğrayan birliklerden biri olan Türk tugayında bine yakın asker ve subay öldü. Amaç Batı’nın gözüne girerek NATO’ya dahil olmaktı. Türkiye’nin bu jestinden memnun kalan ABD Başkanı Truman, Türkiye’ye yaptığı yardımı üç katma çıkardı! Sonuçta Türkiye arzuladığı ödülü aldı: NATO'ya kabul edildi. 19 Eylül 1951 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, NATO anlaşmasını onayladı ve Türkiye resmen NATO'ya dahil oldu. (s. 30-34)

Her yerde Amerikalı var

Amerikan hayat tarzı, Türkiye'yi sarıp sarmalamaya başlamıştı... “Türkçe tangolar" üstadı Celal İnce’nin bir şarkısı, çoluk çocuğun dilinden düşmüyordu:

“Amerika Amerika/

Türkler dünya durdukça/

Beraberdir seninle/

Hürriyet savaşında..."

Sadece yaşam tarzı yenilenmiyordu Türkiye'nin, temel askerî politikaları da değişikliğe uğruyordu. Amerikan Harp Doktrinleri kitabı sivil-asker bürokratlar arasında elden ele dolaşıyordu: “Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan, başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüştürmelerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareketler şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketleri biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız buna benzer akımları önlemek olmalıdır.” (Macit Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, 1966, s. 297)

Amerikalılara göre, dünya daha uzun yıllar süreceği anlaşılan yeni bir döneme girmişti. Bu yeni duruma uygun nitelikte yeni stratejiler geliştirmek gerekiyordu: "ABD'nin hoşuna gitmeyen solcu veya solcu olmayan hükümetleri devirmek için gerilla taktiği kullanılabilir. Bizim amacımız hoşa gitmeyen ve bizimle dost olmayan hükümetlerin yerine, dost hükümetleri geçirmek olmalıdır.” (Macit Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, 1966, s. 305)

Özel savaş konusunda uzman Amerikalı Franklin A. Lindsay, Gayri Nizami Harp adlı kitabında ne yapılacağını açık açık yazıyordu: “Kendi personelimizi ve yardımda bulunduğumuz memleketlerin personelini yetiştirmek için, bir eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. NATO müttefiklerimizle müştereken komünist tecavüze maruz memleketlerde, Amerika’dakine benzer enstitüler ve özel harp daireleri kurulmalıdır.” (Franklinz A. Lindsay, Gayri Nizami Harp, s. 12)

Ve Türkiye’de Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla, 27 Eylül 1952 tarihinde kuruldu. Düşünceyi, finansmanı ve teçhizatı Amerikalılar verdi. NATO’ya bağlı olan bu örgüt, sadece Türkiye’de değil, bütün Batı Avrupa ülkelerinde kurulmuştu. Hepsi birden Brüksel’deki NATO merkezinden idare ediliyordu. “Gladio” denilen bu gizli örgütlerin her ülkede kendi özel kod adı vardı. Ama hepsinin amacı aynıydı: siyasî düşman komünistleri yok etmek!

Gizli Özel Harp Dairesi sadece savaş durumunda değil, komünistlere karşı iç politikada da kullanılacaktı... Amerikalılar, içerdeki komünistlere karşı Türkiye’yi koruyacak, "kontgerilla" yetiştirecekti... İzmir Menteş’teki Özel Harp kampı bir iki yıl içinde yetersiz kalınca, Amerikalıların önerisiyle Eğridir Dağ ve Komando Okulu açıldı...

Örgütün ilişki ağı içinde sadece askerler yoktu. Sivil unsurları da vardı; faşist örgütler, mafya gruplan gibi... Amerikalılar sadece Özel Harpçi subayları değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm personelini eğitiminden geçiriyordu. Bu nedenle Anadolu’nun en ücra köşesindeki küçük birliklerde bile, Amerikan ordusunun bir subayı vardı! Sınavdan geçirilerek seçilmiş Türk subayları Amerika’ya davet ediliyor, Özel Harp kurslarından geçiriliyordu. İlk giden 16 subay arasında ileri tarihlerde kamuoyunun yakından tanıyacağı bir isim de vardı: Yüzbaşı Alparslan Türkeş! Kansas Eyaleti’ndeki Amerikan Kara Harp Akademisi’nde eğitim görüyorlardı. Yalnız değillerdi; orada, Bolivya, Şili, Brezilya ve Arjantin’den gelen subaylar da eğitilmekteydi. Kursun geri kalanını Georgia'daki Amerikan Piyade Okulu’nda görüp, ülkelerine dönüyorlardı.

Yüzbaşı Türkeş, yurda döner dönmez gerilla eğitimi vermeye başladı: “Amerika'daki staj dönemim bittikten sonra Türkiye’ye döndüm, Gelibolu'daki birliğime intikal ettim. Kısa bir süre sonra Çankırı Gerilla Okulu’na ‘gerilla öğretmeni’ olarak tayinim çıktı.” (Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları, Şahinlerin Dansı, ABC Yayınları, 1995, s. 80)

Amerikalılar sadece “yerden mantar biter" gibi ülkenin her yanına kurdukları askerî üslerde değillerdi. Neredeyse "her taşın altında" Amerikalı vardı... Amerikalılar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısını değiştiriyordu. Ordu, Prusya ekolünü terk ediyordu! O yıllara kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinde Alman tarzı eğitim, öğretim ve talimleri yapılırdı ve Ordu'ya Alman disiplini hâkimdi. Şimdi Amerikan ekolü hâkim olmaya başlamıştı... Örneğin Alman ekolünde askerler tüfekleri sağ omuzda, süngülü taşırken, o yıldan sonra Amerikan ekolünün etkisiyle, tüfekler sol omuzda taşınmaya başlandı. Alman ekolünde tüfeğin dipçiği yere değmezken, Amerikan ekolünde dipçiğin yere değmesi şarttı. Alman ekolünde bir manga 14 kişiden oluşuyordu. Amerikan ekolünde ise bu sayı 11 kişiye düştü. Alman ekolünde her emir yazılıydı. Amerikan ekolünde ise sözlü. Yasalar bile değişmeye başlamıştı; Astsubay Kanunu'yla gedikli erbaşlar, astsubay yapılmıştı... (s. 36-38)

Amerika, Türk istihbaratına da "el atmıştı!"

MAH’ı Almanlar kurdu

Ulusal Kurtuluş Savaşından zaferle çıkan Türkiye, güçlü bir istihbarat örgütü kurmak için. Almanya'dan Albay Walter Nikolai’ı Türkiye'ye davet etmişti. Alman istihbaratçı Nikolai, Türkiye için hazırladığı eğitim planlarıyla birlikte, 1926 yılının Ekim ayında gizlice Türkiye’ye geldi. İstanbul ve Ankara'da bir dizi eğitim çalışması yapan Alman istihbaratçı, bazı Türk meslektaşlarını da Almanya'ya kursa gönderdi. Gerek Türkiye’de kalıp eğitim alanlar, gerekse Almanya'ya gidenler istihbarat konusunda hiçbir şey bilmiyor değillerdi kuşkusuz. Üç esaslı miras devralmışlardı: II. Abdülhamid’in hafiye (gizli polis) politikası, 1908'den sonraki İttihat ve Terakki ve onun gizli örgütü Teşkilatı Mahsusa ve son olarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda işgalcilere karşı yapılan istihbarat çalışmaları...

Bu istihbarat çalışmalarını yapanların başında gelenlerden Fethi Okyar, Hiram Abas’ın büyük eniştesiydi. Anne-annesinin kız kardeşiyle evliydi...

MAH (Millî Amele Hizmeti) veya MEH (Millî Emniyet Hizmeti) 6 Ocak 1927 tarihinde kuruldu. Önceleri "Alman (Prusya) ekolüne" göre kurulan ve istihbarat yapan MAH, 1950’li yılların başında değişime uğrayarak, “Amerikan ekolünü” aldı. MAH özellikle 1953 yılından sonra CIA’nın yerel bir birimi gibi çalışmaya başladı. Türkiye’nin dış istihbaratını CIA’ya bırakan MAH, tamamen iç politikaya ağırlık vermek zorunda kaldı.

Albay Behçet Türkmen, göreve başlar başlamaz, aralarında Genelkurmay istihbaratında görevli Kurmay Yarbay Fuat Doğu’nun da bulunduğu altı kişilik çekirdek kadroyu, eğitim görmek üzere Amerika’ya gönderdi. CIA’nin istihbarat kurslarından geçen altı kişilik ekip, yurda döndüklerinde, CIA elemanlarıyla birlikte MAH bünyesinde İstanbul Emirgân'da bir okul kurdular. "Başöğretmen” Kurmay Yarbay Fuat Doğu’ydu. Türk istihbaratçılar, bu okulda tıpkı CIA elemanları gibi "operasyonel ajan” olmak üzere yetiştirilmeye başlandı. Hiçbir maddî fedakârlıktan kaçınılmıyordu. O günlerde MAH Başkanı Behçet Türkmen, “Dünya servislerini dolaşmaya gidiyorum” diyerek sık sık yurtdışına çıkıyordu. Öyle ki, bu gezilerin süresi bazen altı ayı bile buluyordu. Başkan Türkmen, o döneme göre hayli iyi harcırah alıyordu... Behçet Türkmen dünyayı turlarken, Hiram Abas, Paris sokaklarında volta atıyordu.

Hiram Abas’ın Ankara’ya adım attığı günlerde. Türk Dışişleri, Fransızları memnun edecek bir tavır aldı. 4 Ekim 1953 tarihinde, Türk-Fransız görüşmeleri sonucunda yayınlanan bildiride, Türk hükümeti; Kuzey Afrika, Tunus, Cezayir ve Fas'taki milliyetçilik hareketlerini bastırmayı amaçlayan Fransız politikasını desteklediğini açıkladı... Türkiye'nin Fransızları desteklemesinde, görüşmelerden önce Ankara’ya gelen ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'ın rolü büyüktü. O yıllarda müttefikler için Amerikalı kardeş Dulles’ların sözleri birer emirdi sanki. Soğuk Savaş'ı başlatan Amerikan diplomasisini ağabey John Foster yönetirken, kardeşi Ailen Welsh Dulles da CIA’nın başına getirilmişti ve 1961’e kadar 8 yıl orada kalacaktı. Şiddetli antikomünist olan her iki kardeş de hukukçuydu ve bir yandan ABD'nin politikalarını yönetirken bir yandan da Rockefeller’ın petrol şirketlerinin avukatlığını yapıyorlardı. Dünyadaki antikomünist cephenin bir numaralı finansörü Rockefeller Vakfı'ydı. (s. 41-44)

6-7 Eylül Olayları

Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan, Batı Trakya Türklerinden 21 yaşındaki Oktay Engin ise, bombayı attığı 5 Eylül 1955 tarihinde, bir gün Nevşehir valisi olacağını bilmiyordu...

25 Temmuz 1955.

Yunanistan, Birleşmiş Milletler’den Kıbrıs konusunu gündeme almasını isteyerek adadaki sorunu uluslararası platforma taşıdı... 29 Ağustos’ta Kıbrıs sorununu görüşmek üzere Londra Konferansı düzenlendi. Türkiye’yi, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes ve 3 general ile diplomatlardan oluşan bir heyet temsil ediyordu.

Anlaşma sağlanamadı. Bir hafta sonra; 5 Eylül 1955'te Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldı! Bomba olayı, DP Milletvekili Mithat Perin’in Ekspres gazetesinde özel bir baskıyla manşet yapılarak kamuoyuna duyuruldu: "Atamızın evine bomba!”

(DİPNOT: “Haberi” yapan Mithat Perin’in kişiliği çok ilginçti. 27 Mayıs 1960’tan sonra, 1962 yılı sonlarında MAH Başkanı Fuat Doğu’ya Kayseri Cezaevinden bir mektup geldi. Gönderen Mithat Perin’di. Perin, önce geçmiş yıllarda “servise” (MAH’a) verdiği çeşitli hizmetleri, “25 seneyi bulan gazetecilik hayatımda açık veya gizli hiçbir faaliyetten geri durmadığımı herkesten evvel servisin bildiği kanaatindeyim…” gibi sözlerle uzun uzun anlattıktan sonra, baklayı ağzından çıkarıyordu. Hapisten çıkınca gazeteciliğe devam edecekti. Yapacağı yayınlarda Komünizme ve Kürtçülüğe karşı cephe oluşturacaktı. Bunun için sahibi olduğu Havadis Matbaası’yla (Güneş Matbaacılık AŞ) İstanbul Ekspres gazetesine mali yardım, resmi ilan ve kredi kolaylığı rica ediyordu. O yıllarda Milli Emniyet Hukuk ve Basın Müşaviri Askeri Yargıç Doğan Tanyer bu mektubu dokuz yıl sonra, Devrim Dergisinin 19 Ocak 1971 tarihli sayısında yayımladı.)

Ardından infial geldi!

Bomba Atatürk’ün evine değil de, İstanbul’un 500 yıllık çok kültürlü yapısına atılmıştı sanki. Yeni oluşmaya başlayan varoşlardan akın akın şehre inen Türkler; binlerce yıldır birlikte yaşadıkları Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlara ait ev ve işyerlerini birkaç saat içinde yakıp yıktılar, yağma ettiler: Lebon, Markiz, Lion pastaneleri, Banco di Roma. Beyoğlu, Amavutköy, Bebek, Beşiktaş, İstinye, Yeniköy semtlerini dolaşan öfke, Adalar’a kadar ulaşmıştı... Göstericiler, “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır; Rumlar ittir, it kalacaktır” diye slogan atıyorlardı sürekli. 6 ve 7 Eylül günlerinde süren olayların bilançosu korkunçtu: 3 kişinin öldürüldüğü, 30 kişinin yaralandığı saldırılarda, 73 kilise, 1 fabrika, 8 ayazma, 2 manastır, 3584’ü Rum vatandaşlara ait olmak üzere 5538 gayrimenkul tahrip edilip yakılmıştı. (DİPNOT: Yılmaz Karakoyunlu da, Güz Sancısı adlı romanının son bölümünde 6-7 Eylül Olayları’na geniş yer vermiştir.)

Hükümet, hemen teşhisini koydu; bu olay olsa olsa, komünist kışkırtması olabilirdi! Zaten Başbakan Adnan Menderes de 12 Eylül günü meclis kürsüsünde, komünistlerin tertibinden söz etmişti. Ve polis. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un emriyle harekete geçti, "komünist tertibi" bahanesiyle önde gelen solcu aydınları tutukladı. Devamını "Dinozor" Mina Urgan’dan okuyalım: “Elli komünistin hemen tutuklanması emredildi. Birinci Şube’deki komünist dosyalarının bir kısmı gelişigüzel raflardan indirilip masaların üstüne yığıldı. Artık piyango kime çıkarsa. Bunların arasında ölenler ya da yıllardır İstanbul’a ayak basmayanlar vardı. Bu yüzden ancak kırk dört kişi tutuklandı. Aralarında anımsadığım kadarıyla Aziz Nesin, Nihat Sargın, Profesör Boratav’ın kardeşleri Dr. Müeyyet ile Dr. Can, Kemal Tahir, Tornacı Emin, İlhan Berktay, Hasan İzzettin Dinamo, Dede Ahmet, Dr. Hulusi (Dosdoğru) ve daha başkaları vardı. Bunlar aylarca Harbiye'de hapis kaldılar. Polis de bu adamların 6-7 Eylül Olayları'yla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmadığım o kadar iyi biliyordu ki, değil mahkemeye vermek, çoğu alelusul sorguya bile çekilmemişti..." (DİPNOT: Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s. 281)

Neden solcuların gözaltına alındığı, birkaç yıl sonra ortaya çıktı: o tarihte CIA Başkanı Ailen Dulles İstanbul’daydı. CIA Başkanı Dulles, olaylara bakarak MAH Başkanı Behçet Türkmen'e, “olaylarda gördüğü tahribat şekillerinin tamamıyla komünist taktiği usulüne uygun olduğunu” ifade etmişti. (DİPNOT: Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 33, s. 147)

Yunanistan’da yürütülen soruşturma ve mahkeme kararı gerçeği ortaya çıkardı: Selanik Konsolosluğu’nda görevli Hasan Uçar ile Batı Trakya Türklerinden üniversite öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı Atatürk'ün evini!

Peki, İstanbul’un 52 farklı yerinde aynı anda başlayan olayları kim tertiplemişti? Azınlıklara ait ev ve işyerlerinin listesini günler önce kim hazırlamıştı?

Türk Silahlı Kuvvetlerinde “orgeneral” rütbesine kadar yükselip Millî Güvenlik Kurulu genel sekreterliği görevinde bulunan, o günlerin genç subayı Sabri Yirmibeşoğlu, Özel Harp Birimi’nde, Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevliydi. Yıllar sonra orgeneral rütbesinden emekli olduğunda. 6-7 Eylül Olaylarının perde arkasını Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na açıkladı: “Sonra 6-7 Eylül Olayları’nı ele alırsak…

- Pardon Paşam, pek anlayamadım. 6-7 Eylül Olayları mı?

- Tabiî... 6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. (Paşa bunları söylerken benden de soğuk terler boşandı.) Sorarım size! Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?

- E, evet Paşam!” (DİPNOT: Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekât, Tekin Yayınevi, 1991, s. 104. Sabri Yirmibeşoğlu emekli olduktan sonra, Askeri ve Siyasi Anılarım adlı kitap yazdı (Kastaş Yayınları, 1999). Emekli Orgeneral Yirmibeşoğlu kitabında, Gazeteci Güllapoğlu’na anlattıklarından bahsediyordu.)

6-7 Eylül tertipçileri bir bir açığa çıkmıştı zamanla...

Kızgın toplulukları kışkırtarak infial yaratan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, Menderes Hükümeti’nin güdümündeydi. Hatta cemiyetin genel sekreteri Kâmil Önal, MAH mensubuydu. Cemiyet öylesine bir koruma altındaydı ki, olaylardan sonra haklarında delil toplamak isteyen bir istihbarat elemanı tutuklanmıştı! Emniyet müfettişlerinden Cemal Sancak Yassıada’da verdiği ifadede, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ne ait bir belgeyi almak için Sıkıyönetime başvuran MAH memuru Haydar Tansuğ'un komünist diye tutuklandığını söylemişti! Yassıada'da görülen 6-7 Eylül Olayları Davasının 19 Ekim 1960 tarihli duruşmasının ikinci celsesinde, sanıklara altında MAH Başkanı Behçet Türkmen’in imzasının bulunduğu ve olayların tertip olduğunu doğrulayan bir Millî Emniyet raporu okundu. Rapora karşı ne diyeceği sorulan Adnan Menderes şunları söyledi: "Millî Emniyet raporlarına fazla önem vermemek lazımdır. Bu raporu tanzim eden Millî Emniyet müfettişi, 7 Eylül'e kadar hiçbir şeyden haberdar değildir. Fakat hadiseler olup bittikten sonra 7 Eylül’de sağdan soldan derlediği haberlerle böyle bir rapor yazıyor.” (DİPNOT: Yassıada tutanaklarına dayanarak nakleden: Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yayınları, 1993, s. 124)

Şaşırtıcı rastlantılardan biri de, 6-7 Eylül Olaylarını organize eden Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Albay Cemal Akbay’ın, tutuklanan Aziz Nesin’in Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı olmasıydı...

6-7 Eylül provokasyonunun nedeni Kıbrıs’tı!

Birleşmiş Milletler 22 Eylül günü, Kıbrıs sorununun gündeme alınma önerisini geri çevirdi. ABD, Atina’yı desteklemediğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığı koltuğuna henüz yeni oturan Fuat Köprülü mecliste yaptığı konuşmada, Yunanistan’a çatarak, “Kıbrıs’ın Türk olduğunu ve Türk kalacağını” açıkladı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özel harp tekniklerini öğrenen üç Türk subayı; Mehmet Bozkurt, Remzi Kızılsu ve Muzaffer Temizer gizlice Kıbrıs’a giderek, Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurmuşlardı. Teşkilatın kod adı; Bozkurt’tu! Adaya sivil olarak, illegal yollardan giren Türk subayları, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun elemanlarıydı. Kıbrıslı Türkleri örgütleyip, tıpkı Amerikan Harp Doktrinleri kitabında yazdığı gibi “kontrgerilla” savaş teknikleri öğretiyorlardı. Bayraktar ve bayraktara bağlı sancaklardan oluşan hücre örgütlenmeleri oluşturulmuştu. “Mücahit” yetiştiren özel harpçi subaylar görev süreleri dolunca Türkiye’ye dönüyor, onların yerine, yine sahte isimlerle, sivil kıyafetlerle yeni özel harpçiler gizlice Kıbrıs’a çıkıyorlardı.

Yunanistan da benzer yöntemler uygulayarak, EOKA’ya destek veriyordu... Adada her geçen gün gerginlik tırmandırılıyordu... Küçük bir kıvılcım Kıbrıs’ın yaşamını altüst etmeye yetecek gibiydi...

Aynı tarihte (1956), ABD, “Eisenhower Doktrini”ni dünyaya duyurdu: “Hür dünya devletleri birbirlerine karşılıklı olarak bağlıdırlar. Bir devletin kendi kendine yetmesi artık gerilerde kalmıştır. Ortak egemenlik karşılıklı bağımlılıkla sağlanır...” Amerika, ekonomik ve askerî yardım isteyen ve hatta ülkelerine, askerî çıkarma yapılmasını bile isteyen Ortadoğu devletlerine bu yardımı sağlayacağını açıkça ilan ediyordu...

Beş günlük bir ziyaret için Benjamin Fairless başkanlığında bir Amerikan heyeti, 11 Ocak 1957 tarihinde Türkiye’ye geldi. Heyet, Türkiye’ye yapılan askerî ve ekonomik yardımı incelemek ve bu konuda Başkan Eisenhower’a rapor sunmak için görüşmelere başladı. 20 Mart 1957 tarihinde, yine bir Amerikan heyeti rapor hazırlamak için üç günlüğüne Ankara’ya geldi. Türkiye’ye sadece Amerikan heyetleri gelmiyordu...

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz