Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Klasik Teolojiyle Yüzleşmedikçe Sorunlarımıza Çare Üretemeyiz

İLHAMİ GÜLER'in yazısı;

Klasik Teolojiyle Yüzleşmedikçe Sorunlarımıza Çare Üretemeyiz

Bizim aşağı yukarı bin iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nas’ta yabancılaştığı bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuy

İslam dünyası ve düşüncesinin içine düştüğü krizin kökenleri ve muhtemel çıkış yollarına dair iki asırdır çok fazla soru soruldu ancak çok az cevap verilebildi. İlhami Güler özgün bir yaklaşımla krizin teolojik kökenlerinin izini sürerken bugüne ve yarına da ışık tutmaya çalışıyor. Mekke toplumunun ‘atalarda yabancılaşmasına’ müdahale eden İslam’a rağmen, ilerleyen asırlarda ortaya koyulan teoloji ile ” ‘Tanrı’da ve ‘nas’da yabancılaşmanın” önünün açılarak vahyin hedeflerinden uzaklaşıldığı tesbitini yapıyor.

Kitabınızla başlamak istiyorum. Allah’ın Ahlakiliği Sorunu kitabınızda çizdiğiniz çerçeve aslında belki de bugün yaşadığımız krizin Tanrı tasavvuru boyutuyla doğrudan alakalı. Tanrı tasavvuru önce dini, sonra da hayatı şekillendiriyor. Kitabınızdan anladığımız; Allah’ın bir ahlakı olduğuna dair sağlam, muhkem bir kanaatı olmayan yaklaşımın kendisinin de bir ahlak krizi yaşamasının mukadder olduğunu söylüyorsunuz. Bunu aşmak için sizin gördüğünüz genel çerçeve nedir? Tanrı tasavvuru değişir mi, değiştiğinde din ve hayatla ilişkimiz değişir mi? Yoksa, bunun yerine demokratik hukuk devletinin sağlıklı bir şekilde oturması mı meseleyi çözer? Batı da bu krizi yaşadı, onların çözümleri de aslında birçok açıdan ele alınabilir. Burada çözümü nerede görüyorsunuz? 

Bugünkü İslam anlayışımızı etkileyen iki önemli kırılmadan bahsedebiliriz; birincisi Tanrı tasavvurunda, ikincisi de Kur’an, yani metin tasavvurunda yaşandı. İslam’ın erken döneminde iki tip Tanrı tasavvuru ortaya çıkıyor. Mutezile ve daha geç dönemde Maturidilik kanalıyla teorik ve teolojik olarak aktüelleşen ve Kur’an’daki Allah tasavvuruna daha yakın olarak hissettiğim, insana irade özgürlüğü bahşeden bir tasavvur. Bir de daha sonra Mutezile’den ayrılan Eşariliğin geliştirdiği kadir-i mutlak, alim-i mutlak, mürid-i mutlak ve dolayısıyla insana özgürlük bırakmayan bir tasavvur.  

Tarihi süreç içerisinde, özellikle Abbasiler’in ortasından itibaren, Hanbeli olan Mütevekkil’in ihtilalinden sonra ikinci tasavvur egemen oluyor. Ondan sonra İslam tarihine egemen olan Tanrı tasavvuru; Eşariliğin geliştirdiği, insana özgür irade vermeyen bir tasavvur. Selçuklu’da da Eşarilik ideolojisi öğretilmiştir. Daha sonra Osmanlı’ya da aynı şey sirayet ediyor. Dolayısıyla Sünniliğin tasavvuru büyük ölçüde bu tarzda gelişiyor.  

Tanrı tasavvurunun yanı sıra Kur’an tasavvuru da kırılmaya uğradı. Tarihi süreç içerisinde ikinci büyük kırılma budur. Erken dönemde, yine Mutezile’nin reyine, Hz. Ömer’in öncülüğünde onun içtihatlarından da baktığımız zaman; Kur’an’ın söylevi insan vicdanına ve insan reyine açık bir konuşma. Teolojide, Hz. Ömer’in, Ebu Hanife’nin içtihatlarında ve Mutezile’nin mahlûk Kur’an teorisinde bunu rahatça görebiliyoruz. Yani Kur’an, tarihi şartlar içerisinde Tanrı’nın insan vicdanını ayıktırmak için tarihi şartlara göre konuşarak gerçekleştirdiği bir söylem olarak ortaya çıkıyor. Emeviler ve Abbasiler’in erken döneminde bu tasavvur aktüel. Ama bizim kritik kırılma noktamız Eşari ve Şafii. Şafii, Hıristiyanlığa benzer şekilde, Mushaf yerine Hz. Muhammed’i ve onun sahabesini merkeze koydu. Hıristiyanlık’ta din, Hz. İsa ve havariler etrafında teşekkül etmiştir. Dolayısıyla Şafii’nin kurmuş olduğu fıkıh usulü, Kur’an’ı bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş bir dogma olarak kuruyor. Yani bizim “Edille-i Şer’iyye”, “Edille-i Erbaa” dediğimiz olay; Kitap, sünnet, icma, kıyas. Sünnilik dört mezhep olmasına rağmen usul tektir, o da Şafi’nin kurduğu usuldür. Dolayısıyla ikinci kırılma da burada gerçekleşiyor. Yani düşünce, vicdan ve Mushaf üzerine bir düşünce mi, yoksa Hz. Muhammed, Hadisler ve mutlak bir Kur’an imgesi mi?  

Sünniliğin belirleyici iki dogması bu şekilde. Eş’arilik kanalıyla kadercilik, Şafi kanalıyla da mutlak bir Kur’an ve Hz. Muhammed’in ve Kütüb-i Sitte dediğimiz, 7. yüzyılın şartlarında canlı insan suratına söylenmiş olan sözlerin mutlaklaştırılarak dinin teolojik, epistemik merkezine yerleştirilmesi.  

Aslında bizim aşağı yukarı bin yüz, bin iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nas’ta yabancılaştığı bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuyor. Ama maalesef tarihi süreç içerisinde, Cahiliye insanının içine düşmüş olduğu o putlarda yabancılaşma sürecine; İslam’ın kendisi de İslam toplumu da -Tanrı dolayımıyla ve kutsal kitap-mutlak dogma dolayımıyla– tekrar dinsel bir yabancılaşma sürecine girmiş oluyor.  

Kitap orada duruyor ama metni, Şafii’yle birlikte “bir kere ve bütün zamanlar için” diye dogmalaştırdığınız andan itibaren artık siz yeni söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü Tanrı’yı yansılama; Ömer’in yaptığı gibi, “Tanrı böyle söyledi, ben de böyle söylüyorum”. Tanrı’yı takip etme odur. Hayatı, insanı, dış gerçekliği göz önünde tutarak hayatı deruhte etme. 

Peki, bu hangi ihtiyaçtan ortaya çıktı? Niye Şafii’den sonra bu ta 18-19. yüzyıllara kadar ciddi bir meydan okumaya uğramadı? 

Bu tarihsel bir şey. Tarihte genelde Mitos egemen, Logos biraz daha zordur. Kur’an’ın yapmaya çalıştığı da mitosa karşı logosu diriltmektir. Dikkat ederseniz Kur’an çok zorlandı; 23 sene boyunca o Logos’u, reyi devreye sokmak, vicdanı devreye sokmak çok zor oldu. Kur’an belki bunu başardı ama biz “Sünnet” kavramıyla tekrar Cahiliye’nin; atalar, toplum, tarih, selef koduna aynen geri döndük. Sadece içerik değişti; içerik Kur’an, sünnet oldu, insanlar değişti ama mantık ve mantalite olduğu gibi kısa sürede Cahiliye’ye geri döndü. Trajedi bu, insanlığın trajedisi. Mutezile, Ebu Hanefi, İmam Malik…, Kur’an’ın atmış olduğu adımı tekrar ilerletmek, devam ettirmek istiyorlardı. Yüz-iki yüz yıl öyle bir egemenlik görüyoruz ama Abbasiler’in ortasından itibaren tekrar geriye dönüyor. 

AVRUPA TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN BİLİMSEL DÜŞÜNCEYE GEÇTİ, İSLAM DÜNYASI TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN MİTİK DÜŞÜNCEYE GERİ DÖNDÜ  

Şimdi bu dediğiniz evreden sonra, 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında İslam dünyasının Batı’yla karşılaşıp, “Biz niye geri kaldık?”, “Acaba Kur’an’la, Tanrı’yla, dinle ilişkilerimizi yanlış mı kurguladık?” sorularıyla başlayan yeni hareketler var. İslamcılık düşüncesinden Selefiliğe, o hengamede çıkan birçok yeni arayış ve teşekkül var. Sanayi toplumu öncesinde güçlü Müslüman devletlerin olduğu bir ortamda bu dediğiniz İslam anlayışı sorun üretmedi, çünkü zaten iktidarla bir toplumsal düzen inşa edebilmek için iktidarların da ihtiyaç duyduğu bir teoloji imkânı sunuyordu. Fakat Müslümanların siyasal tecrübelerinde yenilmelerinden sonra başlayan o özeleştiri sürecinde bir yol alabildik mi? Ya da niye buradan çıkarken bir şey üretemedik? O günden bu zamana geçen sürecin değerlendirmesini nasıl yaparsınız? 

Orada benim dikkat edebildiğim kadarıyla, bu dediğim iki yabancılaşmadan; yani Tanrı’dan kader yoluyla yabancılaşma ve Vahiyden dogma yoluyla yabancılaşmadan ciddi düzeyde bir çıkış gayreti toplumsal olarak yok. Belki Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal gibi isimlerde bu klasik Sünni teolojiyi gözden geçirip, onu tekrar Mutezile veya daha özgürlükçü bir çizgiye çekme çabaları var, fakat toplumsal düzlemde bunun karşılığı yok. Toplumsal düzlemde en çok karşılığı olan, İslamcılık denilebilecek İhvan’dır. O da aslında öz itibariyle ideolojik olarak bakarsan yine tasavvufa, yine Eşariliğe, yine Selefiliğe, Nas’a bir geri dönüş; yani imparatorluk dönemlerindeki içtihatlarla ortaya konmuş olan sapmalardan tekrar ana kaynaklara, erken döneme dönüş eğilimine sahip. 

Ancak erken döneme dönüşte hem teolojik anlamda hem de usul anlamında bir yenilenme de ortada yok. Mesela Mutezile’ye ve Maturidiliğe yakın veya Naslar konusunda Ebu Hanife’ye yakın, insana özgürlük tanıyan yeni bir usul ben göremiyorum. Dolayısıyla şu ana kadar geldiğimiz noktada, İslam toplumunda kendini çok ciddi ifade edecek, sahici anlamda Kuran’a ve Hz. Muhammed’in ortaya koymuş olduğu İslam’ın ruhuna uygun bir başarı ortaya konamadı.  

Bu arada Batı’nın saldırısı da çok güçlü oldu tabii. Yani düşünsenize, imparatorluk döneminde uzu bir süre boyunca yatmışsınız; skolastik olarak sürekli tekrar etmiş, cepten yemişsiniz ve orada çok ciddi bir kırılma olmuş: Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali, Endüstri Devrimi… Büyük bir dalga bu. Dolayısıyla o dalga vurduğu andan itibaren, son temsilci Osmanlı’yı tümüyle çökertmiş. Osmanlı, bu dediğim ideolojinin çok kötü bir versiyonuyla, yani tarikat ile tasavvuf dediğimiz mitolojik düşünceyle kendini kurmuş ve devam ettirmiş bir imparatorluk. Çünkü Osmanlı medreselerine bakarsanız tamamen skolastiktir.  

Ayrıca, Selçuklulardan itibaren Türkler, İslamiyet’in tasavvuf versiyonuyla Müslüman olmuş ve onu büyük ölçüde içselleştirmişler. O da büyük ölçüde mitolojiye ve tarikatların örgütlenmesine dayanıyor. Yani bir Amerikalı tarihçinin nitelemesi ile “Derviş Devlet”tir. Bu Derviş Devlet, kendi dışında meydana gelen olayları idrak edebilecek, dış dünyada referansı olabilecek bir düşünce üretemiyor. Kendi döneminde toplumsal formasyonların nasıl çöktüğüne ve bunların nasıl yenilenmesi gerektiğine ilişkin, ayağı yere basan, dış dünyada gerçekliği olan bir düşünce üretemiyor.  

Tanzimat’tan başlayarak bütün o çabalarla gerçekten bir şey yapılmaya çalışılıyor; ama yetmiyor, çünkü dalga çok güçlü, vurduğu gibi yıkıyor. En sonunda Cumhuriyet devrinde olduğu gibi tarikat, hilafet, şeriat hepsini kaldırıp bir kenara atıp orayı taklit eden bir yapı kurmak zorunda kalıyorsun. Bu böyle basit bir şey değil. 

Kabaca şunu söylemiş oluyoruz: Dünyanın ciddi bir kısmında, gerçekten kırılma olarak kabul edebileceğimiz devrimler yaşanıyor. 18-19. yüzyıllarda, bu kırılma evrelerinde, İslam dünyası yaşanan gelişmeleri gözlemleme ve gereğini yapma imkanına sahip. Ardından da güçlenen batı İslam dünyasına müdahale etmiş; sömürge dönemi başlamış. Klasik teori şunu söylüyor: Bu türden hercümercin olduğu dönemlerde, hiç değilse bir dünya görüşü, düşünce hareketi eksenleri, arayışları ortaya çıkar. Ancak İslami hareketler ve onların düşünsel çabaları başı sonu belli, muhkem diyebileceğimiz dünya görüşü üretemedi. Bu nasıl bir krizdir? Normalde böylesine sıcak çatışmanın olduğu yerlerde muhakkak bir şeyler çıkması beklenir, dünyada bir sürü örneği var. Çünkü bir cevap verme ihtiyacı ortaya çıkar. Bizde niçin hâlâ bugün bile kendi gerçekliğimiz, değerlerimiz ile küresel gelişmeleri eklemleyen, İslam’ı modern hayatta da muhkem kılabilecek yaygın ve etkili bir cevap, bir düşünce geleneği üretme krizi devam ediyor? Bununla bağlantılı olarak niçin bir kamu fıkhı da üretemiyoruz? 

Bana öyle geliyor ki burada 12-13. yüzyıllara kadar İslam dünyasında teolojik düşünce, felsefi ve bilimsel düşünme aşamasına belli oranlarda geçmiş. Filozoflar çıkmış; Yunanlı filozoflarla hesaplaşan İbn Rüşd’ü takip edenler veya Farabi gibi ona itiraz edenler var. Yani kendi döneminde belli oranda bir aktivite, bilimsel keşifler söz konusu. Ama aşağı yukarı Selçuklulardan itibaren skolastik düşünce, yani medrese tarzındaki örgütlenme çok uzun sürüyor ve teolojik aşamada kalıyor. Felsefe ve bilim, Osmanlı medreselerinden büyük ölçüde dışa atılıyor veya buralarda hakkıyla yer almıyor. Araplarda da düşüncenin teolojik aşamada kalması ve o ilk adım atılan felsefe ve bilimsel düşüncenin hakkıyla devam edememesi, siyasal örgütlenmeyle, belki kavimlerin kültürel kodlarıyla ilişkilidir. 

Avrupa, 13-14. yüzyıllardan itibaren teolojik düşünceyi paranteze alarak, yavaş yavaş felsefi düşünceyi tekrar yeniden İslam üzerinden tercümelerle alıp, onu bir müddet daha ilerletip akabinde bilimsel düşünceye geçtiği halde; bizim coğrafyada genel olarak teolojik düşünceden mitik düşünceye bir gerileme söz konusu. Türklerin egemenliği döneminde teolojik düşünce medreselerde sadece skolastik olarak yani Şerh, Hâşiye, Telhis,Hamiş tarzında tekrar ediyor. Biraz metafizik, mantık, bazı ontolojik konular tartışılıyor. Ama dış dünyada, Avrupa’da toplumsal formasyonlar, kozmoloji veya astronomi, fizik, matematik gelişme alanı bulurken; bunlar, Osmanlı medreselerinde gelişmiyor. Oralarda sadece olduğu gibi metin tekrar ediliyor. Türklerin hegemonyası, Maveraünnehir’de ortaya konan o rasyonel, teolojik çaba Anadolu’ya yeterince gelmiyor.  

Kastınız kim, Maturidi gibi isimler mi? 

Maturidi ve oradaki ulema ve medreseler. Osmanlı’ya uzayın araştırılması konusunu getiren, padişahların Maveraünnehir’den çağırdıkları âlimler var. Orada da belli bir ciddi rasyonel teoloji var; ama bu Anadolu’ya gelmiyor. Anadolu’ya gelenler daha ziyade Alperenler ve Ahmet Yesevi’nin müritleri, yani tasavvuf düşüncesi oluyor. Tasavvuf dediğiniz şey mitik düşüncedir; teolojik düşünceden bir adım daha geridedir. Bunu anlamak lazım. Sizin soru çok doğru bir soru. Adamlar 200-300 sene her alanda ciddi düzeyde sıçramalar, öncü isimler ortaya çıkarıyorlar her alanda, fakat burada hiç ses yok. Bu tesadüf değil.  

Bu yönüyle İslam teolojisi ve mistik düşüncesi, bugün baktığınızda hangi yüzyılda? 

Aşağı yukarı 11-12. yüzyıllarda, hiç farkı yok. Şu anda gidin İlahiyat Fakültelerindeki tezlere bakın aynısı; onu olduğu gibi Türkçeye çeviriyorlar sadece. Düşünce, dış dünyayla olan referansını ciddi düzeyde kaybetmiş ve kuramıyor. Temel sorun bu. Bunun da arkasında yatan Osmanlı’daki skolastik zihniyetin çok güçlü olması, bir de bunun üzerine tarikat ve tasavvuf dediğimiz mitik düşüncenin ciddi düzeyde, devlet katında dahil itibar görmesi. 

NEDENSELLİĞİ YADSIYAN TEOLOJİK VE ONTOLOJİK ANLAYIŞ DÜŞÜNCE ÜRETİMİNİ DURDURDU 

20.yüzyıla kadar bu yaptığınız açıklama var olan durumu tasvir etmek için yeterli bir çerçeve sunuyor, fakat 20. yüzyılda başka bir şey oldu. İnsanlık tarihi birkaç yönden dönüşüme uğradı. Bir, İslam coğrafyası seküler iktidarların hegemonyasına girdi ve Batı’yla entegrasyon sorunu çözüldü. İki, İslami kurumlar büyük oranda alternatif olmaktan çıkarak yerlerini modern batılı kurumlara bıraktılar. İlk dönemlerde rastlanan ikili yapılar kalmadı. Mesela artık medrese sistemi neredeyse Afganistan, Pakistan gibi münferit birkaç örnek dışında yok. Her yerde alternatifsiz bir kurum olarak üniversite var. İslam ülkelerinde de bu modern üniversiteler, bu üniversitelerin içerisinde İlahiyat Fakülteleri var. Bunlar akademinin Batılı evrensel formlarında eğitim, sistematik bilgi üretiminden geçiyor. Bu perspektiften baktığınız zaman, İlahiyat Fakültelerinin ürettiği bilgiyi nasıl görüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz çağla hesaplaşan, yüzleşen bir bilgi ve düşünce üretimi var mı? 

Teolojinin ve Tanrı tasavvurunun, doğa tasavvurunun, yani klasik ontolojinin hâlâ egemenliğini sürdürdüğü kanaatindeyim. Avrupa’daki kırılma nasıl oldu? Kilisenin her şeyi Tanrı ile izah eden teolojisi kaldırılıp atıldı; onun yerine seküler bir bakış açısıyla, yani bir merakla, felsefeye geri dönüldü. Felsefe, doğada olup biteni merak etmektir. Eski Yunan’da da öyleydi: “Bu (nesne) nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” soruları sorulmaya tekrar başlanıyor. Dolayısıyla Avrupa’da bilimi ve teknolojiyi yaratan temel kırılma budur. 

Toplumda çok yaygın olan bir inanç var (Azer Bülbül’ün şarkısından): “Her an her şey olabilir”. Bu cümle çok enteresan bir cümle. “Her an her şey olabilir” demek, Eşariliğin, Cabiri’nin kavramsallaştırması ile “Tecviz”e dayanan ontolojidir. Yani nedensellik yoktur. Bunu, Gazali yerleştirdi, İbn Rüşd buna karşı çıktı. İbn Rüşd nedenselliğin Tanrı’nın varlığının kanıtı olduğunu, mucizenin kanıtının doğadaki nedensellik olduğunu ifade etmeye çalışırken; Gazali, bunu tümden reddetti ve tecvizi meşrulaştırdı: “Her an her şey olabilir. Doğada nedensellik yoktur.”  

Böyle bir ontoloji ve Tanrı’nın her şeye müdahale ettiği, her şeyi çözdüğü tarzdaki bir teolojinin olduğu yerde, “merak” doğar mı? Bilimin temeli meraktır. Benim kanaatim, İslam dünyasında nedensel ve farklı bir tarzda düşünme, ciddi anlamda düşünce üretme olayı, klasik kodların çok güçlü olmasından dolayı gerçekleşmedi. Dikkat edin, seküler kesimlerde bile üniversitelerde şimdiye kadar bu anlamda ciddi bir şey üretilemedi. Oralarda da Arap dünyasında da yok.  

Tanrı ile doğa arasındaki ilişki ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin ta başından teolojik olarak, ontolojik olarak yanlış kurgulanmış olduğu kanaatindeyim. Yani doğru bir Tanrı-doğa ilişkisi İbn Rüşd’de ve bazı Mutezili düşünürlerde olduğu gibi tasavvur edilebilseydi. Cahız, 8-9. yüzyıllarda, “İnsan, isterse insan yaratabilir” diyor. “İnsan yaratabiliriz” diye ta o tarihte ortaya düşünce koymuş. Erken dönemde, Tanrı ile doğa arasındaki ilişkiyi kavrama ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi de özgürlükçü bir tarzda kavrama yönünde bir sürü çaba var. Ama bunlar olmadı.  

Eşarilikle, Şafilikle birlikte 11-12. yüzyıldan itibaren onlara söyleneni folk düzlemde halka yayan tasavvuf ve tarikat gelişti ve onlar bütün İslam toplumlarına, özellikle Türk dünyasına egemen oldular. Dolayısıyla uzun bir süreden beri bu düşüncenin etkisi altında yaşamış olan insanların böyle kısa sürede, olayları nedensel olarak merak edip bunları anlama ve bunları idrak etme olayı olmuyor. Görebildiğim kadarıyla arkada böyle bir geçmiş var.  

KLASİK USULE DAYANAN KELAM, FIKIH VE TASAVVUF AYDINLANMAYA CEVAP ÜRETEMEDİ 

Burada tabii dediğiniz çerçevenin ötesinde şöyle bir kriz de yaşanıyor: Özellikle son 10 yıl içerisinde, neo-ehli sünnet ve elitist tasavvuf şeklinde tarif edilebilecek güçlü bir akımın tezahürlerine rastlıyoruz. Bu sadece bize özgü de değil, Arap dünyasında da böyle bir damar güçleniyor. Düşünce geleneğimizdeki gerilimleri ve modern dönem tecrübemizi hesaba katmadan geleneğe yönelip oradan çıkarılan malzemeler tekrar dolaşıma sokuluyor. Bu damar güçlü bir şekilde geliyor. Biz mi yanlış okuyoruz? Bu duruma yönelik bir projeksiyon yapabilir misiniz? 

Buradan bir şey çıkmaz. Türkiye için en azından buna benzer şeyleri ben de görüyorum. İlahiyatlarda Arapça olan, tarihsel olan her şeyi bugüne aktarıp orada moderniteye ve çağa karşı alternatif bir şey görme durumu var. Ben onun ciddi düzeyde Batı’nın felsefi, bilimsel, teknik ve iktisadi hegemonyasına -ki çok güçlü bir hegemonya, sadece Batı değil, bütün dünyayı kuşatmış durumda şu anda- karşı alternatif, İbrahimi öğretiyi veya Kudüs’ün davasını ciddi bir düzeyde entelektüelin diline çevirecek bir kapasiteyi görmüyorum. Çünkü o teolojilerin dili ve metodolojileri yanlış. Bir defa onların baştan düzeltilmesi lazım.  

Mesela felsefi düzlemde veya düşüncenin toplamında Ortaçağ’daki yarılmalar, mücerret düşünce, felsefe, kelam, fıkıh veya Selefilik; Nas’ı önemseyen bir düşünce. Bana sorarsanız Kur’an’daki; hayata bütüncül bakan, hatta hayatı Avrupa felsefesindeki, epistemolojideki o meşhur, “varolan ve olması gereken”deki ayrımı bile aşan, varlığı bile Tanrı’nın bir rahmeti olarak görüp, olması gerekeni de varlıkla birlikte ele alan ve insanın hem duygu hem sezgi hem mantık hem beş duyu yetisini birlikte ifade eden o bütüncül düşüncenin yeniden diriltilmesi gerekiyor. Şahsen görebildiğim kadarıyla benim çözüm yolum bu. Bu da çok köklü bir yeniden düşünmeyi gerektiriyor.  

Oysa bahsettiğiniz tarzdaki çabalar; Ortaçağ’da parçalanmış olan tasavvuf, mistisizm, panteizm; İbn Arabi, Mevlana veya Selefilikten, klasik fıkıhtan bazı çeviriler, ki o fıkıh yetmedi biliyorsunuz, Ortaçağ’da Osmanlı’ya da yetmedi; oradan biz, “Hile-i Şer’iye”yi, “kitabına uydurma”yı yarattık. Yani klasik usulün fıkıhta ortaya koymuş olduğu epistemoloji dış dünyadaki olguları zamanında algılayıp onu Kur’an’ın davası ve metafiziği doğrultusunda çözüme kavuşturmaya engeldi. Onlar, ancak tarım toplumunda ortaya çıkan bazı küçük sorunları çözebildi. Ne zaman ki sorunlar sökün etmeye başladı; Aydınlanma yeryüzünün topografyasını değiştirmeye başladı; ne Kelam ne Tasavvuf ne de Fıkıh buna cevap veremedi.  

Dolayısıyla benim iddiam, bizim şu ana kadar miras aldığımız düşüncenin temel epistemolojik kalıplarında ciddi sorunlar olduğu yönündedir. İbrahim ile beraber devam eden ve Kur’an’da son olarak aktüelleşen ve insanın bütün ruhsal donanımlarını işin içine katan mantığı, nedenselliği, ahlaki duygulanımı, sezgiyi, beş duyuyu, bunların hepsini birlikte Kur’an’da görüyorum. Avrupa’daki düşünce, biliyorsunuz ciddi düzeyde bir parçalanmadır. Hamdi Yazır’ın deyimi ile Avrupa medeniyeti “çatlak” bir medeniyettir. Mantıkçı pozitivizm ile teknolojiye evrilen sürecin bugün insanları getirdiği nokta korkunç. Son 300 yılda Avrupa’nın dışındaki bölgelerin tümüyle kolonileştirilmesi, asimilasyonu, kaynaklarının sömürülmesi ve tamamen hümanist, seküler, ilerlemeci ve Batı’yı merkeze alan bir düşünce. Bugün insanlığın geldiği nokta o anlamda çok matah bir yer değil.  

Batı düşüncesinin de ciddi ciddi içine saplanmış olduğu çıkmazları, insanları getirdiği noktayı görebilecek bir alternatif düşünceye bugün çok ciddi düzeyde ihtiyacımız var. Ancak, İslam dünyasına baktığım zaman, maalesef, bu anlamda iki kişi benim gözüme çarpıyor: Biri Fazlur Rahman, diğeri de Taha Abdurrahman. Bu iki alim hem Batı’nın hem de bizim hikâyemizin problemlerini görmüş. Bunun dışında, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara da söz söyleyebilecek bir yeni düşünce üretme kapasitesi çok zayıf. Dolayısıyla ben yakında böyle bir şey göremiyorum. 

CUMHURİYET DÖNEMİNDE CİDDİ BİR DÜŞÜNME ÇABASI OLMADI

Dini düşünceyi konuştuk, biraz daha güncel konulara gelelim. İslam’la ilgili ya da İslam adına konuşan, Türkiye’de kabaca iki kesimden bahsedilebilir. Bir, profesyonel olarak zaten ilahiyatlarda İslami ilimlerle uğraşan hocalarımız, akademisyenlerimiz var. İkinci olarak da Türkiye’de 1960’lardan itibaren farklı İslami cemaatlerin, İslami hareketlerin kendi halkalarında tartıştıkları bir İslam gündemi var. Fakat bu iki farklı aktöre de baktığımızda, birisi neredeyse tamamen dini ilimlerle ilgilenip sosyal bilimlerin kapsama alanına girecek başlıklarla veya örneğin Türkiye’nin ulusal sorunlarıyla da dünyanın küresel sorunlarıyla da ilgilenmiyor. İkincisi, bu İslami cemaatlerin gündemlerine de baktığımız zaman, tamamen o cemaate mensup üyelerin tüketimine uygun hazırlanmış, o dünyanın dışına çıktığında da tamamen anlamsızlaşacak bir terminoloji, bir gündem, bir öncelikler sıralaması görüyoruz. Dini alan ile toplumun genel yaşantısı arasında bir etkileşim yok. Din üretimi ya da toplumsal hayatı Müslümanlaştırma iddiasıyla yola çıkan akademisyenlerin veya İslami hareketlerin Türkiye tarihiyle, darbelerle, asker-siyaset ilişkileriyle, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle, sosyal adaletle, çevreyle… ilgilenmemesini nasıl açıklarsınız? Niye din hayatın kenarında kalıyor? Türkiye’de ana gündemi din olan kişi ve yapıların toplumla, hayatla bu denli kopuk oluşlarının gerekçeleri ne olabilir? 

Aslına bakarsanız Osmanlı’da bir yanıyla bu medreselerin sürekli dış dünyadaki toplumsal gerçeklikle irtibatının olmaması, tasavvuf, tarikat dediğimiz o yapıların da yine kendi içlerinde doğal olarak kapalı yapılar olması, Cumhuriyet’e intikal ettiği andan itibaren görebildiğim kadarıyla, seküler devrimden dolayı dinin temsil olayı önce tarikat ve cemaatlerde kaldı uzun süre. Yetmişlerden itibaren Erbakan’ın ortaya çıkmasıyla, temsil iddiasını, bu sefer siyaset aldı. Dolayısıyla ilahiyatlar biraz geride kaldı. İlahiyatlara Ankara İlahiyat’ın 1949’da devlet tarafından biçilen “aydın din adamı yetiştirme” misyonundan dolayı, muhafazakar kamuoyu tarafından, zaten şaşı bakılıyordu. Ondan sonra belki sayıları biraz çoğaltıldı; ama şu anda baktığım zaman, İlahiyatlardaki söylem daha çocukluk aşamasında, yani hâlâ klasik kaynakları tanıma, onları tercüme etme, onların üzerine doktora yaptırma aşamasında. Ama dış dünya ile İslami düşüncenin irtibatını koparması bence çok daha gerilere gidiyor.  

Bu klasik kaynaklar yine İslam dini çerçevesindeki kaynaklar. Aynı dönemde hayata, tabiata, insana dair bir sürü başka kaynak da var. Buraya hiç ilgi yok zaten.  

Mesela ötekinin ürettiği düşünceyle, Batı’da üretilen antropoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefeyle ilgilenmiyor. Hatta son dönemlerde İlahiyatlarda bazı felsefe derslerini bile azaltarak salt dini düşünceyi, dinsel o klasik söyleme dönüştürme durumu var. Hatta devlet tarafından, doktora projelerinde Batı’ya gitmek isteyenleri engelleyip, “Ne işiniz var?” diyerek Arap dünyasına, İslam dünyasına yönlendirme çabaları var. 

Bana sorarsanız, İlahiyat Fakültelerinin dini temsil iddiası değil ama en azından klasik dönemde ulemanın İslamiyet’i mutlak anlamda değil, nispi olarak temsil-tebliğ etme yetkisi vardır. Türkiye’nin, seküler devriminden dolayı, trajik bir şekilde dinsel temsilin cemaatlere ve siyasete transferi söz konusu. Bizim yaşadığımız çok trajik bir olay. Dikkat edin hâlâ öyle. Şu anda dini temsil iddiası siyasette ve tarikatlarda. İlim heyeti henüz dini düşüncenin otoritesi olmaya ehil değil ve onu düşünemiyor. Ama bu çapsızlığın arkasında da uzun süren geçmişteki o dış dünyadan kopmanın, dogmatik, skolastik olmanın rolü olsa gerek diye düşünüyorum. 

1960’larda başlayan, 1990’larda biraz daha güçlenen ve AK Parti iktidarıyla da merkeze taşınan bir İslami canlanma süreci yaşandı. Dinle, tarihle, toplumla bir barışma, bir normalleşme süreci yaşandı. Fakat son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de dindar kesimde İslamcılığa, İslami hareketlere yönelik bir hoşnutsuzluk var. Bu anlayışın iyi sınav vermediği, iddia ettiği özgürlük, adalet, İslami hayat tarzı gibi konularda hayal kırıklığı ürettiğine yönelik eleştiriler var. Siz bu gözleme veya eleştirilere katılıyor musunuz? Sizce de, bu durum, iddia edildiği gibi, Türkiye toplumunun dinle, İslam’la ilişkisinde bir kırılmaya yol açar mı?  

Önce bir defa çok genel söyleyeyim, dinsel bilinç veya dindarlık, kuruluş aşamasından, kurucu tecrübeden sonra zaman içerisinde dumura uğrar. Bu genel bir yasadır. Mesela Kur’an’dan bir ayet söyleyeyim: “İman edenlerin Allah’tan kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi ve ona karşı huşu duymaları zamanı gelmedi mi henüz? (57/16)?” diyor. Bunu müminlere söylüyor. “Onlar kendilerinden önce kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti, kalpleri katılaştı ve çoğu da fasıktır.” Bu tecrübe Ehl-i kitabın başına gelen dinsel tecrübe durumunu ifade ediyor. Bizim üzerimizden bin dört yüz sene geçti. Aynı psikolojik, antropolojik tecrübeyi göz önünde tutarsak, zaman uzayınca dinsel hassasiyetin, dinsel bilincin dumura uğraması ve zayıflaması genel bir yasadır. Bir defa önce bunu söylememiz lazım.  

İkincisi, bizim hikâyemize gelelim. Benim görebildiğim kadarıyla, Osmanlı çöktüğünde, merhum M. Akif’in Safahat’ını, dinsel bilincimizin bir “tasvir”i olarak alacak olursak; Mehmet Akif bu yüzyılın başında, yani Osmanlı’da veya İslam dünyasındaki durumu da orada çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Kur’an’dan, imandan, hassasiyetten, düşünceden nasıl koptuğumuzun çok net bir kanıtı olarak tasvir ediyor. Biz, bunun üzerine seküler, sert bir devrim yaşadık. 60-70 yıl boyunca din halının altına süpürüldü ve devlet tarafından, üniversite tarafından veya toplum tarafından ciddi bir şekilde bakımı, ele alınması, işlenmesi ta 50’lere, 60’lara gelinceye kadar teolojik olarak mümkün olmadı.  

Ondan sonra ortaya çıkan yapılar olan tarikatlara, cemaatlere ve siyasete baktığımız zaman, onlar da o çökmüş olan teolojik ve etik yapı ne ise, ona bir nostalji, tekrar onu geri getirme ve ona öykünme davası olarak ortaya çıktı. Mesela İslamcı hareketin temsilcileri Cumhuriyet döneminde şairler veya şeyhlerdir. Yani ortada ciddi bir teoloji ve ciddi bir düşünme çabası olmadı. Dolayısıyla bunu söylerken bütünüyle Türkiye’deki dini hassasiyeti, dindar insanların çabalarını bütünüyle bir tarafa attığım anlamına gelmiyor. Çok ciddi, dürüst işler, yardımlar yapılıyor; dini hassasiyetler var, insanlarımızın çabaları var.  

Burada önemli bir diğer nokta da sekülerizmin hem dünyada hem de Türkiye’de iyice gelişip yaygınlaştığını ve yerleştiğini gözlemliyorum. Bir taraftan Türkiye’deki tarikat, cemaat ve siyasetteki o söylemde bir dini yeşillenme, artma var. Ama derinden derine baktığınız zaman, yani iktisadi süreçleri ana kriter olarak alacaksak, kapitalizmin giderek yerleşmesi ve insanların bakış açısı olarak giderek teknolojinin bütün dünyayı bir kafes gibi iktisatla birlikte çepeçevre kuşatması söz konusu.  

Türkiye’deki bu şikâyet ettiğimiz şeyi biraz İslam’ın ne olduğunu bilen insanlar yapıyor. Buna hayal kırıklığı diyoruz, değil mi? Tarikat yapılarından bir tanesi Türkiye’yi az daha batırıyordu 15 Temmuz’da. Dolayısıyla ben biraz tarihsel perspektiften baktığım zaman, bir yanıyla dinin tarihi süreç içerisinde merkezden uzaklaşması, ikincisi de bizim kendi hikâyemiz, sek bir devrim gerçekleştirmemiz ve o hikâyenin giderek Türkiye’ye yerleşmesini temel dinamikler olarak görüyorum. 

RUHU(MUZU) MODERN TEKNOLOJİ KALBURA ÇEVİRDİ  

Sekülerleşme ile tarif ettiğiniz sürecin en doğrudan yansımalarından biri deizm üzerinden yaşanıyor. Gençlerdeki deizm tartışmasının içinde bulunduğumuz çağın etkilerinin yanı sıra özellikle İslam ve Müslümanlarla ilgili iki boyutu var gibi görünüyor. Bir, bugüne kadar bahsettiğiniz hayatla, güncel yaşanmışlıklarla, rasyonalizmle, akılla bağını koparmış, dolayısıyla da aslında vahiy ve Allah’ı yabancılaştırmış bir İslam anlayışının doğurduğu sorunlar. İkincisi de belki bunların etkisiyle, belki başka bir sürü gerekçeyle, bugün karşısında gördüğü somutlaşmış, cisimleşmiş İslami aktörlerin, İslami görünümlerin ürettiği hayal kırıklığı. Bu iki gerekçeyi bugün gençlerin bilgilenme kaynaklarıyla, yaşam tarzlarıyla, sorgulama düzeyleriyle beraber ele aldığınızda muazzam bir çelişkinin doğurduğu bir bocalama evresi var. Bizim 20. yüzyılda başlayıp beceremediğimiz ya da yapılamayan bu geleneği restore etme durumu tam da şimdi bu kriz üzerinden başlayabilir mi?  

Genç kuşakların özellikle internetle irtibatlı olmalarından ötürü ruhları modern oluşuyor. Hatta biz de dahiliz bence; bu modern dünya bizim ruhlarımızı da oluşturuyor. Dolayısıyla modernite, seküler hümanizm, kapitalizm veya teknoloji toplumu öyle yabana atacağımız şeyler değil. Heidegger’in meşhur bir lafı var: “Aydınlanmayla birlikte insanlık ruhtan zekâya geçti” diyor. Yani ruhtan zekâya geçiş çok müthiş bir şey, çünkü zekâ, mantık anlıktır, olay sayımına, matematiğe dayanır. Oysa ruh, bizim bildiğimiz, bütün İbrahimi dinlerin vaaz ettiği anlamda ayrı bir şeydir, ilahi bir şeydir. İnsanı insan yapan şeydir. Onu maalesef Hıristiyanlık koruyamadığı gibi İslam dünyası da koruyamadı. Dolayısıyla toplamda ruhun kaybedilmesi söz konusu.  

Geriden gelen kuşakların deizme kaymaları çok ciddiye alınacak ve önemli bir şey, çünkü çocukların ruhu modern teknoloji ve enformasyon tarafından örülüyor, oluşturuluyor. Kalbura çevrilmiş durumda. Kaldı ki diğer tarafta da İbrahimi dinlerin vaaz ettikleri bir ruh var. İnsanda vicdan var. Çok ciddi düzeyde bugünkü modernitenin dilini bilen, bunlara ciddi bir kritik yöneltebilecek ve geleneksel olarak dinlerin ortaya koymuş olduğu dilin de anakronikliğini görüp belirli politik koşullarda üretilmiş bir dil olduğunu idrak edecek ve o kutsal kitaplarda insanlara tavsiye edilen o ruhu, o davayı yeni bir entelektüel dile kavuşturacak bir çabaya ihtiyaç var.  

Bu çaba ortaya konmadan, Türkiye’nin bu anlamda gidişatı durdurulamaz. AK Parti, burada tamamen dış bir unsur; belirleyici bir aktör değil, kendisi ona maruz kalmış. Erbakan Hoca’nın kadroları ile 2000 sonrası Erdoğan’ın kadrolarını mukayese ettiğimiz zaman, öncekiler bana göre daha ruhlu insanlar olarak gözüküyor. Sivas’a gittik, Temel Karamollaoğlu oranın belediye başkanıydı. Oraya gittiğimde gördüm, “Şeriat budur” dedim. Ama bu tarihsel olarak yeni dönemde, 2000 sonrasında giderek ortadan kalktı.  

Bana sorarsanız, İslam’ın en manevi, en uhrevi tarafını söylemine almış olan bir cemaatin ortaya koymuş olduğu son performans, yani ülkeyi getirdiği nokta, bu bile bu çürümenin semptomudur. Ortaçağ’da bile böyle bir şey olamazdı; bir tarikatın kalkıp da böyle bir herzeye girişmiş olması mümkün değil. Dolayısıyla olayın ne kadar vahim ve büyük olduğunu ortaya koyuyor.  

FETÖ İLE SONU BİZE DOKUNACAĞI İÇİN YÜZLEŞEMİYORUZ 

FETÖ veya daha eski ifadesiyle Gülen cemaatini kastediyorsunuz. Bu yapı darbeye teşebbüs etti ve bu teşebbüs millet tarafından püskürtüldü. Bu yapının örgütsel boyutu büyük ölçüde zayıflatıldı. Ancak, bu örgütsel yapıyı ete kemiğe büründüren teoloji, usul ve fıkıh da var. “Fethullah Gülen Fıkhı” diye kitaplar yazıldı hatta. Usul, teoloji ve fıkıh anlayışları itibarıyla Fethullahçılıkla birçok ortak paydaya sahip pek çok İslami yaklaşımın varlığından bahsedilebilir. Türkiye’de Fethullahçılığın örgütsel yapısıyla mücadele edildi ama ne toplum ne de siyaset ve akademi Fethullahçılığın İslam tasavvuruyla yeterince yüzleşmedi. Bu gözlemi paylaşıyor musunuz, bir zihni yüzleşme gerekliliğine katılıyor musunuz? 

Aşağı yukarı 2007’den itibaren bu hareket üzerine yazıyorum. Oradan itibaren benim söylediğim, bunun tamamen Türkiye’deki mevcut Osmanlı’dan devraldığımız bu tarikat, tasavvuf ve Eşarilikle mecz olmuş olan ideolojinin aynası olduğu. Yeni bir icat değil, sadece örgütlenme tarzında yeni bir icat var. Örgütlenme tarzı şimdiye kadar diğer cemaatlerin tarzlarından farklı bir şekilde, üniversiteler, yurtlar, okullar, bürokrasi… Diğerleriyle mukayese ettiğim zaman orada bir yeniliğin olduğunu görüyorum ama bahsetmiş olduğunuz usul, teoloji, fıkıh açısından baktığınız zaman orada hiç diğerleriyle, hatta siyasi olan tezahürlerle de herhangi bir fark yok. Dolayısıyla bunun üzerine gidilemeyişinin sebebi de, üzerine gidildiği zaman olayın kendimize dokunacağıdır. Yani kendimizin, mevcut aktörlerin kendilerini sorgulaması gerektiği ortaya çıkacağından dolayı, insanlar bu özgüveni ve bu cesareti, bu dürüstlüğü gösteremiyorlar. Onu ne kadar günah keçisi olarak gösterip ilgilenirlerse, kendilerini daha temiz görüyorlar. Ana hatlarıyla görebildiğim şey bu.  

Bu dini yapı ve grupların devletçilik ve milliyetçilik anlayışları üzerine de konuşmak lazım. Dini grupların büyük çoğunluğu niçin milliyetçi ve devletçi? Bunu nasıl yorumlarsınız? 

Bu da bizim tarihimizle alakalı. Zekeriya Işık diye bir arkadaşımız, ‘Şeyhler ve Şahlar’, ‘Tekkedeki İktidar’, ‘Devlet ve Tarikat’ diye üç tane kitap yazdı. Orada ortaya koyduğu, bütün bir Osmanlı’nın böyle olduğu. Yani tasavvuf devletle, siyasi iktidarla iç içe. Yani kuruluştan çöküşe kadar Türkiye’nin hikâyesi bu.  

Benim bütün iddiam şu: Biz bu yapıyı gözden geçirip bunu reddetmek zorundayız. Osmanlı’da bütün bir 600 sene boyunca böyle geldi ise, böyle gidecek diye bir şey yok, çünkü o yapı sorunluydu. Devleti çökerten o yapı, o ideolojidir. Cesaret edip de bunu kritik etmeden bizim modern bir devlet, modern bir toplum kurma ihtimalimiz yok. “Modern” derken, Ulus Devleti aynı ile taklit edelim demiyorum.  

Cemaat yapıları olur; cemaate sosyolojik anlamda karşı çıkmak zordur. Ancak, en azından daha eşitlikçi, daha sorgulayıcı olabilir. Mesela Hz. Muhammed de karizmatik bir liderdi, karizması vardı, peygamberdi ama onun etrafında oluşan cemaat, yani müminler topluluğunun onunla olan ilişkisi son derece eleştirel ve neredeyse eşit ilişkiye dayanıyor. Adam saygısını ifade edip, “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” diyor; ondan sonra da ikinci sorusu: “Bu Allah’tan mı, yoksa senden mi?” oluyor. Yani bu görüş sana mı ait, yoksa Allah’a mı ait? Hudeybiye Barış Antlaşması’nı düşünün. Ali’yle Ömer, yakasına yapışarak peygamberi ağlattı. O anlaşmaya imza atma taraftarıydı, onlar karşı çıkıyorlardı. Sonuna kadar karşı çıktılar ve onaylamadılar, ta ki ayet gelip Hz. Muhammed’i onaylayana kadar. Hatta ayet geldikten sonra, Ömer’e yolda haber veriyorlar, “Yahu ayet geldi, Allah peygamberi temize çıkardı” diyorlar. “Ne fethi ya?” diyor. Hâlâ devam ediyor.  

Cemiyetin amorf, insanı kendinde yabancılaştıran yapısına karşı insanlar daha sınırlı çeşitli amaçlara yönelik bir araya gelebilirler. Sosyolojik olarak buna karşı çıkmam; ama, bizde sakat olan, bütün bir tarihi kesen, kişi kültü etrafında tamamen ona mutlak itaat tarzında insanların bireysel özgürlüklerini ve ahlaki kapasitelerini dumura uğratan bir yapı ortaya çıkması. Bunun İslam’la hiçbir alakası yoktur. Ama maalesef, bizde hem cemaat ve tarikatlarda hem de siyasette bu yapı devam ediyor.  

Bin dört yüz senedir devam eden yapı kişi kültü, İslam’ın ortadan kaldırdığı kişi kültüdür. İslamiyet’e dikkat edin, “temsiliyet” yoktur. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta din adamları dini temsil ederler, değil mi? Ama İslamiyet’in yaptığı en büyük devrim, temsil iddiasını ortadan kaldırması. Peygamber dahi olsa, İslamiyet’i temsil edemezsin sen. Nispi temsil vardır, o da ulemadır. Ulemanın temsili de -Hz. Muhammed’de olduğu gibi peygamberlerde de öyle- daima soruya, kritiğe, redde açık, hesap vermeye açık. Böyle bir yapı kuramadığımız müddetçe bence buna benzer olaylar tekrar devam edip gidecek. 

_____
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

 

İLHAMİ GÜLER

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı Üniversite'de İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Kelam-İslam düşüncesi konularında yazdığı makaleleri İslami Araştırmalar, Türkiye Günlüğü, Doğu-Batı, Tezkire, İslamiyet gibi pek çok dergide yayımlanmıştır.

PERSPEKTİF AJANS



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER