Kendilerine solcu diyen kimileri (ben demiyorum), ABD Başkanı Joe Biden’ın Putin’in niyetleri konusunda haklı olduğu gerçeğinden ötürü Batı’yı sorumlu tutuyor. Bu argümanı gayet iyi biliyoruz: NATO yavaş yavaş Rusya’yı kuşatıyor, yakın çevresindeki renkli devrimleri destekliyor ve daha geçen yüzyılda Batı’da saldırıya uğrayan bir ülkenin makul korkularını görmezden geliyordu. Burada elbette bir doğruluk payı var. Ancak yalnızca bunu söyleyerek yaşananları meşrulaştırmak, Versay Antlaşması’nı bahane ederek Hitler’i haklı çıkarmakla eşdeğerdir. Daha da kötüsü, bu yaklaşım, büyük güçlerin, diğer ülkelerin küresel istikrar uğruna boyun eğmek zorunda oldukları etki alanları oluşturma hakkına sahip olduğu tezini kabul ediyor.
Slovenya hükümeti, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının hemen ardından, binlerce Ukraynalı mülteciyi kabul etmeye hazır olduklarını açıkladı. Bir Sloven vatandaşı olarak mutlu olmanın yanı sıra bu durumdan utanç da duydum.
Sonuçta, Slovenya’daki aynı hükümet, Taliban bundan altı ay evvel Afganistan’da iktidarı ele geçirdiğinde, Afgan mültecilerin ülkelerinde kalıp savaşmaları gerektiğini savunarak onları kabul etmeyi reddetti. Dahası, bundan birkaç ay önce, Slovenya hükümeti, büyük çoğunluğu Irak Kürtleri olmak üzere binlerce mülteci Belarus’tan Polonya’ya girmeye çalıştığında Avrupa’nın saldırı altında olduğunu öne sürerek, Polonya’nın onları sınırlarından uzak tutmayı hedefleyen aşağılık çabalarını desteklemek adına askeri yardım teklifinde bulundu.
Bu süreçte bölge genelinde iki farklı mülteci türü ortaya çıktı. Slovenya hükümeti tarafından 25 Şubat’ta atılan bir tweet bu ayrımı netleştiriyor: “Ukrayna’dan gelen mülteciler kültürel, dini ve tarihsel anlamda Afganistan’dan gelen mültecilere kıyasla tamamen farklı bir ortamdan geliyorlar.” Tepkiler sonucunda bu tweet hemen silindi, ancak ortaya acı bir gerçeğin çıktığını görüyoruz: Avrupa, Avrupa dışındaki ülkeler karşısında kendisini savunmalı.
Bu yaklaşım, jeopolitik anlamda etki sahibi olmak için sürdürülen küresel mücadelede Avrupa için bir felaket doğuracaktır. Avrupa’da medya ve elitler, bu mücadeleyi Batılı “liberal” bir alan ile Rusya’nın egemenliğindeki bir “Avrasya” alanı arasında yaşanan bir çatışma çerçevesinde ele alarak, çok daha büyük bir grup olan (ve bizi yakinen takip eden) Latin Amerika, Orta Doğu, Afrika ve Güneydoğu Asya’yı görmezden geliyorlar.
Çin bile Rusya’yı tam olarak desteklemeye hazır değil, buna karşılık kendi planları var. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Rusya’nın Ukrayna’ya işgal harekâtını başlatmasından bir gün sonra Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a gönderdiği bir mesajda, Çin’in “yeni bir durumda” Çin ve Kuzey Kore arasındaki dostluk ilişkilerini ve işbirliğini geliştirmek için çalışmaya hazır olduklarını söyledi. Bu nedenle, Çin’in Tayvan’ı “özgürleştirmek” için bu “yeni durumu” kullanacağı korkusu hâkim.
Bizi endişelendirmesi gereken asıl mesele, en canlı biçimini Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’de gördüğümüz radikalleşmenin yalnızca söylemden ibaret olmadığıdır. Liberal solda olup, her iki tarafın da topyekûn bir savaşı göze alamayacağını bildiğini söyleyen birçok kişi, Putin’in Ukrayna sınırlarına asker yığarken blöf yaptığını düşündü. Putin, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky’nin hükümetini “uyuşturucu bağımlıları ve neo-Naziler çetesi” olarak tanımladığında bile birçokları, Rusya’nın Kremlin destekli Rus ayrılıkçılar tarafından kontrol edilen iki “halk cumhuriyetini” işgal etmesini ya da en fazla, Rusya’nın işgali Doğu Ukrayna’nın tüm Donbas bölgesine genişletmesini bekliyordu.
Üstelik kendilerine solcu diyen kimileri (ben demiyorum) ABD Başkanı Joe Biden’ın Putin’in niyetleri konusunda haklı olduğu gerçeğinden ötürü Batı’yı sorumlu tutuyor. Bu argümanı gayet iyi biliyoruz: NATO, yavaş yavaş Rusya’yı kuşatıyor, yakın çevresindeki renkli devrimleri destekliyor ve daha geçen yüzyılda Batı’da saldırıya uğrayan bir ülkenin makul korkularını görmezden geliyordu.
Burada elbette bir doğruluk payı var. Ancak yalnızca bunu söyleyerek yaşananları meşrulaştırmak, Versay Antlaşması’nı bahane ederek Hitler’i haklı çıkarmakla eşdeğerdir. Daha da kötüsü, bu yaklaşım, büyük güçlerin, diğer ülkelerin küresel istikrar uğruna boyun eğmek zorunda oldukları etki alanları oluşturma hakkına sahip olduğu tezini kabul ediyor. Putin’in uluslararası ilişkilerin büyük güçlerin arasındaki bir mücadele olduğuna dair varsayımı, Ukrayna’ya askeri müdahalede bulunmaktan başka seçeneği olmadığı yönündeki iddiasında açıkça görülüyor.
Peki bu doğru mu? Sorun gerçekten de Ukrayna faşizmi mi? Asıl soruyu Putin Rusyasına doğrultmak çok daha doğru olacaktır. Putin’in fikri anlamda takip ettiği düşünür, kitapları son yıllarda yeniden basılarak devlet aparatçiklerine ve askere alınanlara okutulan İvan İlyin’dir. İlyin, 1920’lerin başında Sovyetler Birliği’nden kovulduktan sonra, faşizmin Ruslara özgü bir biçimini savundu. İlyin, özgürlüğün kişinin yerini bilmesiyle sınırlı; devletin de bir baba figürü tarafından yönetilen organik bir topluluk olduğu bir yapı tasavvur ediyordu. Bu nedenle İlyin’e (ve Putin’e) oy vermek, bir lideri meşrulaştırmak veya onu seçmek değil, ona yönelik bir toplu destek ifadesinde bulunmak anlamını taşır.
İlyin’in açtığı yolda yürüyen saray filozofu Aleksandr Dugin, buna tarihselci göreciliğin postmodern bir sosunu da ekliyor:
“Her sözde hakikat bir inanç meselesidir. Yaptıklarımıza ve söylediklerimize bu yüzden inanırız. Hakikati tanımlamanın yegâne yolu da budur. Bu nedenle kabul etmeniz gereken Rusya’ya özgü bir hakikate sahibiz. Eğer Amerika Birleşik Devletleri savaş başlatmak istemiyorsa, artık ABD’nin benzersiz bir hâkimiyeti olmadığını kabul etmelisiniz. Suriye ve Ukrayna’daki pozisyonu dolayısıyla Rusya, ABD’ye ‘hayır, artık patron sen değilsin’ diyor. Bu, dünyayı kimin yönettiğine ilişkin bir meseledir. Sadece savaş bunun sonucunu belirleyebilir.”
Peki ya Suriye ve Ukrayna halkı n’olacak? Onlar da kendi hakikatlerini seçebilirler mi, yoksa sadece sözde ‘dünya liderleri’ için birer savaş alanı mı teşkil ediyorlar?
Putin’i, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini “dahiyane” bir eylem olarak göklere çıkaran eski ABD Başkanı Donald Trump gibi sağcı popülistlere sevdiren şey, her “yaşam tarzı”nın kendi hakikatine sahip olduğu düşüncesidir. Üstelik bu duygu karşılıklı: Ukrayna’nın “Nazisizleştirilmesi”nden bahseden Putin’in, Fransa’da Marine le Pen’in Ulusal Birleşme’sine, İtalya’da Matteo Salvini’nin Lega’sına ve diğer neo-faşist hareketlere verdiği desteği unutmamalıyız.
“Rus hakikati”, Putin’in emperyal vizyonunu meşrulaştırmaya elverişli bir efsaneden ibaret ve Avrupa’nın buna karşı koymasının en iyi yolu, Batı kolonyalizminden ve sömürüsünden uzun zamandır haklı rahatsızlıklar duyan gelişmekte olan ülkelerle köprüler kurmaktan geçiyor. Bu süreçte “Avrupa’yı savunmak” yetmez. Asıl yapılması gereken, diğer ülkeleri, Batı’nın onlara Rusya’dan veya Çin’den daha iyi imkânlar sunabileceğine ikna etmektir. Bunu başarmanın tek yolu da insani yardım adı altında bile olsa, neo-kolonyalizmin kökünü kazıyarak kendimizi değiştirmek.
Peki acaba Avrupa’yı savunurken her yerde özgürlük için savaştığımızı kanıtlamaya hazır mıyız? Mültecilere eşit davranmayı utanç verici bir şekilde reddetmemiz, dünyanın geri kalanına çok farklı bir mesaj gönderiyor.
Orijinal metin:
Çeviren: Deniz Karakullukcu
Kaynak: Farklı Bakış